26 Kasım 2011 Cumartesi

The Suburbs: Modern Tahribat



Çocukluk çağının kendine has bir dokunulmazlığı vardır. Çevremizi ilk defa hafızamıza kaydetmeye başladığımız için, nesneler ve kişiler bizim için ilk hallerindedir. Onların varlıklarını doğal kabul ederken, onları sorgulamaya ancak onlarda yaşanan ilk değişiklikten sonra başlarız. Evimiz olarak kabul ettiğimiz yerde yapılan değişikliklere sanıyorum bu nedenle daha duyarlı oluyoruz. Eğer öyle olmasaydı, Montreal’li Arcade Fire grubunun binlerce kilometre uzakta, banliyöleki değişim ve bu değişimin getirdiği yabancılaşmayı anlattıkları The Suburbs bizim için bu kadar etkileyici olmazdı.

Arcade Fire, bu albümde kendi çocukluk günlerine, çocukluk arkadışlarına ve birlikte yaratııkları bağırış çağırışılara saf bir özlem duyduğunu belli ediyor. Bu çocukların dönüştüğü “modern adam”dan son derece rahatsız; çünkü aynada, çocukluk günlerinin aksine terk edilmiş bir adamın imgesi beliriyor.  Modern adam, onlarca makine ve bilgisayarın varlığına rağmen işini zamanında yapmayı başaramıyor, sevmek için geç kalıyor ve yalnızlaşıyor. Zamanı mikro ve nano saniyelerin kesiniliğinde doğru gösteren araç – gereçler, modern adam için aşkın doğru zamanını ölçemiyor.

Modern adam her ne kadar sırasını beklemeyi bilse de, istenilenleri yapsa da, hayallarine ulaşması mümkün değil. Arcade Fire grubu, vahşi kapitalist sistemin yaratmak istediği modern adamın artık yalnızca bir numaraya dönüştüğünü görüyor ve bu adama soruyor: “Peki, neden geceleri uyuyamıyorsun?” Peki modern adam hangi  numaraya mı dönüştü? Modern dünya bize o kadar çok numara yükelmiş ki, içlerinden bir tanesini seçmek zor. Vatandaşlık numarası, banka hesap numarası, IP adresi, cep telefonu numarası, Q-Matic’lerden alınan sıra numarası, PIN kodları, şifreler, vs. vs. vs.

Yalnızlık ve yabancılaşma, The Suburbs albümünün ruhuna işlemiş halde. Arcade Fire, bu albümde yabancılaşmanın arkasındaki yatan kişiliğin yitirilmesine tam gerektiği gibi dokunmayı başarmış; ancak sadece bireylerin kişiliksizleşmesi değil bu albümde anlatılan. Arcade Fire’ın esas derdi, yaşam alanlarına uygulanan tahribat sonucu ortaya çıkan kişilik yoksunu kentler. Kişinin kendisine yabancılaşmasının temelinde mekana yabancılaşmanın yattığını, “Suburban War” şarkısı şu sözlerle açıklıyor:

“This town’s so strange they built it to change
And while we sleep we know the streets get rearranged
With my old friends it was so different then
Before your war against the suburbs began”

(Bu şehir çok tuhaf, onu değişsin diye inşa etmişler
Ve biliyoruz ki biz uyurken sokaklar yeniden düzenleniyor
Eski arkadaşlarımla birlikte, o zamanlar çok daha farklıydı
Senin banliyölerle olan olan savaşın başlamadan önce)

Albümün dinlemesi en keyifli parçalarından birisi olan Sprawl II, tektipleşmeye tepki olarak alışveriş merkezlerine “ölü” sıfatını layık görüyor ve onları ardı sıra yükselen dağlara benzetiyor. Ne yazık ki içine kıstırıldığımız anlamsız değişimden kaçış bulamıyoruz. Modernizmin kaçınılmaz kuralı değişim; ancak işin içinde herhangi bir ilerleme olmayınca hem kendi anlamını yitiriyor, hem de çevresindeki değerlerin anlamını yok ediyor. Değişen zamanın yarattığı tahribatın boyutunu, ancak albümün içinde sık sık geçen savaş sözcüğü anlatabiliyor. 

Arcade Fire'a göre, anlamını yitirenlerin arasında çocukluk da yatıyor. Kendi çocuklukları ile zamane çocuklarını karşılaştıran grup, yein çocuklardan yana oldukça dertli. Onlara göre çocuklar, bu hafızası silinen kentler içinde açgözlü ve çok bilmiş olarak yetişiyorlar.Oynadığı oyunları dahi bilmeyen bu yeni çocukların hepsinin aynı renkte olduğunu söylüyor Arcade Fire ve kentin yeni halini şu şekilde tanımlıyor: "İçinde hiç çocuk olmayan bir şehir (A City With No Children In)"

City with No Children şarkısında geçen "Özel hapishanesi içinde yaşayan bir milyarderin harap olmaya bıraktığı bir bahçe (A garden left for ruin by a billionare inside of a private prison)" tanımlaması, bana Orson Welles'in ünlü Citizen Kane filmini hatırlattı. Citizen Kane ile The Suburbs albümü arasında yapılan ufak bir karşılaştırma da, bize modern tahribatın içinde değişmeden kalan iki noktayı gösteriyor. Bunlardan ilki, para kazanınca hemen kendi özel hapishanelerini inşa etmeye başlayan açgözlü milyarderler. İkincisi, ve sanıyorum hiç değişmeyecek olan nokta ise, insanların Rosebud'a duydukları özlem.

Filmler ve albümlerle ilgili düşüncelerimi aktarırken “Zeitgeist” kavramını kullanmayı sevmemin Almanya’da yaşamamla herhangi bir ilgisi yok. Esasen, içinde yaşadığımız zamanı anlamanın ve güne dair merak ettiklerini, heyacanlarını ve kaygılarını bizlere aktarmanın, sanatçıların sorumluluklarının bir parçası olduğuna inanıyorum. The Suburbs, hafıza yoksunu kentlerin, zamanın ruhuna ev sahipliği yaptığı gerçeğini çok güzel bir dille anlatmayı başarmış. Kanımca, günü yakalama konusunda, adını anmadan derin bir nefes alma ihityacı hissettiğim OK Computer’dan bu yana en başarılı albüm. 13 yıl önce yayınlanan OK Computer, 2000’lere geçişin sancılarını anlatmaktaki başarısıyla 10 yıl önceki Zeitgeist’ı bizlere bugün de hissettirmeyi başarıyor. Eğer The Suburbs de 10 yıl sonra geriye dönüp baktığımızda bu özelliğini koruyabilirse, bir klasik kazanmışız demektir.

Hiç yorum yok: