9 Nisan 2010 Cuma

İki Dil Bir Bavul - Anlamıyorsunuz, değil mi?


Şanlıurfa'da Demirciler İlköğretim Okulu'na atanan Emre Öğretmen'in, yanında getirebildiklerinin hepsinin içinde olduğu bavulunu odağına yerleştiren bir çekimle başlıyor İki Dil Bir Bavul. Uzun bir yolun sonunda ulaştığı köyde yaşayacağı şok sırasında tutunabileceği her şey o bavulun içinde; ancak yeni atandığı köyde yaşayacağı yabancılığı nesnelerin unutturması mümkün gözükmüyor. Okul açılmadan önce, şaşkın gözlerle tanımaya çalıştığı mekanda, uçsuz bucaksız bir alanda okulundan ve taştan başka bir şey göremiyor Emre Öğretmen, ümitsizlikle telefonuna sarılıp annesine dert yanıyor: "Bu kadar kötü bir yer hayal etmemiştim, hiç bir şey yok. Su bile yok."

Köydekilerin devletle olan ilişkileri, okula öğrenci olmakla, insanların devlet algısı da okulda geçirdikleri kimi için beş yıl, pamuk tarlasında çalışmak veya kardeşine bakmak zorunda olanlar içinse iki yıl olan süreyle sınırlı kalıyor. Çocukların okulda gördükleri ise, onlara anladıkları dilde konuşmayı yasaklayan, kimi günlerde bilmedikleri şarkılar söyleten, özünde iyi niyetli; ama yapabileceklerin sınırlılığı karşısında çaresiz kalan Emre öğretmen.


Film, öğretmen ile çocukların iletişimsizliğini vurgulamayı amaç edinmiş ve bunu yaparken oldukça sade bir dil kullanmış. İletişimsizliğin, veya karşılıklı niyetle değil zorunlulukla kurulan iletişimin yanlışlığı, öğretmenle Zilkif arasında geçen şu diyalogda açıkça görülebiliyor:

-Senin ailen var mı?
-Hayır.
-Nasıl hayır len.

Filmde ailesini gördüğümüz Zilkif'in bildiği tek Türkçe kelime "Hayır" olduğu için, sağlıklı iletişim kurmak da imkansızlaşıyor. Yönetmenin film sonrasında verdiği röportajda, bir yıl sonrasında Zilkif'in okuldan alınıp pamuk tarlasına çalışmaya gönderildiğini öğreniyoruz. Hayatı boyunca pamuk tarlasında çalışmaya mahkum olan Zilkif'in, "hayır"dan başka öğrenmesi gereken bir kelime olmadığını da anlıyoruz böylece; zira bu düzen içinde iletişim kurmaya çalışacağı insanlardan, hayatı boyunca "hayır"dan başka bir kelime duymayacak.


Farklı dilleri konuşan insanların arasında doğan iletişimsizliğin doğal bir getirisi de ilişki kuramamak. Geçen bir yıl boyunca, Emre Öğretmen'in köyle kurduğu ilişkinin ne kadar sınırlı kaldığını ve kaçınılmaz şekilde içinde yaşadığı topluma yabancılaştığını görüyoruz. Öğretmenin, "Çocuklarınızla Türkçe konuşun" diye öğüt verdiği veli toplantısında, bazı velilerin anlaması için Kürtçe çeviri yapılması zorunlu olunca, çözüm üretmek yerine sorunu ötelemenin pratikte nasıl sonuçlar verdiğini görüyoruz. Toplumun her bireyini kazanmayı kendine öncelik edinen politikalara duydğumuz ihtiyaç da ortaya çıkıyor.

Kürt sorununu, büyük adamların miting meydanlarında sarf ettiği iddialı sözlerden çıkarıp, küçüklerin yalın gerçekliğine indirgeyen bu filmin yönetmenleri, belli ki sinemanın toplumda pek çok şeyi değiştirebileceğine inanan insanlar. Nihayetinde ortada bir taraf olmadığını göstermek için, yakın çekimlere çok fazla yer vermeyen, üst ses kullanmayan ve müzikle seyircinin duygularını manipüle etmeyen bir filme imza atmışlar. Kapı arkalarından yaptıkları çekimlerle, seyircinin olayları belirli bir mesafeden gözlemlemesini tercih etmişler. Taraf tuttukları tek sahne ise, öğretmenin gidişinin ardından kameranın çocuklarla kaldığı sahne. Basit bir şekilde bize çocukların hala orada kaldıklarını hatırlatıyor.


Demirciler İlköğretim Okulu, devletin köye götürdüğü yegane hizmet olarak yapayalnız duruyor. Köydeki vatandaşların, devleti somutlaştırabildikleri yegane yapı. Evlere su bağlamayı kendine öncelikli görev edinmek yerine, sınıfa Atatürk Köşesi açıp dertleri görmezden gelen bir devlet var orada, uzaktaki köyde. Öyle bir devlet ki, öğretmenini çaresizliğe, çocuğunu pamuk tarlasına, köyünü susuzluğa, kendini de okuluna hapsetmiş. Hal böyle olunca taştan yapılarla kurulamayan iletişimi kurmak, yani soyut devletin yapamayacağını yapmak görevi biz vatandaşlara düşüyor. Birbirimizi anlamak ve gerçek anlamda bir toplum olmak için de, dilden bile önce empatiyle işe başlamamız gerekmiyor mu? Empatiyi sağlamak için atılacak ilk adımlardan biri de bence bu filmi izlemek olmalı.

Dünya Kupası Finalistleri #9 - İngiltere


Son Avrupa Şampiyonası'na katılamayarak tüm dünyayı şaşırtan futbolun beşiği İngiltere, Fabio Capello'nun klasik sihirli dokunuşuyla potansiyeline ulaştı ve elemelerde Dünya Kupası'na katılmayı garantileyen ilk ekiplerden biri oldu. Bu yazıda İngiltere'nin bu turnuvadaki şansını inceleyeceğiz.

Beklentiler

Kendi evindeki son maçında Wembley'de Hırvatistan'a yenilerek son Avrupa Şampiyona'sına katılamayan İngiltere, McClaren'ı ülkeden sürüp yerine Capello'yu göreve getirerek başladı elemelere. Ve makus talihleri onları gene Hırvatistan'la aynı gruba düşürdü. Ama bu sefer Capello'nun takımı iki maçta da Bilic'in havasını alıp Hırvatistan'ı rezil etti, bu da yetmedi Ukrayna'ya da tabiri caizse yatıp, Hırvatistan'ın playoff ' a kalmasını önledi. (İlginçtir ki Hırvatistan'a 3-2 yenilginin en büyük sorumlusu Robert Green, Ukrayna maçında 12.dk'da atılarak intikamını aldı.)

Genel kanı, bu form grafiği ve potansiyelle İngiltere'nin bu turnuvanın en önemli şampiyonluk adaylarından biri olduğudur.

İyimser Senaryo

İlk gruplarda bırakın beraberliği, ABD, Cezayir ve Avustralya'nın ilk yarıları mağlup kapamamalarının mucize olacağını düşünüyorum. D grubundan gelecek Almanya dışındaki herhangi bir takımın da şansı yoktur 2. turda. Çeyrek finale gelebilecek en dişli takımın Domenech'li Fransa olduğu düşünülürse, Capello yarı final cepte diye düşünüyordur. Yarı finalde muhtemelen Hollanda- Brezilya galibiyle oynayacaklar. O maçın galibinin şampiyon olacağını düşünüyorum.

Kötümser Senaryo

En kötü senaryo ise Almanya'nın bir şekilde D grubunda 2. olması sonucu İngiltere'nin yoluna çıkması olabilir. Her ne kadar Almanya'nın İngiltere kalitesinde olmadığını düşünsem de, belki Premier Lig ve Şampiyonlar maratonlarının yorgunluğunun oyuncular üstündeki etkisi, ya da John Terry olayının takım içinde yaratabileceği olumsuzluklar (Her ne kadar Bridge milli takıma Terry varken gelmeyeceğini söylese de Terry'nin orada bulunması bazı oyuncuları rahatsız edebilir.) bir şekilde İngilizleri çok erken evine gönderebilir.

Muhtemel Kadro

Diziliş: 4-4-2

Kaleci: Robert Green

Defans: Glen Johnson- Rio Ferdinand- John Terry- Ashley Cole

Orta Saha: Aaron Lennon- Frank Lampard- Gareth Barry- Steven Gerrard

Forvet: Wayne Rooney- Emile Heskey

Form durumlarına göre, Lennon yerine Walcott, Wright-Phillips, Milner veya Ashley Young girebilir.

Yıldız Oyuncu: Wayne Rooney


Bu kadar önemli yıldızın bulunduğu takımda belki de vazgeçilemeyecek tek oyuncudur Rooney. Sonuçta imkansızlıklardan partnerinin Heskey( ki form durumuna göre Crouch ya da Defoe de olabilir.) olduğu düşünülürse, onun yaşayacağı en ufak sakatlık, İngiltere'nin gol atmasını çok zorlaştırır. Özellikle C.Ronaldo'nun ayrılışından sonra bu sene Manchester'da gösterdiği inanılmaz performans turnuvaya da yansırsa, İngiltere'nin durdurulması imkansızlaşır.

Patlama Yapması Muhtemel İsim: Leighton Baines


Bridge gelmeyeceğini açıkladıktan sonra Cole'nin yedeği olabilecek tek isim konumda Baines. U-21'de sürekli oynayan Baines, Cole'nin sakatlığı durumunda (ki şu sıralar halen sakat) yerini rahatlıkla doldurabilecek konumda. Everton'da bu sezon iyi bir form yakalayan Baines, Mısır'la olan son hazırlık maçında ilk defa milli olup 90 dakika forma giydiğini belirtelim.

Bir Portre: Gareth Barry

Öyle bir takım düşünün ki, şu anki kaptanı zamanında alışveriş yaptığı bahanesiyle uyuşturucu testinden kaçan ve 8 ay futboldan men cezası almış, bir önceki kaptanının yediği naneler, bizim kadın programlarına konu olur. Önde gelen oyunculardan Gerrard zamanında bar kavgasına karışmış, Rooney hayat kadınıyla basılmış, Lampard'ın şu anki kaptanla birlikte içinde bulunduğu seks kaseti televizyonlara düşmüş. İşte böyle bir takımda örnek futbolculuğuyla ve kişiliğiyle öne çıkan bir isim Gareth Barry. Belki de bu turnuvadaki iyi futboluyla City'den daha iyi bir kulübe geçecek.

6 Nisan 2010 Salı

İlahi FM! #2

İnadına Frank


Dayan be Frank. Yakalım bi' sigara, bi' soluklanalım. Sonra da şu manavları ayıklayalım takımdan. Haldun'a söyleriz, güzel ön liberolar alır bize. Düzelir her şey elbet. Sen kulak asma kimseye, kal bizimle. Aslan parçası.

5 Nisan 2010 Pazartesi

Le salaire de la peur - Kamyon, Linda, Nitrogliserin

Çağdaşı Hitchcock gibi gerilimin ustası olarak görülen Henri-Georges Clouzot'nun, Cannes ve Berlin film festivallerinden büyük ödülle dönen 1953 yapımı "Le Salaire de la Peur" filmi, özenli çekimleri ve ışık ve gölge kullanımı sayesinde ortalama aksiyon filmlerinin çok ötesine geçmeyi başarıyor. Yeni Dalga öncesi klasik Fransız sinemasının önemli örneklerinden olan bu filmde, 2. Dünya Savaşı sonrasının karamsar atmosferi belirgin biçimde hissediliyor. 2000 dolarlık ücreti alabilmek adına, nitrogliserinle yüklü kamyonları dağ bayır demeden sürmeyi kabul eden, bir anlamda ölüme yolculuk yapan erkeklerin hikayesinin alt metninde de kapitalizme ciddi eleştiriler yer alıyor.


Clouzot'nun karamsar dünyası, dönemin ruhuyla uyum içinde bizlere aktarılıyor. Hikaye Güney Amerika'da geçmesine karşın, 2. Dünya Savaşı'nın sonrasında Avrupa'nın içine girdiği bunalımın yansımaları görülebiliyor. Zaten nitrogliserin yüklü kamyonlarla yola çıkan karakterlerin hepsi Avrupalı, filmin içinde sürekli Fransızca, İngilizce ve az sayıda Almanca repliklerin geçmesi de izleyiciye Avrupalı karakterlerle bir arada olduğunu sık sık hatırlatıyor. Güney Amerika'nın bu filmdeki rolü daha çok, sıcağıyla içinde yaşayanları baskı altına alan bir mekan yaratıyor. Mario'nun Fransa'dan gelen arkadaşı Jo'ya dediği gibi, içindeki işsizler ordusu ve insanların üzerinden eksik olmayan bunalım ile burası bizlere bir hapishaneyi anımsatıyor.

Ana karakterleri daha iyi tanımamız açısından da mekanın filmde büyük önemi var. Öncelikle canları pahasına bu kamyon yolculuğuna çıkanların aidiyet duygusundan yoksun olduklarını anlıyoruz. Uzun yolculuklar sonucu geldikleri bu yerden memnun olmadıkları gibi, belli ki geldikleri yerlere karşı da bir özlem duymuyorlar. Böylece, yolculuğa çıkanların geride bıtraktıkları bir şey olmadığını görüyoruz. Filmin esas oğlanı Mario'nun bir kız arkadaşı var(Linda); ancak Mario'nun kıza karşı film boyunca soğuk davranıyor. Bu ölümcül yolculuğa çıkmadan önce Linda, Mario'ya vazgeçmesi için adeta yalvarırıken, Mario kızı kamyonun kapısını açarak aşağı atıyor, böylece Mario'nun kızın varlığını çok da umursamadığını anlıyoruz. Kadın, bu filmde daha çok atalarımızın "At, Avrat, Silah" üçlemesinin "Kamyon, Linda, Nitrogliserin" şeklinde oluşan modern versiyonunu tamamlamak için filme konmuş durumda.

Hiç bir şeye inanmayan, hiç kimseye bağlanamayan 50'li yılların varoluşçu romanlarında da sıklıkla rastaldığımız karakterlerle karşıyayız. Kimseye bağlanamayan bu karakterlerin tek bağımlılığı ise adrenalin. Zaten, onlarca yolu aşıp Güney Amerika'ya gelen insanların serüvenci bir ruha sahip oldukları ortada, yolculuğa çıkarken de yaşayacakları serüveni 2000 dolardan daha önemli gördükleri hissine kapılıyoruz. Yolculuk öncesi ve sonrasında devam eden iktidar savaşları da tamamen erkek dünyasını yansıtan bir film ortaya çıkarıyor.


Bireyler arasındaki iktidar savaşı devam ede dursun, bölgede mutlak iktidara sahip olan ise şüphesiz SOC (Southern Oil Company). Dışarıdaki işsizlerin, sendikalı işçiler üzerinde bir tehdit olarak kullanıldığı ve paraya muhtaç insanların canlarını riske atmakta sakınca görmeyen patronların var olduğu kapitalist düzen, SOC üzerinden açık biçimde eleştiriliyor. "Eğer petrol varsa onlar da fazla uzakta olmazlar" repliği, ABD söz konusu olduğunuda günümüzde de geçerliliğini koruyan bir önerme. Zaten geçitği sokaklarda insanların varlığından bihaber olan SOC'nin özel polisi de, Irak'taki Amerikan askerlerini hatırlatıyor. Film, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, 1955'te ABD'de vizyona girerken ciddi oranda sansüre uğramış.

Filmle ilgili görüşlerimi sonlandırırken, sansüre uğrayan sahnelerden birisini aktarmak isityorum. Ölüme yolculuk yapmayı reddeden bir işçinin (Dick) ardından, kamyon şoförlerinden Bimba, "Deli mi bu?" diye sorar. Bunun üzerine SOC'nin patronu O'Brien, kapitalizmi iktisat kitaplarından çıkarıp pratiğini özetleyen şu konuşmayı yapar: "Kim daha deli? Belki Dick, belki de siz; ama her iki durumda da SOC değil."

4 Nisan 2010 Pazar

KOCAELİSPOR...


Bu sezon Bursaspor ile nasıl gurulandıysak aynı şekilde Kocaelispor'un durumuna da bir o kadar üzülüyoruz. Yıllarca süperligde mücadele eden, 2002 yılında Türkiye Kupası'nı kazanmış bir ekip olan Kocaelispor düştüğü maddi zorluklara daha fazla dayanamadı ve Bank Asya 1.lig'in bitimine 5 hafta kala küme düşen ilk takım oldu. Güçlü bir taraftara sahip bir şehrin tek takımı olan ekip nasıl oluyor da bu duruma düşüyor anlamak gerçekten zor. Başkan Muammer Çelik takımı çok zor şartlar altında sahiplenerek örnek bir davranış sergilemişti sezon başında, sadece 14 oyuncuyla zeona başlayan ekip bu genç oyuncularla ligin ilk yarısında gerçekten çok mücadele etti ama tecrübe eksikliğinden dolayı son sıradan kurtulamadı. İkinci yarının başında takım geçen sezon küme düştüğünde ayrılan birçok tecrübeli oyuncu takıma geri döndü. Herkes umutlandı büyük bir toparlanma süreci için ama beklenen patlama bir türlü olmadı. Kaptan Serdar Topraktepe, Murat Hacıoğlu, Adem Çalık, Ali Çamdalı, Ali Cansun, Ali Bayraktar, Uğur Yasan, Ercan Ağaçe, Fevzi Tuncay, Cem Sinan Vergül, Levent Kartop ve Ahmet Dursun gibi isimlerin tecrübeleri ile kümede kalma mücadelesi veren ekip istikrarı bir türlü tutturamadı, çok iyi mücadele ettiği maçları da son dakika golleriyle kaybedince küme düşmekten başka çare kalmadı. Başkanın çabaladığı kadar biraz da Kocaeli halkı ve özellikle de büyük bir sanayi şehri olan Kocaeli'nin sanayi devleri birazcık olaya el atmış olsalardı durum çok farklı olabilirdi ve ligin lokomotif ekiplerinden biri olan bu takım süperlige bu sezon tekrar çıkamasa da en azında 1.ligden de düşmezdi. Umuyorum ki Başkan Muammer Çelik baş koyduğu bu yoldan geri dönmez ve seneye tekrar Kocaelispor'u önce Bank Asya 1.lig'de ardından da esas layık olduğu yer olan Süper lig'de görebiliriz. Başarılar Kocaelispor...

3 Nisan 2010 Cumartesi

Editors - In This Light and On This Evening


2005 yılında Bullets isimli single'ıyla ismini, İngiltere'den çıkan yeni ve başarılı bir grup olarak duyurmayı başaran Editors, 2009'un son aylarında 3. albümü In This Light and On This Evening'i yayınladı. Çıkış albümleri The Back Room'dan bu yana, Rock müzik açısından pek üretken olmayan 2000'lerde hatırlanacak parçalara imza atmayı başardılar; ancak bu başarılı şarkılarını bütün bir albüme yayıp hatırlanacak bir albüm oluşturamadılar. Farklı bir ses düzenine sahip olan 9 şarkılık yeni albümleri de bu tanıma uygun şekilde kaliteli parçalar barındıran; ancak yıllarca hatırlanacak seviyeye gelemeyen bir albüm olmuş.

Editors hayranları için bu albüme alışmak biraz zor oldu, zira gitarların ön planda olduğu klasik bir albümden ziyade elektronik altyapının hakim olduğu bir albümle karşılaştılar. Henüz üçüncü albümde böyle bir değişikliğe ihitiyaç duymaları açıkçası bana şaşırtıcı geldi. Yine de dinledikçe alışılan bir albüm olduğunu ekleyeyim. Albümü dinledikten sonra, her albümlerinde olduğu gibi bu albümlerinde de en iyi şarkılarını ilk sıraya koyduklarını gördüm. Editors'ın, Londra'ya duyduğu aşkı "London's become, the most beautiful thing I've seen" dizeleriyle anlattığı ve albüme de ismini veren In this Light and On This Evening şarkısı, bana göre bu albümün unutulmayacak parçası olmuş. Bu güzel girişin ardından, çıkış parçası Papillon ve You Don't Know Love ile albüm tempo kazanıyor; ancak sonrasında bu hızı tekrar yakalayamadan mini albüm sonlanıyor.

Son yıllarda Radiohead, Coldplay gibi Rock müziğin en başarılı gruplarını çıkarmayı başaran İngilizlerin beklentilerimizi artırdığı bir gerçek, anlaşılan Editors bu beklentileri karşılamak adına bizleri biraz daha bekletecek. Belki de Editors'ı başkalarıyla karşılaştırmadan albümün keyfini yaşamak daha iyi olacak. Son olarak grubun en beğendiğim beş şarkısını, Editors ile tanışmak isteyenler için yazıya ekliyorum.