14 Aralık 2010 Salı

Beşiktaş 2010-11 Sezonu Alternatif Forma


Ligde alınan istenmeyen sonuçlara karşın UEFA'da yoluna devam eden Beşiktaş, sezonun geri kalanında giymek için hazırlattığı yeni alternatif formasını yakın bir zaman içinde basına tanıtacak. Bön Libero olarak ele geçirdiğimiz formanın dizaynını sizlerle paylaşmaya karar verdik. Taraftarların 2003-04 sezonundan bu yana devam eden kırmızı forma hasreti de bu şekilde sonlanacak gibi görünüyor. Yeni formanın neden ana sponsor olan Adidas'tan başka bir firmaya hazırlatıldığı sorusuna ise henüz tatmin edici bir cevap alınamadı.

12 Aralık 2010 Pazar

Tek Kişilik Gösteri Olarak Sergen...


"Bizim ev yakındı problem olmuyodu" buyurmuş Sergen Yalçın. Vallahi hakkı var. Ev yakın oldu mu bizde de sorun çıkmazdı hiç.

Ama videonun başı daha çok yarıyor beni. Ercan Taner'in "Doğru mudur bu?" sorusuna verdiği "Doğru, doğru. Net olarak biliyorum ben." yanıtı yok mu... Sen bilmezsen kim bilecek di' mi!

Böylece "Bayern Münih", "Tabata-Baklava", "O 10 yabancının 6sı futbola yabancı" gibi unutulmaz sözlerine bir yenisini daha ekledi kendisi. Devamını bekliyorum şahsen.

10 Aralık 2010 Cuma

Bursa - Beşiktaş düşmalığı...


Başlıkta düşmalığı diye bahsettim çünkü bu anlaşmazlık gün geçtikçe anlaşmazlıktan çıkıp düşmanlığa ve savaşa dönüyor. Bu olayların buralara gelmesi o kadar gereksiz ve anlamsız ki. Olmayan bir nedenden doğan bu olaylar üzerinden yaklaşık 7 yıl geçmesine rağmen sürekli büyüyerek devam ediyor ve bu Türk futbolunun iki şampiyonluk yaşamış kulübüne büyük zarar veriyor. Ama olayların asıl nedeninin ortada olan hiçbir şey yokken çıkmış olması bu durumu daha da can sıkıcı hale getiriyor.

Olayın çıkış noktasına gelirsek; o tarihe kadar ligde 4 büyükler diye adlandırılan Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe ve Trabzonspor haricinde lig tarihinde küme düşmeyen tek takım Bursaspor'dur. Ve o sezon Beşiktaş lige müthiş bir giriş yapar, 2. sıradaki Fenerbahçe ile puan farkı ilk yarı sonunda 11 olmuştur. Ancak ne olduysa ligin ikinci yarısının ilk maçı olan Samsunspor maçıyla başlar. Beşiktaş 11 puan farkla lider çıktığı ikinci yarının ilk maçında İnönü'de Samsunspor karşısında Hakem Cem Papila yönetiminde (ki bu maçta gösterdiği "inanılmaz" performans kendisine jübile yaptırmıştır) çıktığı maçta alakası olmayan 3 kırmızı kart gördükten sonra maçı bırakmış ve tribünlerin de baskısıyla İlhan Mansız takımı adına 5. kırmızı kartı görünce Beşiktaş maçı hükmen kaybetmiştir (maçın sonucu o anki skor 4-0 olduğu için öyle sayılmıştır) ve Beşiktaş'ta bu maçla başlayan kopuş son maça kadar sürmüştür.


Bu ilk yarıyı namağlup lider tamamlayan Beşiktaş'ın o sezonki ilk mağlubiyeti olmuş ve Beşiktaş o sezonu lider Fenerbahçe'nin 14 puan gerisinde 62 puanla 3. tamamlamıştır. Bursaspor ise o sezona çok kötü başlamış ve ilk yarıda sadece 2 galibiyet alarak 13 puan toplayabilmiştir. sezon sonunda ise 40 puanla küme düşmüştür ve ne olduysa işte buradan sonra olmuştur. Beşiktaş'taki düşüş sezonun son maçına kadar devam etmiş ve takım o kadar kopmuştur ki ligde son 6 maçından 2 puan alabilmiş son 4 maçını ise kaybetmiştir.

Ama Bursaspor'u rahatsız eden, Beşiktaş'ın kaybettiği son iki maçını düşme hattında bulunan ve Bursaspor ile düşmeme mücadelesi veren Akçaabat Sebatspor ve Çaykur Rizespor'a kaybetmiş olması ve bu takımların ikisinin de Bursaspor'un 2 puan önünde ligi bitirerek ligde kalmasıdır. Beşiktaş'ın Sebat ve Rize'ye hatır şikesi yaptığına ve Bursaspor'un da bu nedenle küme düştüğüne bu düşüşün de tek sorumlusunun Beşiktaş olduğuna inanmaktalar ancak o döneme geri dönersek o kadar kötü durumda bulunan ve 3.sıradaki yeri ligin bitiminden 5 hafta önce garanti olan bir Beşiktaş son 6 maçın neredeyse tamamına yedeklerin ve as oyuncuların karmasıyla çıkmış ve bu 6 maçtan sadece 2 puan alabilmiştir. Bursaspor ise son 7 maçında 6 galibiyet alıp sadece Trabzonspor'a kaybetmiştir. Bursaspor'un düşme hattındaki rakipleri olan, Sebatspor son 6 maçından 5 galibiyet, İstanbulspor son 6 maçından 4 galibiyet 1 beraberlik, Rizespor son 6 maçından 3 galibiyet çıkarmışlardır. O sezon 29 haftada 5 galibiyet alan Bursaspor son 5 maçında 5 galibiyet almıştır.

Bursaspor'un küme düşmesinin tek sebebinin Beşiktaş'ın kaybettiği 2 maç olmadığı çok açıktır. Belki Bursa 29.haftada Trabzon'a kaybetmese yine kümede kalacaktı ama olmadı. Olayların aslı ve en başı bu şekildedir ve bu olayların artık bir an önce önüne geçilmesi ve kapatılması gerekmektedir. Bir Bursa'lı olarak bence hem Bursaspor hem de Beşiktaş kulüplerinin yöneticilerinin bir an önce bir araya gelmesi ve daha fazla kan dökülmeden bu olayı çözmeleri gerekmektedir. Umuyorum ki futbol ülkemizde artık sadece saha içinde yapılan insanların eşleriyle, çocuklarıyla gidebildiği bir spor olur....

(Yaz Helvası'ndan ufak bir düzeltme: Samsunspor - BJK maçında 5. kırmızı kart görüldüğünde skor 4-1'di. Hükmen yenilgi nedeniyle maçın skoru 4-0 olarak tescil edildi.)

9 Aralık 2010 Perşembe

Beşiktaş - Bursa: Kimliksizlik Kavgası


Burada tam bir yıl önce fanatizm üzerine yazdığım yazı halen geçerliliğini koruyor. Buna karşın pazar günü yaşanan olaylarla ilgili yeni bir yazı yazmamak, iş dönüp tuttuğum takıma gelince susmak olarak da algılanabileceği için, cezaların verildiği günde bloga bir şeyler karalama ihtiyacı hissettim.

Blogdaki dostlarımdan zerdüşt'le geçen yıl sonunda yaptığımız muhabbete, farklı algıları kavramak için aydınlatıcı olduğuna inandığım için burada yer vermek isterim. Beşiktaş taraftarı üzerine yaptığımız bir tartışmada ben Beşiktaş taraftarının sol eğilimleri olan bir tribüne sahip olduğunu iddia ederken, o ise tribüne yapılan bu tip atıfların daha çok bir bayrak altında toplanan serseri takımının kusurlarını örtmek için kullanıldığını söylemişti. Ben, yıllardır maçlarda açılan çeşitli pankartlarla birlikte İnönü'de Galatasaray maçı öncesi Kazan önünde insanlarla tekel işçilerinin eylemi üzerine yaptığım tartışmayı öne sürdüm. O ise 4 yıl boyunca Beşiktaş civarında ikamet eden bir Fenerbahçeli olarak, Ankara'da Ankaragücü taraftarının yarattığına benzer şekilde "çArşı" montlu şiddete meyyal adamların yarattığı tehditkar havadan şikayetçiydi.


Bu iki algıdan hangisi sahte, hangisi gerçek? Son günlerde yaşanan olayların medyadaki yansımalarına bakarsak sevgili dostum fazlasıyla haklı görünüyor. Şiddet üzerinden kendi varlığını ispat etmeye çalışan bir grup gencin kimlik olarak kendilerine Beşiktaş ve Bursaspor'u uygun görüp adam yaralamalara varan olaylar çıkardıklarına şahit olduk. Bir tarafta yıllarca rakip tribünler tarafından "eşcinsel" olmakla suçlanan(nesi suçsa) Bursalılar, bir nedenden dolayı (hatır şikesi yapıp Bursa'nın küme düşmesine neden olma) nefret ettikleri Beşiktaşlılardan intikam almak için mekan basacaklardı. Beşiktaş'ın gönüllü kolluk kuvvetleri olan taraftar grupları da Bursalılara mekan basmanın kimsenin haddine olmadığını ispat edecekti. Küçükken Pal Sokağı Çocukları'nı okuyan herkesin bildiği gibi şiddetin doğması için gruplaşma ve bir küçük arsa yeterli sebeplerdir. Kavganın sonunda gördüğümüz fotoğraflardaki yaralılar da yeni Nemeçekler olarak kayıtlara geçtiler.

Buraya kadar yazdıklarımın içindeki hem dostumla benim verdiğim örnekler sırasında, hem de kavgaya karışan Bursalılarla Beşiktaşlıların yaptığı ortak bir hata varsa o da gerek üzerinden kendimizi tanımladığımız, gerekse ötekileştirdiğimiz kimlikleri basite indirgememizdir. Medyanın basite indirgeme harekatının ise bilinçli olarak yapıldığına inanıyorum. Bu noktada hatamdan dönmek için bir adım atmak ve genel tanımlamalar üzerinden hareket etmek istiyorum.


Beşiktaş ile başlayalım. Beşiktaş tribünlerinin bu kadar çeşitlilik göstermesinin temel nedeni Beşiktaş'ın kendi kimliğini öncelikle kazanmak üzerinden tanımlamasıdır. Beşiktaş öncelikle Türkiye'nin 3 büyüğünden biridir, İstanbul gibi kozmopolit bir şehirde konumlanmıştır ve bu nedenle toplumda farklı sınıflardan, etnik kökenlerden yani genel olarak farklı kimliklerden geniş bir kesime hitap eder. Yalnızca hakim tribünü sol eğilimlidir, 30000 kişiyi tek hareketle susturan tribün liderinin Ermeni asıllı olması bunun güzel bir ispatıdır; ama Beşiktaş kimliğinin içine politik bir duruşu yerleştirmek oldukça zorlama olur. Beşiktaş kimliğinin diğer takım kimliklerinden farkını daha geniş bir siyasi yelpazeye sahip olmasıyla açıklayabiliriz. Ama çatıyı oluşturan kimlik Beşiktaş'ın kazanma, rakibi alt etme gücüdür ve bu iktidar hevesinin her alanda şiddeti yanında getirme potansiyeli vardır.

Bursaspor da tek başına bir bütün şehri temsil etme iddiasında olan bir kulüp. Beşiktaş kadar büyük ölçekli olmasa da yine de tek bir ideolojik kalıba indirmek için fazlasıyla büyük olan bir kulüp. Hakim tribünün tavrını görmek için ise 2006 Akbank Kısa Film Festivali'nde gösterilen 'Yürüyoruz' belgeselinden bir örnek vermek istiyorum. O belgeselde gay-lezbiyen örgütlerini taşlamaya karar veren Teksas grubu üyelerinden birisi "Bunlar yüzünden neler çekiyoruz" diyordu. Bursa tribünün ortak hafızasında da yıllardır devam eden eşcinsellik yakıştırmasından doğan bir tepki var. Erkeklik, milliyetçilik, homofobi zaten kol kola yürüyen tepkiler ve bu tepkilerin birleşiminden doğan Bursa tribünün hakim görüşü diğer tribünlere göre daha sağcı kalıyor. Meşhur Diyarbakır olaylarının ardından pazar günü atılan "ermeni köpekler" sloganları ve adı geçen belgeselde eşcinsellere karşı yapılan saldırılar şehri değil suçu işleyenleri bağlar; ama şehir üzerinden kazanan bir kimlik yaratmaya çalışmanın her zaman böyle sorunlar doğurabileceğinin bilincinde olmak gerekir.


Bu tanımlamalardan hareketle Beşiktaş Bursa taraftar olaylarını kimlik üzerinden değil toplumdaki genel kimliksizlik halinden doğan bir kavga olduğuna inanıyorum. Daha uzun bir açıklama için eski yazıma verdiğim linke tıklayabilirsiniz; ama sorunun ikinci boyutuna, yani kendi kimliğimizi oluşturmak için üzerine basmaktan kaçınmadığımız "öteki" kimliklere karşı işlenen suçlara değinmeden yazıyı bitirirsem kenidmi vicdanen suçlu hissederim. Bu noktada İbrahim Altınsay'ın 2002 yılında Pascal Nouma için Beşiktaş tribünlerinde açılan 'hepimiz zenciyiz' pankartı üzerine dediklerini hatırlayalım:

"Her türlü ayrımcılığa aynı tepkiyi verdiğimiz zaman ‘hepimiz zenciyiz’ sözünün bir anlamı, bir değeri olacak. Tribünlerde, ‘Hepimiz Kürt’üz, Ermeni’yiz, Rum’uz, Filistinli’yiz, Alevi’yiz, Hıristiyan’ız, Yahudi’yiz, ateistiz, kadınız, eşcinseliz, yaşlıyız, çocuğuz, engelliyiz…’ dediğimizde."

Beşiktaş taraftarı geçen sekiz yılda burada yazan bazı maddelere karşı olan hassasiyetini pankartlarıyla dile getirdi. Pazar günü yaşanan olayların ardından ise şiddeti toplumdan kazımak için Bşeiktaş taraftarınca atılması gereken yeni adımlar var. Bugün Ermeni tribün lideri nedeniyle ırkçı söylemlere maruz kalan Beşiktaş taraftarından Hrant Dink'in katlinin ardından açılan "hepimiz ermeniyiz" pankartını bir kez daha açmalarını bekliyorum. Bunun yanında seyircisiz maçlar için Diyarbakır adresini verirken salt Bursa ile uğraşma amacında olmadıklarına inanmak istiyorum.Bu durumun, 6 yıl önce İnönü'de atılan "PKK dışarı" sloganlarının ardından Diyarbakır ile barışmak için bir fırsat olarak kullanılmasını ümit ediyorum. Son olarak, Türkiye'de lafı bile edilmeyen eşcinsellere karşı ayrımcılığın da ırkçılıktan farksız olduğunu fark etmelerini ve "onlar ırkçı tezahürat yaptı" bahanesiyle eşcinselleri aşağılamak suretiyle Bursa'ya yapılan tezahüratların da son bulmasını istiyorum. Bütün bunları başardığımız takdirde dostumun karşısına mensup olduğum taraftar grubuyla gurur duyarak oturabilirim.

6 Aralık 2010 Pazartesi

Xavi mi, Iniesta mı?


Sonunda bunu da yaptılar. Bir elmanın iki yarısı dediğimiz, birbirinden ayrılması imkansız dediğimiz Xavi ve Iniesta'yı altın top için karşı karşıya getirdiler. FIFA'dan bir yetkili kişi de çıkıp "Yahu bunlar İspanya ve Barcelona'da birbirlerinin numaralarını giyecek kadar birbirinden ayrılmaz bir ikili, ödüle ikisini birden tek isim olarak aday gösterelim" demez mi kardeşim? Böylelikle bir sezonu Ş.Ligi dahil 3 kupayla kapatıp bir de Dünya Kupası finali oynayan Sneijder'de son 3 adaydan biri olma şansını kazanırdı. Messi zaten bu sezonluk aradan çekilir, bu yıl aday olan 3 adam sezon boyu sağlam kalırsa 2011'de yeniden çıkıp bu ödülü alır diye düşünüyorum. Tabii Messi ile birlikte Barcelona altyapısından çıkan 3 ismin varlığı la Masia'nın ne kadar büyük bir okul olduğunun bir diğer kanıtı.

Peki bu yıl ne olacak? Dünya şampiyonu İspanya'dan Xavi mi, yoksa Iniesta mı ödüle layık? Bir tarafta akıllara ziyan pas yüzdeleriyle rakipleri bunaltıp modern orta sahanın tanımını yeniden yaptıran "la Maquina", diğer tarafta Dünya Kupası finalinde attığı golle "Madridlilerin en sevdiği Barcelona'lı, Katalanların en sevdiği İspanyol" olmayı başaran "Anti-galactico". 2008'den bu yana ne Barcelona ne de İspanya bu ikilinin birlikte sahada olduğu hiç bir eşleşmeyi kaybetmedi. Tekli maçlarda zaten İspanyollar 2008 ve 2010'u kazandılar, Barcelona da oynadığı hiç bir finali kaybetmedi. Çift ayaklı eşleşmelerde sadece Ş.L'de Inter ve kupada Sevilla'ya elendiler. Inter maçlarında Iniesta sakatlığı nedeniyle yer alamazken, Sevilla eşleşmesinin ilk maçında Xavi sahada yoktu. Ligi de zaten iki buçuk yıldır domine ediyorlar. İki yıldır alınan şampiyonlukların yanında bu sezon da Nou Camp'da Real Madrid'i 5-0 yenerek Madrid başkanı Florentino Perez'in kalp doktorunu ihya ettiler.


Perez demişken, aceto balsamico'nun daha önceleri belirttiği gibi kendisinin bu akıl almaz top oynayan Barcelona takımını oluşturan isimlerin başında geldiğini eklemeliyim. 2000 yılının yaz aylarında Figo'yu renklerine bağlayarak Barcelona'ya ölümcül bir darbe vurduğuna inanan Perez, 2000'lerin başında galactico'larıyla topladığı kupalara ve Barcelona'nın 4 yıllığına içine düştüğü krize baktığımızda oldukça mantıklı bir hamle yapmışa benziyordu. Ama Barcelona Figo'nun attığı kazığı çok iyi yorumladı ve şu sonuca vardı: "Ne kadar iyi yıldızlar alırsak alalım, Real Madrid'in mali gücü bu adamları elimizden almaya yeter. Bu yıldızları kulübe bağlamak için tek şansımız aidiyet duygusu yaratmak." Katalanca'da çiftlik anlamına gelen ve artık tüm futbolseverlerin hafızalarına kazınan "la Masia" bu yıldızların yetiştirilmesi için ideal yerdi. Bu nedenle bugün ödüle 3 la Masia mezununun aday olmasını futbol severler olarak biraz da Perez'e borçluyuz. Yeri gelmişken kendisinin bu ödülü hakkıyla verebilecek ender isimlerden biri olduğunu düşünüyorum. Yalnız doğru cevabı almak için soruyu biraz değişik sormak gerek: "Eğer bu oyunculardan yalnız birini Real Madrid'e transfer etme şansın olsaydı, Xavi'yi mi yoksa Iniesta'yı mı alırdın?"

Bugün 3 altın top adayı çıkaran kulübün teknik direktöründen bahsetmemek haksızlık olur. Rijkaard döneminde kırılan Real Madrid hegemonyası ve kazanan takım kimliği 2008 yazına gelindiğinde sarsıntıya uğramıştı. Xavi, Champions dergisine verdiği demeçte o yaz kontrat yenilemeden önce Manchester United'dan gelen bir teklifi değerlendirmeye aldığını itiraf ediyor. Bu noktada A takım seviyesinde hiç bir deneyimi olmayan Pep Guardiola'ya koltuğu emanet etmek, yalnızca Laporta gibi bu kulübün felsefesini benimseyen ve bunu politikaya alet etmekte beis görmeyen bir başkan tarafından atılacak bir adımdı. Eski takım arkadaşına sonuna kadar inanan Xavi, orta sahada formasını emanet olarak aldığı adamı yüz üstü bırakamazdı. İşte kulübe aidiyetin başarıyı nasıl sağladığına bir örnek.


Guardiola ve Xavi ilişkisinden bahsederken aralarında geçen bir diyaloğu tekrar buraya taşımak istiyorum. 1999 yılında düzenlenen 15 yaş altı kulüpler turnuvasında şampiyonluk kupasını Iniesta'ya veren Guardiola, A takıma geri döndüğünde Xavi'ye "Sen beni takımdan çıkaracaksın; ama o (Iniesta) ikimizi birden dışarı atacak" diyor. Bugün üçü de aynı takım birlikte çalışma fırsatını yakaladılar. Iniesta'nın 2010 Dünya Kupası finalinde gol attığı veya 2009 yılında Chelsea ile oynanan yarı finaldeki gibi kritik anlarda sahneye çıktığı için listede olduğunu düşünenler için küçük bir istatistik not aktaralım: Iniesta Barcelona'nın tüm kupaları topladığı 2008/09 sezonunda toplam 59 asiste imza atan özel bir yetenek.


Bütün bu akıl almaz istatistikleri elde etmiş olan ikiliyi hiç bir ödül için ayırmaya niyetim yok, o nedenle başlıktaki soruyu yanıtlandırmayacağım. Tek isteğim başta belirttiğim mucizenin oylamada yaşanması ve Xavi ile Iniesta'nın eşit sayıda oy alarak bu ödülü paylaşmalarıdır. Yazının sonunda neden bu kadar başarılı olduklarına dair soruyu da Xavi yanıtlasın: "Bizim oyun tarzımızın hiç bir zaman modanın dışında kaldığına inanmıyorum. Teknik direktörler bugünün oyununda yeteneğin kilit rol oynadığının farkındalar. Doğal yetenekler fiziksel hünerlerden daha değerli. Sahaya 11 fizikli oyuncu koyabilirsiniz; ama bence bu kazanmak için yeterli olmayacaktır. Futbolda her zaman yetenek ve beceri saf fiziksel güçten daha değerli olmuştur."

kaynak: Champions dergisi, sayı 43

Somewhere: Bu film post-modern globalizm hakkında mı?


Başlığa cevabım hayır; ama günümüzde yaşayan bir Hollywood yıldızını anlatan bu filmde illa ki post-modernizmin de payı olduğunu belirtmek gerek. Kimilerine göre soruya tatmin edici bir cevap veremediğimin farkındayım; ama aynı soruyu filmin içindeki basın toplantısı sahnesinde, filmin baş kahramanı Johnny Marco'ya soran gazeteci eminim benim cevabımı tercih ederdi. Somewhere filmiyle 2010 Venedik Film Festivali'nden Altın Aslan'la dönen yönetmen Sofia Coppola'nın çeşitli durumları karikatürize etmekteki hünerini gösteren bu sahne, aynı zamanda süper yıldız Johnny Marco'nun hiçlik duygusuna kapılmasının neden kaçınılmaz olduğunu gözler önüne seriyor ve bizlere filmin geri kalanı hakkında pek çok ipucu sunuyor.

Filmle ilgili ilk olarak açılışın ve ismin birbiriyle uyumlu olduğunu belirtmek isterim. Açılışta, sabit bir çekimle sunulan geniş planda amaçsızca bir parkuru turlayan bir Ferrari karşılıyor bizleri. Nerede olduğunu, ne yaptığını bilemeyen; mekandan ve zamandan soyutlanmış bir adamın amaçsızca attığı turlar bittiğinde, adamın arabadan inmesiyle ana karaktere odaklanıyoruz. Hollywood yıldızı Johnny Marco, Beverly Hills'deki kaymak tabaka yaşantısı, sürekli bindiği Ferrari'si ve tanıştığı her yerde başına üşüşen kadınlarla tam da Amerikan rüyasını pazarlamak isteyenlerin vaat ettiği dünyada yaşıyor. Kızıyla tanıştığımız sahneye kadar Johnny Marco'nun rüya hayatından nasıl da zevk alamadığına şahit oluyoruz. Paranın satın alabileceği her şeye sahip olan; ancak sahip olduğu / olamadığı ilişkiler nedeniyle yorulmuş ve hayattan bunalmış süper yıldızın ayrıcalıklarıyla yetinemediğini görüyoruz.


Ağzındaki sakızı şıkıdım-vari bir şekilde arsız arsız patlatan striptizcinin ardından kararan ekran 40'ların Hollywood'una bir gönderme mi bilmiyorum; ama bu noktadan sonra Johnny'nin kolundaki alçıya ismini yazan kıza yapılan geçişi başarılı bulduğmu eklemek istiyorum. Basit bir kesmeden çok filmin gidişatını ve tonlarını değiştiren bu geçiş sonrasında Johnny'nin kızı Cleo hayatına dahil oluyor. Başta zorunluluktan dolayı başına kalmış gibi görünse de, Johnny'i sıkışıp kaldığı hayattan çıkarıp ona masumiyeti ve saflığı tekrar hatırlatan ve yeni mutluluklar getiren Cleo oluyor.Bu noktada film sevgiyi vurgulamak için kullandığı sıcak tonlarla seyirciyi manipüle ediyor. Mantıklı sorgulamalar yerine duygulara hitap ederek ve Johnny Marco'yu Ferrari'sinden çıkarıp boşluğa doğru hareket ettirerek (kameranın yegane omuz takibi bu sahnede görülüyor), kendince tutarlı bir şekilde filmi sonlandırmayı başarıyor.

Bu pozitif ayrımvcı tutumuna karşın Coppola'nın Johnny Marco'ya dair sempati yaratma çabası sonuçsuz kalıyor; zira hayatta yapılan pek çok seçimin sonucunda geldiği hiçlik noktasından kendisini kurtaracak entelektüel birikime sahip olmayan bu adamın, sahip olduğu ayrıcalıkları kaybedecek cesareti de yok. Bu gerçekçi tavrı filmin artılarından birisi olduğunu ekleyelim.


Filmin ana temasına odaklanmadan önce, basın toplantısı sahnesiyle bir kısmına değindiğimiz Sofia Coppola'nın üslubuna bir göz atalım, zira filmi izlerken Coppola'nın eski filmlerini anımsamadan bir değerlendirme yapmak oldukça zor. Sofia Coppola için, Yeni Amerikan Bağımsızları olarak bir dönem isminin yan yana Wes Anderson kadar göze batan bir üsluptan bahsedemesek de, bir Sofia Coppola filmini ayırt etmemize yarayacak gerek senaryodaki benzerlikler, gerekse kurgu ve hakim renk tonları bakımından elimizde pek çok malzeme mevcut. Öncelikle göze çarpan Coppola'nın sıcak ve parlak tonlarn daimi olarak sevgi ve saflığı aktarmak için kullanması. Bunun pek çok yönetmenin doğal tercihi olduğunu bilyoruz; ama S.Coppola sabit kamerası ve nispeten uzun süreli çekimleriyle bu anları hafızamıza kazımayı başarıyor. Tıpkı yukarıdaki afişte yer alan havuz sahnesi gibi. Virgin Suicides'da Kirsten Dunst'ın gülümsediği sahneler ve Lost in Translation'da Scarlett Johansson'un pembe peruğu gibi, bu filmi izledikten aylar sonra aklımızda kalan imgelerden birisi bu havuz sahnesi olacak gibi görünüyor.

Somewhere filminin Sofia Coppola'nın eski filmleriyle benzerlikleri bununla sınırlı kalmıyor. Virgin Suicides'daki ergenlik çağındaki kızlarla başlayan varoluş sorgulaması ve/ya hiçlik duygusu bu filmde de çok farklı bir adamla ve oldukça farklı koşullar altında yineleniyor. Varoluş vurgusunu yaptım ama sakın ola filmden Bergman veya Antonioni tarzı ciddi bir sorgulama beklemeyin. Bill Murray'i fazlasıyla aramakla beraber, Lost in Translation da yaratılan koşulların Somewhere filmine daha yakın durduğunu sanıyorum iki filmi de izleyen bütün seyirciler fark edeceklerdir. Hayatta hedefsiz kalmanın getirdiği bunalım, doğal yaşam alanının değişmesi nedeniyle gerçekleşen gözlemler(Tokyo'dan Milano'ya: Bu arada Coppola Lost in Translation'da Japonları karikatürize etmesi nedeniyle oryantalizm tartışmalarının içine çekilmesine karşın bu sefer de İtalyanları karikatürize etmekten çekinmemiş), çoğunlukla tercih edilen sabit çekimler ve telefonlardan gelen mekanik kadın sesleri Somewhere'i izlerken aklımın bir köşesinde Lost in Translation'ı yeniden oynatmama sebebiyet verdi.


Somewhere'in senaryosunda önemli payı olan Sofia Coppola'nın filmlerindeki benzerlikler, sanıyorum Coppola'nın otobiyografik filmler çekme isteğinden kaynaklanıyor. Somewhere filmini izlemeden de "Baba" figürünün S.Coppola'nın hayatında oynadığı rolün ne kadar büyük olduğunu tahmin edebiliyoruz. Doğumundan hemen sonra Baba'nın vaftiz sahnesindeki bebek olarak kaderi çizilen Sofia'nın hayatındaki pek çok dinamiğin Francis Ford Coppola'nın etkisinde olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Somewhere filmi bu İtalyan - Amerikan kökenli yönetmen baba kızın ilişkisini bire bir yansıtmıyor belki; ama bu ilişki Sofia Coppola'nın, içine doğduğu çevreden alınan gözlemlerle birlikte bir senaryo oluşturacak birikimi elde etmesini sağlamış.

Coppola'nın olayları karikatürize etmekteki ve imgeler oluşturmaktaki yeteneğiyle kendini izleten; ancak içindeki argümanlara pek de hak veremeyeceğimiz bir film ortaya çıkmış. Somewhere, yeni Amerikan bağımsızlarının tarzını sevenler için görülmeye değer belki; ama film akılda kalacak pek az unsura sahip ve daha çok Sofia Coppola'nın bir barda tanıştığı Hollywood yıldızıyla yaptığı muhabbetten üzerine çok da düşünmeden bir senaryo çıkardığı izlenimini uyandırıyor.

5 Aralık 2010 Pazar

Bursaspor'un Şampiyonlar Ligi Macerası


Başlıkta "Şampiyonlar Ligi Macerası" yazdım çünkü ilk Şampiyonlar Ligi deneyimi Bursaspor için tam bir macera oldu. Daha önce bu konuda yazdığım yazıda gruptan çıkmanın bile hayal olmadığını belirtmiştim ama ne yazık ki Türk futbolu ve Avrupa futbolu arasındaki uçurum Bursaspor'un son haftaya 0 puan ve -14 averajla son sırada girmesini sağladı hem de rakipleri bu kadar kötü durumda yakalamışken. Bursaspor geçen sezon tamamen hakederek bir şampiyonluk kazandı ve maçlarında da genelde bol gollü bir grafik yakaladı özellikle diğer Anadolu takımlarımız gibi bir gol atıp kapanmayarak ve geriye düştüğü maçlarda (örn: 3-2'lik Fenerbahçe ve Beşiktaş maçları gibi) oyunu bırkmayarak maçları çevirmeyi başardı. Ama bu sezona geldiğimizde Süper Lig'in yanı sıra yepyeni bir macera, bir ilk olan Şampiyonlar ligi de vardı. Beklentiler çok büyük değildi ama en azından alınacak puan ya da puanlar önümüzdeki senelerin hazırlayıcısı olacak nitelikteydi ancak ilk 5 maç sonunda atılan 1 gol ve yanilen 15 gol biraz hezimet oldu. Tecrübe eksikliğinden çok geçen sezon yakalanan havanın biraz kaybedilmiş olması en büyük etkendi bence ama şu son Glasgow maçında (bence ilk maçta da biraz istek olsaydı rahat puan alınabilirdi) alınacak puan ya da puanlar önümüzdeki günler ve sezonlar için büyük umut ve moral olacaktır ve en önemlisi de geçen sezon yakalanan takım havasını yakalamak adına atılacak en büyük adım olacaktır.