20 Şubat 2012 Pazartesi

Serhat Çetin


Bu fotoğraf burada kalacak. Kupayı başkan Yıldırım Demirören'e armağan eden yöneticilere inat, Beşiktaş armasını gururla temsil eden Serhat Çetin'in fotoğrafı burada kalacak. O Serhat Çetin'i, sezon başında kovmak isteyen o yöneticilere inat, bu fotoğraf burada kalacak. Serhat Çetin'i, kovarken tazminat vermemek için yazın 3 idmana mahkum edenlere inat, bu fotoğraf burada kalacak. "3 idmandan bıkıp alacaklarından vazgeçer de, biz de para ödemekten kurtuluruz" diyen ve Beşiktaşlı duruşunu alay malzemesi haline getiren şark kurnazlarına inat, bu fotoğraf burada kalacak.

Bütün bu rezilliklerine rağmen, Serhat Çetin bizimle kaldı, 2011-12 sezonu basketbol Türkiye Kupası şampiyonu Beşiktaş'ın, final MVP'si olan oyuncusu Serhat Çetin'in fotoğrafı da burada kalacak. Kalacak; çünkü unutmamamız gereken bir gerçek var: Beşiktaşlıları yıllardır yüzlerindeki gülümsemeden eden fabrikatör başkanlar, kirli düzenlerini devam ettirebilmek için, o koltuğa yakışmadıklarını ispatlarcasına sezon ortasında çekip gitseler de, Beşiktaş Serhat Çetinlerin emeğiyle ayakta kalacak.

17 Şubat 2012 Cuma

Thierry'nin Vedası


Hafta arasında Milan ile Arsenal arasında oynanan Şampiyonlar Ligi 2. Tur maçı, Arsenal efsanesi Thierry Henry'nin Şampiyonlar Ligi'ne vedasına sahne oldu. Henry'nin vedasının 4-0'lık ağır bir yenilgiye denk gelmesi, Arsenal'de bir devrin kapandığının işaretini vermekteydi. O kapanmakta olan devrin güzel günlerinin hatrına, Champions dergisi tarafından düzenlenen "Şampiyonlae Ligi'nin en iyi 50 oyuncusu" listesinin 19. sırasında yer alan Henry hakkında yazılanları burada paylaşmak istedim.

#19 - Thierry Henry
AS Monaco, Juventus, Arsenal FC, FC Barcelona
112 Maç 50 gol

Thierry Henry'nin Şampiyonlar Ligi kariyerinde onun için en çok kullanılan sıfat "oynanamaz"dı. Onu keşfeden Monaco scout'u Arnold Catalano onun hakkında: "Durdurulması çok zor; çünkü gol atması için gereken boşluğu bulmadan önce oyuna katılıyor." demişti.

İhtişamlı günlerinde, özellikle Arsenal'de, Henry harika defans oyuncularını en az kötü olanları kadar aptal gösteriyordu. Keskin hızına karşın top ayağına yapışık kalırdı. Gözleri de oyuna. Topsuz alandaki hareketini Gianfranco Zola'yı izleyerek geliştirdi: "Eskiden, 'Zola'yı kim tutuyor?' diye düşünürdüm. Nasıl hep yalnız kalabiliyor?" 

Henry'nin golleri, slalomlardan aşırtmalra, serbest vuruşlara kadar çeşitlilik gösterirdi. Bu turnuvada unutulmaz anları, Inter'e karşı atılan iki golü ve Roma karşısında deplasmanda yaptığı hat-trick'i içeriyor. 2009'da bu turnuvayı FC Barcelona ile kazanmış olsa dahi, daha çok 2006'daki finalde kaçırdığı fırsat yüzünden haksızca yargılanıyor. Oyunu aynı zamanda yaptığı sayısız asistle de ünlüydü. "Henry'nin asist rakamları, unutulmaz golcülerden hiçbirininkiyle karşılaştırılmaz" diyor Arsene Wenger, "Hiçbiri."

Buna karşın, en bilinen asisti, İrlanda'nın emeklerini çalarak kariyerinde silinmeyecek bir leke bıraktı. Ancak  elle oynayarak yaptığı bu asist için hiç de haksızca yargılandığını düşünmüyorum.

Kaynak: Champions - 50 Greatest Players
Fotoğraf: news.bbc.co.uk

6 Şubat 2012 Pazartesi

Gemeinschaft - Özlem Akın


Gemeinschaft from ozlem akin on Vimeo.

Özlem Akın ve sevimli kuklalarının cemaati, tutuculukta ve yabancılaştırmada işi son noktaya vardırıyor. Bir göz atın derim.

The Artist - Benim Güzel Yutturmacam


Hollanda’da bir dostumla birlikte (okuyorsa kendisine selam ederim) elimizde alışveriş torbalarıyla yürürken, ufakça ve sevimli bir sinema salonunun önünden geçiyoruz. Tam o sırada sokaktan bisikletli kızlar geçiyor. Dostum, kızların bacaklarının düzgünlüğünü bisiklete sık binmelerine bağlıyor ve benden de bu konuda onay bekliyor. Yanıt veremiyorum. Turgut Özben karakteri, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ında, kızların bacakları için: “Selim de olsaydı seyrederdi, ben de seyrederdim” demiş. Ama ben onları fark edemiyorum; çünkü o sırada The Artist filminin siyah-beyaz afişine bakmakla meşgulüm. Tabelasında “düşler” yazan, kurgulanmış olan sokağa sapmışken de, alıştığım üzere gerçeklerden uzaklaşıyorum. The Artist filmini, bu olayın üzerinden yaklaşık iki ay geçtikten sonra görebildim; ama anlayacağınız üzere filmi seveceğimi onu izlemeden önce de biliyordum.

The Artist, ekonomide kullanılan yaratıcı yıkım kavramının, sinema tarihindeki bilinen örneklerinden birisini işliyor. Filmlerin sesli çekilmesine olanak veren yeni teknoloji, eskiyi bir anda yerle bir ediyor. Sinema sektörünün dışına itilen meşhur artist George Valentin, Sunset Boulevard’ın ünlü sessiz film yıldızı Norma Desmond gibi köşesine çekilmek zorunda kalıyor. O güne kadar medyanın ilgisiyle egosu tavan yapmış George da haliyle bunalıma sürükleniyor. En görkemli çağındayken yaptırdığı tablosu, ona acı veren bir hatıra haline geliyor, zira tabloya konan çerçeveye, hayat ve zaman sığmıyor. Ama bu bir film olduğu için akan görüntüler de nihayetinde çerçevelenebilir bir hikaye oluşturuyor. Hal böyle olunca, kahramanımıza hem kariyerinde hem de aşkta kazanabileceği bir formül sunuluyor. Bu formülü simgeleyen tap dance sahnesi, filmin verdiği sayısız referanstan en çok akılda kalanı kuşkusuz. Ama The Artist sadece bununla yetinmiyor, bir dönemin bütün bir sinema külliyatından sığdırabileceği kadar çok şeyi, bu basit ama tutarlı hikayenin içine yerleştirmeyi başarıyor.



İzleyiciler olarak, sanki bunca zamandır, farklı teknik yöntemlerle hep aynı yalan mutlu sonu izliyoruz. Afişler, dergi kapakları, röportajlar, kendi gerçeğine bazen kendi de inanmayan oyuncular, abartılı oyunculuklar, sahte benler, sahte hayatlar üzerinde yükselen yutturmaca bir dünya. Önce koşan polisi göster, sonra köpeği, sonra polisle köpek aynı karede. Gerçekten o kadar yolu koştular mı? Belki üç görüntü de farklı günlerde çekilmişti; ama biz, bu yutturmacaya inanmak istiyoruz. Sadece o mu, iç içe geçen, üst üste bindirilen görüntüler, bir dudak oynarken başka bir dudaktan çıkan sesler, duygularımızı manipüle eden müzikler, psikolojik etki yaratmayı amaçlayan eğik çerçeveler, yakın planlar, merdivenlerde adam ile kadın arasında değişen iktidar ilişkilerinin sembolize edilmesi, aynalardan yansıyanların yarattığı hayaller ve hayal kırıklıkları, yatak başlığıyla odağa yerleştirilen bir surat,karizmatik adamlar, güzel kadınlar vs. vs. …

Uzunca bir süre sinema sevgimi, sinemanın gerçekleri görünür kılma gücüne bağlamıştım; ama The Artist sonrasında itiraf etmem gerekir ki; ben sinema dünyasının bu yalanlarını izlemeyi de seviyorum. Buradaki kastım tüketim sinemasının, başta Hollywood kaynaklı bayağı örnekleri değil elbette. The Artist’de, işkenceci komünistler algısını yaratmak için çekilen (S&S notu: George Valentin bu işkenceye “konuşmayacağını” haykırarak direnir) ve “Yaşasın özgür Gürcistan” yazısıyla biten GeorgeValentin filmi bu ucuz sinemacılığın güzel bir örneğini sunuyor. Ne var ki zaman, çoğunlukla zalim olmasına karşın, filmler için adaleti de içinde barındırıyor. Hollywood’da yapımcıları zenginleştiren bu bayağı filmler, Hazanavicius’un filminde görüldüğü gibi günümüzde gülünecek bir parodiden veya bir kızın yükseliş hikayesini anlatan sözcüklerden öte bir şey değiller. Eldeki teknolojilerle zeka ürünü işler çıkaranlara ise bu filmle bir saygı duruşunda bulunuluyor.

Sinemanın evrim basamaklarından birisini inceleyen bir filmi, seyirciyi tatmin edecek şekilde planlamak için, sinema tarihinde her zaman seyirciyi çeken, teknolojiden öte bir nokta olduğuna inanmanız gerekir. Örneğin, açılıştaki 1927 tarihli sessiz kahraman filminde (film içindeki film - a russian affair), filmin seyirciyi kendisine çekmesinde önemli pay sahibi olan köpeğin (Uggy), 2011 yılının seyircisini de aynı şekilde yakalamayı başarması bir devamlılığın işaretidir. Hazanavicius’un buna inanmış olması benim gibi bir sinemasever için Oscar’a layık bir tutum. Özellikle Avatar gibi teknolojiye güvenip senaryoyu boşlayan filmlerde neyin eksik olduğunu göstermek adına iyi bir mesaj olur. Ha kim anlar orası ayrı; ama Akademi’nin her daim yenilikleri ıskalayan yapısı, en azından, Fransızlar tarafından da takdir gören geçimişinin hakkını vererek sinemaseverlerin gözünde güven tazeleyebilir.


Uzun lafın kısası:Sanırım biz sinemaseverler, gerçeklerden gözlerimizi kaçırmak için, Peppy Miller’ın George Valentin’in yokluğuna sarılışı gibi sarılıyoruz sinemaya. Karşımızdakinin gerçekliği olmadığını, bizi sararın kendi elimiz olduğunu bilsek de avunuyoruz işte. 

4 Şubat 2012 Cumartesi

Gelin - Tutuculuğun İktidarı



Sanatçının gününe dair sorunları görünür kılmaya dair bir sorumluluğu olduğuna inanıyorum. Bu inancım, yalnızca tarihe dair yeni bilgiler edinme veya mevcut bilgilerimi farklı bir bakış açısı üzerinden değerlendirme isteğimden kaynaklanmıyor. Bunun ötesinde yatan bir neden var ki, o da belirli bir zaman diliminde gerçekleşen olayların, günümüz dinamiklerinin de belirleyicisi haline gelebilmeleri. Çağına dair bu gözlemi yapabilen sanatçıların eserleri, bir fili tarif etmeye çalışan körler misali tartışan bizlerin, gözlerini açacak verileri sunuyorlar.

Geçtiğimiz yılın sonunda aramızdan ayrılan Ömer Lütfi Akad, Gelin filminde kamerasını göç olgusunun yarattığı / yaratamadığı değişimlere tutarak, günümüz Türkiye’sini derinden etkileyen bu dönüşüm sürecinin yapıtaşlarını görünür kılıyor. Ben de bu yazıda, Lütfi Akad’ın görünür kıldıklarını elimden geldiği kadarıyla bir kavram haritasına yerleştirmeye çalışacağım. 

Gelin filmi, Haydarpaşa garına gelen kırmızı bir trenle açılır. Daha iyi bir yaşam için Yozgat’tan İstanbul’a taşınan bir ailenin hikayesinde, İstanbul’a göç edenlerin kendi mikro egemenlik alanlarını kurdukları bir mahallede geçer öykü. İstanbul’a kocası Veli ve oğlu Osman ile birlikte yeni gelen gelin(Meryem - Hülya Koçyiğit), kaynana, kayınpeder, kayınbirader ve karısı ile birlikte yaşamak zorundadır. Gelin üzerinden anlatılan aile içi iktidar ilişkileri, hem toplumsal sınıflar arasında, hem de günlük yaşamda iktidar ilişkilerinin kuruluşunun metaforlarını barındırır. (Kısa bir not: Yurtdışına olan göçün de, yurt içindeki büyükşehirlere benzer şekilde tutuculuğun kaleleri olan  özel yaşam alanları üretmesi dikkate değer bir konu.)

Gelinin aile içi iktidara boyun eğmesi için uygulanan ilk yöntem yabancılaştırmadır. Karşılama sahnesinde gelinin bavulları taşınmaz, bakışlar dışlayıcıdır. Aile içinde Meryem’e sürekli “gelin” olarak hitap edilmesi, kadının varlığını yalnızca mevcut iktidar üzerinden tanımlayabileceğini gösterir. Bu yabancılaştırma yöntemi,  sonunda insanlıktan dışlamaya kadar vardırılır. Anne, gelinin kocası olan oğluna “buna hiç mi yular vurmadın” diyerek gelini hakkında sitem eder.

Gelin, aile büyüklerinin çabalarına karşı çabuk yılacak bir karaktere sahip değildir. İnandıklarını savunmasını bilir. Fabrikada işçi olan kadın aile içinde aşağılanırken, o “çalışmak ayıp mı?” diye sorarak tavrını ortaya koyar. Ne var ki, aile içi iktidara biat etmesine neden olacak büyük bir sorunu vardır: Oğlunun ölümcül hastalığı. Başkaldıran tavrını, ailenin itirazına karşın oğlunu hastaneye götürerek gösterir; ancak oğlunun hayatını sürdürmesi için gereken miktarda parayı bulmak için aile meclisinin onayına muhtaçtır. Bilindiği gibi, muhtaç bırakarak mevcut koşullara razı etmek sermayedar sınıfının sık başvurduğu sömürü yöntemlerinden birisidir.  İşsizliğin devamıyla, hem işsizleri muhtaç bırakarak hem de işçilere aba altından sopa göstererek iktidarını sürdürme bu tutumu örnekler.

İktidarın devamını sağlayan ikinci önemli topluluk da kendi çıkarı için mevcut yapının devamına boyun eğenlerdir. Filmde bu topluluğu örnekleyen rolü Veli oynamaktadır. Mahallede açtıkları bakkal eve daha çok para getirdikçe gözleri kamaşan ve rençber olduğu günlere lanet eden Veli, para kazanma hırsından ve cehaletinden ötürü çocuğunun hastalığını görmezden gelir. Ailenin hiyerarşik yapısını kabul ettiğini göstermek için karısını herkesin önünde tokatlar. Aile büyükleri tarafından dükkana çağrıldığı için oğlunun son bir kez atlıkarıncaya binmesine engel olur. Karısının “her şeyi altın olan adam acından ölmüş, suyu ekmeği altın olmuş uyarısı” gözlerini açmaya yetmeyecektir.

Aile iktidarının, iktidar kurmak için faydalandığı yöntemler ve zaaflardan bahsettikten sonra,  evin annesine “Biz İstanbul’un kıyı mahallesinde çürüyecek ocak mıyız?” dedirtenlere, yani bu aile iktidarını var eden kavramlara, bir soruyla geçelim: Kentlere göçen kitleler, egemen sınıfa terfi ederken kentte nasıl bir değişim ve direniş sürecine girdiler? Gelin filminde, değişimin tetikleyicisi olarak sermaye biriktirme arzusunu, mevcut iktidarı sürdürme imkanı tanıyan kavram olarak da tutuculuğu ön planda görüyoruz. Birbirine karşıt görünen değişim ve direnişi neden aynı soruda kullanıldığının yanıtını da, şu ek soruda bulabilirsiniz: “Sermaye tutuculuğu neden ve hangi koşullarda destekliyor?”

Soruları cevaplamak için filmdeki örneklere dönemeden önce, filmin günümüze ışık tutan yönünü vurgulamak adına bir tanıma başvuralım. Türk Dil Kurumu, muhafazakarlık kelimesinin eş anlamlısını tutuculuk olarak göstermiş.  Bu kaynaktan hareketle, Lütfi Akad’ın, Gelin filminde günümüz Türkiye iktidarının anahtarı olan sermaye-tutuculuk ilişkisinin kökenlerini aydınlattığı yorumunu yapmakta bir sakınca görmüyorum.

Gelin filmi üzerinden tutuculuğun kökenlerindeki kavramlara inerken, ilk sıraya ataerkil yapıyı koymak gerekir. Filmde gelinin, oğlu Osman’ın ölümünün ardından aile reisi olan ağababaya başkaldırması açıkça ataerkil yapıya bir isyandır. Meryem’in kayınbiraderinin karısının, ölen Osman için “erkek gibi erkek doğuraydın” yorumu ise, tutucu iktidar yapısı içinde kalan kadınların ataerkilliği nasıl içselleştirdiklerini gösteren bir diğer örnektir. Mevcut yapı içinde, Meryem’in başkaldırarak fabrika işçiliğine başlaması, aile tarafından “ırz işi” olarak görüldüğünden, Meryem’in katli aileye göre kaçınılmazdır.

Doktorun sözünün gerçekliğine güvenilmemesi, Osman’ı ölüme götüren süreçte can alıcı bir paya sahiptir. Bu noktadan hareketle cehaleti de tutuculuğun önemli bileşenlerinden biri olarak sayabiliriz. Ailenin muhafazakarlık adına koruduğu kavramların hiçbiri, aileyi muhafaza edecek durumda değil. Sermaye ile uyumlu hale gelmek için gerekli olan iktidar yapısı korunurken, bir aileyi bir arada tutan sevgi, saygı gibi temel manevi değerler kayboluyor.

Dini bu kavram haritasında kesin bir yere konumlandırmak ise daha zorlu bir görev. Din, iktidar ilişkilerinin ötesinde, örneğin zamanın (ve pek tabii ki yaşamın) ölçülendirilmesinde de önemli bir rol oynuyor. Filmde geçen zamanı anlamamız için ramazan ve kurban bayramları bize yardımcı oluyor. Gelin filminde tutuculuk dini iktidara göre yorumlama biçimi olarak sunulmuş. Artık yukarıda sorulan soruyu yanıtlama vakti: Muhtacın muktedire biat etmesi için gereken bir kavram olarak tutuculuk, sermayenin sömürü düzenini devamını kolaylaştıran bir unsur olarak mevcut sistemde korunuyor. Tehditle dükkan almak, akşamları şarap satıp para kazanmak dinen uygun olmamasına rağmen, kazanç sağladığı için tutucu-sermayeci iktidar yapısında hoş görülüyor. Kısaca kapitalizm, din-ahlak bağlantısını sarsacak şekilde dini kavramları da erozyona uğratıyor. O nedenle, tutuculuğun sorumlusu dindir diye kısa bir cümleyle konuyu kestirip atmak, çözümsüzlüğe davetiye çıkarır. 

Din ile ilgili filmden çıkardığım son bir not daha var. Çocuğun hastalığının tespit edildiği hastane, Meryem’in, bilimin kararlarının egemen olduğu modern kentle tek temas kurduğu yer ve burada doktor, çocuğun ölümcül hastalığını açıklarken Meryem’e “kadere rıza göstermek gerekir” diyor.  Bu örnek, doğanın rastlantısal halinin dine, bilimin egemenliğinde de yaşam alanı açtığını gösteriyor.  Yalnız bu yaşam alanı, dinin dünyadaki egemenliğini sürdürmesi için tek başına yeterli değil. Ne yazık ki din, kapitalist sistemde gücünü dükkana asılan yazıdan alıyor: “Kazanan Allah’ın sevgili kuludur”. 

Gelin filmi, mutlu olmasa da, umutlu bir sona sahip. Veli, para tutkusunun aileyi nasıl kemirdiğinin farkına sonunda varmıştır; ancak bunun için çok ağır bir bedel ödemek zorunda kalarak çocuğunu kaybetmiştir. Veli’nin “Fabrika’da bana da iş var mı?” demesiyle yüzü gülen Meryem ise karnında, belki de yeni oluşan işçi sınıfının umutlu geleceğini simgeleyen bir bebek taşımaktadır. 

Üstad Lütfi Akad, Gelin filminde göç dalgasıyla kente yerleşen ve 30 yıl içinde memleketin iktidarını ele geçirecek kadar palazlanan açgözlü tüccar sınıfını başarıyla tahlil etmiş; ancak anlaşılan o ki, “insanlık bilen” işçi sınıfının umudu olan bebek bir başka ağababanın elinde kurban gitmiş. 

2 Şubat 2012 Perşembe

Bir Derdim Var Seirisi #9: Beşiktaş - Kocaelispor: 0-4



Bir derdim var serisinde sırada 2001/02 Türkiye Kupası final maçı var. İlhan Mansız, Tümer Metin ve Guiaro Ronaldo gibi 100. yıl kadrosunun önemli isimleri sezon başı transferleri olarak kadroya katılmış durumdalar. O 100. yıl kadrosundaki iki isim Kaan Dobra ve Serdar Topraktepe de Kocaeli formasıyla sahadalar. Beşiktaşın güzelim kırmızı formaları (serinin 10. maçı olan Valencia maçındaki formalardan bile güzeldir bu kırmızı formalar) ve Hikmet Karaman fenomeninin doğuşu dışında maça dair pek bir şey hatırlamıyordum aslında. Örneğin maç 1-0 giderken İbrahim Üzülmez'in kırımızı kart görmesinin maçın kırılma anı olduğu aklımda yoktu. Hafızam beni yanıltmıyorsa, 4. golden sonra Serdar Topraktepe maç bitmeden saha kenarındaki kupayı kaldırıp dans etmişti. Nasıl bir utanç anı olmuşsa, benim için maç ile özdeşleşen imge  o olmuş.

Maçın görüntülerine fon müziği olarak seçilen Murat Göğebakan'ın  "Ay yüzlüm" şarkısını dinleyerek durumun vahametinin farkına varmak, bir Türkiye klasiği olarak kupa töreninde sahaya doluşan yöneticileri görmek, Kaan Dobra'nın golüne 100. yıldaki Gençlerbirliği maçıyla teselli bulmak ve Lucescu'nun takımı hangi seviyede alıp hangi seviyeye getirdiğinin farkına varmak için videoyu izleyebilirsiniz.

Filozofun Dediği


"Eğer Afrika'da doğmuşsanız olsa olsa otuz yıl yaşarsınız, Fransa'da doğmuşsanız seksen yıl. Çağdaş 'demokratik' dünya böyle. Ama aynı zamanda (ve insanların zihin ve kalplerinde demokrasi kurgusunu canlı tutan da budur), eşitlikçi bir dogma da vardır; metalarla yüzyüzelik içinde eşitliktir bu. Aynı ürün her yana sunulur. Bu evrensel ticari öneriyle silahlanmış olan çağdaş 'demokrasi' bu soyut eşitlikten kendi öznesini yaratabilmektedir: Tüketicidir bu özne; satın alıcı sıfatıyla sahip olduğu soyut insanlığı içinde metalar karşısında başka herkesle gücül olarak özdeş varsayılan kişidir. Alışveriş yapan insan. Erkek (ya da kadın) olarak o, aynı vitrine baktığı sürece, başka herkesle Aynı'dır. Bir başkasından daha az parası olması, dolayısıyla satın almada eşitsizliği ikincil bir olumsallıktır ve zaten bu kimsenin hatası değildir (hatta belki de, yakından bakarsak, kendi hatasıdır). Prensip olarak, satılan herhangi bir şeyi -hukuken- satın alabilen herhangi biri diğer herkesin eşitidir.

Bununla birlikte, bu eşitlik, bilindiği gibi, hüsran ve hınçtan başka bir şey değildir. 'Batılı' hükümetler ile milyarder 'teröristler'in kendilerini ait hissedebilecekleri tek eşitlik budur."

Alain Badiou, Sonsuz Düşünce, sf.114 Metis Yayınları