6 Şubat 2012 Pazartesi

The Artist - Benim Güzel Yutturmacam


Hollanda’da bir dostumla birlikte (okuyorsa kendisine selam ederim) elimizde alışveriş torbalarıyla yürürken, ufakça ve sevimli bir sinema salonunun önünden geçiyoruz. Tam o sırada sokaktan bisikletli kızlar geçiyor. Dostum, kızların bacaklarının düzgünlüğünü bisiklete sık binmelerine bağlıyor ve benden de bu konuda onay bekliyor. Yanıt veremiyorum. Turgut Özben karakteri, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ında, kızların bacakları için: “Selim de olsaydı seyrederdi, ben de seyrederdim” demiş. Ama ben onları fark edemiyorum; çünkü o sırada The Artist filminin siyah-beyaz afişine bakmakla meşgulüm. Tabelasında “düşler” yazan, kurgulanmış olan sokağa sapmışken de, alıştığım üzere gerçeklerden uzaklaşıyorum. The Artist filmini, bu olayın üzerinden yaklaşık iki ay geçtikten sonra görebildim; ama anlayacağınız üzere filmi seveceğimi onu izlemeden önce de biliyordum.

The Artist, ekonomide kullanılan yaratıcı yıkım kavramının, sinema tarihindeki bilinen örneklerinden birisini işliyor. Filmlerin sesli çekilmesine olanak veren yeni teknoloji, eskiyi bir anda yerle bir ediyor. Sinema sektörünün dışına itilen meşhur artist George Valentin, Sunset Boulevard’ın ünlü sessiz film yıldızı Norma Desmond gibi köşesine çekilmek zorunda kalıyor. O güne kadar medyanın ilgisiyle egosu tavan yapmış George da haliyle bunalıma sürükleniyor. En görkemli çağındayken yaptırdığı tablosu, ona acı veren bir hatıra haline geliyor, zira tabloya konan çerçeveye, hayat ve zaman sığmıyor. Ama bu bir film olduğu için akan görüntüler de nihayetinde çerçevelenebilir bir hikaye oluşturuyor. Hal böyle olunca, kahramanımıza hem kariyerinde hem de aşkta kazanabileceği bir formül sunuluyor. Bu formülü simgeleyen tap dance sahnesi, filmin verdiği sayısız referanstan en çok akılda kalanı kuşkusuz. Ama The Artist sadece bununla yetinmiyor, bir dönemin bütün bir sinema külliyatından sığdırabileceği kadar çok şeyi, bu basit ama tutarlı hikayenin içine yerleştirmeyi başarıyor.



İzleyiciler olarak, sanki bunca zamandır, farklı teknik yöntemlerle hep aynı yalan mutlu sonu izliyoruz. Afişler, dergi kapakları, röportajlar, kendi gerçeğine bazen kendi de inanmayan oyuncular, abartılı oyunculuklar, sahte benler, sahte hayatlar üzerinde yükselen yutturmaca bir dünya. Önce koşan polisi göster, sonra köpeği, sonra polisle köpek aynı karede. Gerçekten o kadar yolu koştular mı? Belki üç görüntü de farklı günlerde çekilmişti; ama biz, bu yutturmacaya inanmak istiyoruz. Sadece o mu, iç içe geçen, üst üste bindirilen görüntüler, bir dudak oynarken başka bir dudaktan çıkan sesler, duygularımızı manipüle eden müzikler, psikolojik etki yaratmayı amaçlayan eğik çerçeveler, yakın planlar, merdivenlerde adam ile kadın arasında değişen iktidar ilişkilerinin sembolize edilmesi, aynalardan yansıyanların yarattığı hayaller ve hayal kırıklıkları, yatak başlığıyla odağa yerleştirilen bir surat,karizmatik adamlar, güzel kadınlar vs. vs. …

Uzunca bir süre sinema sevgimi, sinemanın gerçekleri görünür kılma gücüne bağlamıştım; ama The Artist sonrasında itiraf etmem gerekir ki; ben sinema dünyasının bu yalanlarını izlemeyi de seviyorum. Buradaki kastım tüketim sinemasının, başta Hollywood kaynaklı bayağı örnekleri değil elbette. The Artist’de, işkenceci komünistler algısını yaratmak için çekilen (S&S notu: George Valentin bu işkenceye “konuşmayacağını” haykırarak direnir) ve “Yaşasın özgür Gürcistan” yazısıyla biten GeorgeValentin filmi bu ucuz sinemacılığın güzel bir örneğini sunuyor. Ne var ki zaman, çoğunlukla zalim olmasına karşın, filmler için adaleti de içinde barındırıyor. Hollywood’da yapımcıları zenginleştiren bu bayağı filmler, Hazanavicius’un filminde görüldüğü gibi günümüzde gülünecek bir parodiden veya bir kızın yükseliş hikayesini anlatan sözcüklerden öte bir şey değiller. Eldeki teknolojilerle zeka ürünü işler çıkaranlara ise bu filmle bir saygı duruşunda bulunuluyor.

Sinemanın evrim basamaklarından birisini inceleyen bir filmi, seyirciyi tatmin edecek şekilde planlamak için, sinema tarihinde her zaman seyirciyi çeken, teknolojiden öte bir nokta olduğuna inanmanız gerekir. Örneğin, açılıştaki 1927 tarihli sessiz kahraman filminde (film içindeki film - a russian affair), filmin seyirciyi kendisine çekmesinde önemli pay sahibi olan köpeğin (Uggy), 2011 yılının seyircisini de aynı şekilde yakalamayı başarması bir devamlılığın işaretidir. Hazanavicius’un buna inanmış olması benim gibi bir sinemasever için Oscar’a layık bir tutum. Özellikle Avatar gibi teknolojiye güvenip senaryoyu boşlayan filmlerde neyin eksik olduğunu göstermek adına iyi bir mesaj olur. Ha kim anlar orası ayrı; ama Akademi’nin her daim yenilikleri ıskalayan yapısı, en azından, Fransızlar tarafından da takdir gören geçimişinin hakkını vererek sinemaseverlerin gözünde güven tazeleyebilir.


Uzun lafın kısası:Sanırım biz sinemaseverler, gerçeklerden gözlerimizi kaçırmak için, Peppy Miller’ın George Valentin’in yokluğuna sarılışı gibi sarılıyoruz sinemaya. Karşımızdakinin gerçekliği olmadığını, bizi sararın kendi elimiz olduğunu bilsek de avunuyoruz işte. 

Hiç yorum yok: