Sanatçının gününe
dair sorunları görünür kılmaya dair bir sorumluluğu olduğuna inanıyorum. Bu
inancım, yalnızca tarihe dair yeni bilgiler edinme veya mevcut
bilgilerimi farklı bir bakış açısı üzerinden değerlendirme isteğimden kaynaklanmıyor. Bunun
ötesinde yatan bir neden var ki, o da belirli bir zaman diliminde gerçekleşen olayların, günümüz dinamiklerinin de belirleyicisi
haline gelebilmeleri. Çağına dair bu gözlemi yapabilen sanatçıların eserleri, bir fili tarif
etmeye çalışan körler misali tartışan bizlerin, gözlerini açacak verileri sunuyorlar.
Geçtiğimiz yılın
sonunda aramızdan ayrılan Ömer Lütfi Akad, Gelin filminde kamerasını göç
olgusunun yarattığı / yaratamadığı değişimlere tutarak, günümüz Türkiye’sini
derinden etkileyen bu dönüşüm sürecinin yapıtaşlarını görünür kılıyor. Ben de
bu yazıda, Lütfi Akad’ın görünür kıldıklarını elimden geldiği kadarıyla bir
kavram haritasına yerleştirmeye çalışacağım.
Gelin filmi,
Haydarpaşa garına gelen kırmızı bir trenle açılır. Daha iyi bir yaşam için
Yozgat’tan İstanbul’a taşınan bir ailenin hikayesinde, İstanbul’a göç edenlerin
kendi mikro egemenlik alanlarını kurdukları bir mahallede geçer öykü. İstanbul’a
kocası Veli ve oğlu Osman ile birlikte yeni gelen gelin(Meryem - Hülya Koçyiğit),
kaynana, kayınpeder, kayınbirader ve karısı ile birlikte yaşamak zorundadır.
Gelin üzerinden anlatılan aile içi iktidar ilişkileri, hem toplumsal sınıflar
arasında, hem de günlük yaşamda iktidar ilişkilerinin kuruluşunun metaforlarını
barındırır. (Kısa bir not: Yurtdışına
olan göçün de, yurt içindeki büyükşehirlere benzer şekilde tutuculuğun kaleleri
olan özel yaşam alanları üretmesi
dikkate değer bir konu.)
Gelinin aile içi
iktidara boyun eğmesi için uygulanan ilk yöntem yabancılaştırmadır. Karşılama
sahnesinde gelinin bavulları taşınmaz, bakışlar dışlayıcıdır. Aile içinde
Meryem’e sürekli “gelin” olarak hitap edilmesi, kadının varlığını yalnızca
mevcut iktidar üzerinden tanımlayabileceğini gösterir. Bu yabancılaştırma yöntemi,
sonunda insanlıktan dışlamaya kadar
vardırılır. Anne, gelinin kocası olan oğluna “buna hiç mi yular vurmadın” diyerek
gelini hakkında sitem eder.
Gelin, aile
büyüklerinin çabalarına karşı çabuk yılacak bir karaktere sahip değildir.
İnandıklarını savunmasını bilir. Fabrikada işçi olan kadın aile içinde
aşağılanırken, o “çalışmak ayıp mı?” diye sorarak tavrını ortaya koyar. Ne var
ki, aile içi iktidara biat etmesine neden olacak büyük bir sorunu vardır: Oğlunun
ölümcül hastalığı. Başkaldıran tavrını, ailenin itirazına karşın oğlunu
hastaneye götürerek gösterir; ancak oğlunun hayatını sürdürmesi için gereken
miktarda parayı bulmak için aile meclisinin onayına muhtaçtır. Bilindiği gibi,
muhtaç bırakarak mevcut koşullara razı etmek sermayedar sınıfının sık başvurduğu
sömürü yöntemlerinden birisidir. İşsizliğin
devamıyla, hem işsizleri muhtaç bırakarak hem de işçilere aba altından sopa
göstererek iktidarını sürdürme bu tutumu örnekler.
İktidarın devamını
sağlayan ikinci önemli topluluk da kendi çıkarı için mevcut yapının devamına
boyun eğenlerdir. Filmde bu topluluğu örnekleyen rolü Veli oynamaktadır. Mahallede
açtıkları bakkal eve daha çok para getirdikçe gözleri kamaşan ve rençber olduğu
günlere lanet eden Veli, para kazanma hırsından ve cehaletinden ötürü çocuğunun
hastalığını görmezden gelir. Ailenin hiyerarşik yapısını kabul ettiğini
göstermek için karısını herkesin önünde tokatlar. Aile büyükleri tarafından dükkana
çağrıldığı için oğlunun son bir kez atlıkarıncaya binmesine engel olur.
Karısının “her şeyi altın olan adam acından ölmüş, suyu ekmeği altın olmuş
uyarısı” gözlerini açmaya yetmeyecektir.
Aile iktidarının,
iktidar kurmak için faydalandığı yöntemler ve zaaflardan bahsettikten sonra, evin annesine “Biz İstanbul’un kıyı
mahallesinde çürüyecek ocak mıyız?” dedirtenlere, yani bu aile iktidarını var
eden kavramlara, bir soruyla geçelim: Kentlere göçen kitleler, egemen sınıfa
terfi ederken kentte nasıl bir değişim ve direniş sürecine girdiler? Gelin
filminde, değişimin tetikleyicisi olarak sermaye biriktirme arzusunu, mevcut
iktidarı sürdürme imkanı tanıyan kavram olarak da tutuculuğu ön planda
görüyoruz. Birbirine karşıt görünen değişim ve direnişi neden aynı soruda kullanıldığının
yanıtını da, şu ek soruda bulabilirsiniz: “Sermaye tutuculuğu neden ve hangi
koşullarda destekliyor?”
Soruları cevaplamak
için filmdeki örneklere dönemeden önce, filmin günümüze ışık tutan yönünü
vurgulamak adına bir tanıma başvuralım. Türk Dil Kurumu, muhafazakarlık kelimesinin eş anlamlısını tutuculuk olarak göstermiş. Bu
kaynaktan hareketle, Lütfi Akad’ın, Gelin filminde günümüz Türkiye iktidarının
anahtarı olan sermaye-tutuculuk ilişkisinin kökenlerini aydınlattığı yorumunu
yapmakta bir sakınca görmüyorum.
Gelin filmi
üzerinden tutuculuğun kökenlerindeki kavramlara inerken, ilk sıraya ataerkil
yapıyı koymak gerekir. Filmde gelinin, oğlu Osman’ın ölümünün ardından aile
reisi olan ağababaya başkaldırması açıkça ataerkil yapıya bir isyandır. Meryem’in
kayınbiraderinin karısının, ölen Osman için “erkek gibi erkek doğuraydın”
yorumu ise, tutucu iktidar yapısı içinde kalan kadınların ataerkilliği nasıl
içselleştirdiklerini gösteren bir diğer örnektir. Mevcut yapı içinde, Meryem’in
başkaldırarak fabrika işçiliğine başlaması, aile tarafından “ırz işi” olarak
görüldüğünden, Meryem’in katli aileye göre kaçınılmazdır.
Doktorun sözünün
gerçekliğine güvenilmemesi, Osman’ı ölüme götüren süreçte can alıcı bir paya
sahiptir. Bu noktadan hareketle cehaleti de tutuculuğun önemli bileşenlerinden
biri olarak sayabiliriz. Ailenin muhafazakarlık adına koruduğu kavramların
hiçbiri, aileyi muhafaza edecek durumda değil. Sermaye ile uyumlu hale gelmek
için gerekli olan iktidar yapısı korunurken, bir aileyi bir arada tutan sevgi,
saygı gibi temel manevi değerler kayboluyor.
Dini bu kavram
haritasında kesin bir yere konumlandırmak ise daha zorlu bir görev. Din,
iktidar ilişkilerinin ötesinde, örneğin zamanın (ve pek tabii ki yaşamın) ölçülendirilmesinde
de önemli bir rol oynuyor. Filmde geçen zamanı anlamamız için ramazan ve kurban
bayramları bize yardımcı oluyor. Gelin filminde tutuculuk dini iktidara göre
yorumlama biçimi olarak sunulmuş. Artık yukarıda sorulan soruyu yanıtlama
vakti: Muhtacın muktedire biat etmesi için gereken bir kavram olarak tutuculuk, sermayenin sömürü düzenini devamını kolaylaştıran bir unsur olarak mevcut
sistemde korunuyor. Tehditle dükkan almak, akşamları şarap satıp para kazanmak
dinen uygun olmamasına rağmen, kazanç sağladığı için tutucu-sermayeci iktidar
yapısında hoş görülüyor. Kısaca kapitalizm, din-ahlak bağlantısını sarsacak şekilde dini kavramları da erozyona uğratıyor. O nedenle, tutuculuğun sorumlusu dindir diye kısa bir cümleyle konuyu kestirip atmak, çözümsüzlüğe davetiye çıkarır.
Din ile ilgili
filmden çıkardığım son bir not daha var. Çocuğun hastalığının tespit edildiği
hastane, Meryem’in, bilimin kararlarının egemen olduğu modern kentle tek temas
kurduğu yer ve burada doktor, çocuğun ölümcül hastalığını açıklarken Meryem’e
“kadere rıza göstermek gerekir” diyor. Bu
örnek, doğanın rastlantısal halinin dine, bilimin egemenliğinde de yaşam alanı
açtığını gösteriyor. Yalnız bu yaşam
alanı, dinin dünyadaki egemenliğini sürdürmesi için tek başına yeterli değil. Ne
yazık ki din, kapitalist sistemde gücünü dükkana asılan yazıdan alıyor: “Kazanan
Allah’ın sevgili kuludur”.
Gelin filmi, mutlu
olmasa da, umutlu bir sona sahip. Veli, para tutkusunun aileyi nasıl
kemirdiğinin farkına sonunda varmıştır; ancak bunun için çok ağır bir bedel
ödemek zorunda kalarak çocuğunu kaybetmiştir. Veli’nin “Fabrika’da bana da
iş var mı?” demesiyle yüzü gülen Meryem ise karnında, belki de yeni oluşan işçi
sınıfının umutlu geleceğini simgeleyen bir bebek taşımaktadır.
Üstad Lütfi Akad, Gelin filminde göç dalgasıyla kente yerleşen ve 30 yıl içinde memleketin iktidarını ele geçirecek kadar palazlanan açgözlü tüccar sınıfını başarıyla tahlil etmiş; ancak anlaşılan o ki, “insanlık bilen” işçi sınıfının umudu olan bebek bir başka ağababanın elinde kurban gitmiş.
Üstad Lütfi Akad, Gelin filminde göç dalgasıyla kente yerleşen ve 30 yıl içinde memleketin iktidarını ele geçirecek kadar palazlanan açgözlü tüccar sınıfını başarıyla tahlil etmiş; ancak anlaşılan o ki, “insanlık bilen” işçi sınıfının umudu olan bebek bir başka ağababanın elinde kurban gitmiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder