4 Şubat 2012 Cumartesi

Gelin - Tutuculuğun İktidarı



Sanatçının gününe dair sorunları görünür kılmaya dair bir sorumluluğu olduğuna inanıyorum. Bu inancım, yalnızca tarihe dair yeni bilgiler edinme veya mevcut bilgilerimi farklı bir bakış açısı üzerinden değerlendirme isteğimden kaynaklanmıyor. Bunun ötesinde yatan bir neden var ki, o da belirli bir zaman diliminde gerçekleşen olayların, günümüz dinamiklerinin de belirleyicisi haline gelebilmeleri. Çağına dair bu gözlemi yapabilen sanatçıların eserleri, bir fili tarif etmeye çalışan körler misali tartışan bizlerin, gözlerini açacak verileri sunuyorlar.

Geçtiğimiz yılın sonunda aramızdan ayrılan Ömer Lütfi Akad, Gelin filminde kamerasını göç olgusunun yarattığı / yaratamadığı değişimlere tutarak, günümüz Türkiye’sini derinden etkileyen bu dönüşüm sürecinin yapıtaşlarını görünür kılıyor. Ben de bu yazıda, Lütfi Akad’ın görünür kıldıklarını elimden geldiği kadarıyla bir kavram haritasına yerleştirmeye çalışacağım. 

Gelin filmi, Haydarpaşa garına gelen kırmızı bir trenle açılır. Daha iyi bir yaşam için Yozgat’tan İstanbul’a taşınan bir ailenin hikayesinde, İstanbul’a göç edenlerin kendi mikro egemenlik alanlarını kurdukları bir mahallede geçer öykü. İstanbul’a kocası Veli ve oğlu Osman ile birlikte yeni gelen gelin(Meryem - Hülya Koçyiğit), kaynana, kayınpeder, kayınbirader ve karısı ile birlikte yaşamak zorundadır. Gelin üzerinden anlatılan aile içi iktidar ilişkileri, hem toplumsal sınıflar arasında, hem de günlük yaşamda iktidar ilişkilerinin kuruluşunun metaforlarını barındırır. (Kısa bir not: Yurtdışına olan göçün de, yurt içindeki büyükşehirlere benzer şekilde tutuculuğun kaleleri olan  özel yaşam alanları üretmesi dikkate değer bir konu.)

Gelinin aile içi iktidara boyun eğmesi için uygulanan ilk yöntem yabancılaştırmadır. Karşılama sahnesinde gelinin bavulları taşınmaz, bakışlar dışlayıcıdır. Aile içinde Meryem’e sürekli “gelin” olarak hitap edilmesi, kadının varlığını yalnızca mevcut iktidar üzerinden tanımlayabileceğini gösterir. Bu yabancılaştırma yöntemi,  sonunda insanlıktan dışlamaya kadar vardırılır. Anne, gelinin kocası olan oğluna “buna hiç mi yular vurmadın” diyerek gelini hakkında sitem eder.

Gelin, aile büyüklerinin çabalarına karşı çabuk yılacak bir karaktere sahip değildir. İnandıklarını savunmasını bilir. Fabrikada işçi olan kadın aile içinde aşağılanırken, o “çalışmak ayıp mı?” diye sorarak tavrını ortaya koyar. Ne var ki, aile içi iktidara biat etmesine neden olacak büyük bir sorunu vardır: Oğlunun ölümcül hastalığı. Başkaldıran tavrını, ailenin itirazına karşın oğlunu hastaneye götürerek gösterir; ancak oğlunun hayatını sürdürmesi için gereken miktarda parayı bulmak için aile meclisinin onayına muhtaçtır. Bilindiği gibi, muhtaç bırakarak mevcut koşullara razı etmek sermayedar sınıfının sık başvurduğu sömürü yöntemlerinden birisidir.  İşsizliğin devamıyla, hem işsizleri muhtaç bırakarak hem de işçilere aba altından sopa göstererek iktidarını sürdürme bu tutumu örnekler.

İktidarın devamını sağlayan ikinci önemli topluluk da kendi çıkarı için mevcut yapının devamına boyun eğenlerdir. Filmde bu topluluğu örnekleyen rolü Veli oynamaktadır. Mahallede açtıkları bakkal eve daha çok para getirdikçe gözleri kamaşan ve rençber olduğu günlere lanet eden Veli, para kazanma hırsından ve cehaletinden ötürü çocuğunun hastalığını görmezden gelir. Ailenin hiyerarşik yapısını kabul ettiğini göstermek için karısını herkesin önünde tokatlar. Aile büyükleri tarafından dükkana çağrıldığı için oğlunun son bir kez atlıkarıncaya binmesine engel olur. Karısının “her şeyi altın olan adam acından ölmüş, suyu ekmeği altın olmuş uyarısı” gözlerini açmaya yetmeyecektir.

Aile iktidarının, iktidar kurmak için faydalandığı yöntemler ve zaaflardan bahsettikten sonra,  evin annesine “Biz İstanbul’un kıyı mahallesinde çürüyecek ocak mıyız?” dedirtenlere, yani bu aile iktidarını var eden kavramlara, bir soruyla geçelim: Kentlere göçen kitleler, egemen sınıfa terfi ederken kentte nasıl bir değişim ve direniş sürecine girdiler? Gelin filminde, değişimin tetikleyicisi olarak sermaye biriktirme arzusunu, mevcut iktidarı sürdürme imkanı tanıyan kavram olarak da tutuculuğu ön planda görüyoruz. Birbirine karşıt görünen değişim ve direnişi neden aynı soruda kullanıldığının yanıtını da, şu ek soruda bulabilirsiniz: “Sermaye tutuculuğu neden ve hangi koşullarda destekliyor?”

Soruları cevaplamak için filmdeki örneklere dönemeden önce, filmin günümüze ışık tutan yönünü vurgulamak adına bir tanıma başvuralım. Türk Dil Kurumu, muhafazakarlık kelimesinin eş anlamlısını tutuculuk olarak göstermiş.  Bu kaynaktan hareketle, Lütfi Akad’ın, Gelin filminde günümüz Türkiye iktidarının anahtarı olan sermaye-tutuculuk ilişkisinin kökenlerini aydınlattığı yorumunu yapmakta bir sakınca görmüyorum.

Gelin filmi üzerinden tutuculuğun kökenlerindeki kavramlara inerken, ilk sıraya ataerkil yapıyı koymak gerekir. Filmde gelinin, oğlu Osman’ın ölümünün ardından aile reisi olan ağababaya başkaldırması açıkça ataerkil yapıya bir isyandır. Meryem’in kayınbiraderinin karısının, ölen Osman için “erkek gibi erkek doğuraydın” yorumu ise, tutucu iktidar yapısı içinde kalan kadınların ataerkilliği nasıl içselleştirdiklerini gösteren bir diğer örnektir. Mevcut yapı içinde, Meryem’in başkaldırarak fabrika işçiliğine başlaması, aile tarafından “ırz işi” olarak görüldüğünden, Meryem’in katli aileye göre kaçınılmazdır.

Doktorun sözünün gerçekliğine güvenilmemesi, Osman’ı ölüme götüren süreçte can alıcı bir paya sahiptir. Bu noktadan hareketle cehaleti de tutuculuğun önemli bileşenlerinden biri olarak sayabiliriz. Ailenin muhafazakarlık adına koruduğu kavramların hiçbiri, aileyi muhafaza edecek durumda değil. Sermaye ile uyumlu hale gelmek için gerekli olan iktidar yapısı korunurken, bir aileyi bir arada tutan sevgi, saygı gibi temel manevi değerler kayboluyor.

Dini bu kavram haritasında kesin bir yere konumlandırmak ise daha zorlu bir görev. Din, iktidar ilişkilerinin ötesinde, örneğin zamanın (ve pek tabii ki yaşamın) ölçülendirilmesinde de önemli bir rol oynuyor. Filmde geçen zamanı anlamamız için ramazan ve kurban bayramları bize yardımcı oluyor. Gelin filminde tutuculuk dini iktidara göre yorumlama biçimi olarak sunulmuş. Artık yukarıda sorulan soruyu yanıtlama vakti: Muhtacın muktedire biat etmesi için gereken bir kavram olarak tutuculuk, sermayenin sömürü düzenini devamını kolaylaştıran bir unsur olarak mevcut sistemde korunuyor. Tehditle dükkan almak, akşamları şarap satıp para kazanmak dinen uygun olmamasına rağmen, kazanç sağladığı için tutucu-sermayeci iktidar yapısında hoş görülüyor. Kısaca kapitalizm, din-ahlak bağlantısını sarsacak şekilde dini kavramları da erozyona uğratıyor. O nedenle, tutuculuğun sorumlusu dindir diye kısa bir cümleyle konuyu kestirip atmak, çözümsüzlüğe davetiye çıkarır. 

Din ile ilgili filmden çıkardığım son bir not daha var. Çocuğun hastalığının tespit edildiği hastane, Meryem’in, bilimin kararlarının egemen olduğu modern kentle tek temas kurduğu yer ve burada doktor, çocuğun ölümcül hastalığını açıklarken Meryem’e “kadere rıza göstermek gerekir” diyor.  Bu örnek, doğanın rastlantısal halinin dine, bilimin egemenliğinde de yaşam alanı açtığını gösteriyor.  Yalnız bu yaşam alanı, dinin dünyadaki egemenliğini sürdürmesi için tek başına yeterli değil. Ne yazık ki din, kapitalist sistemde gücünü dükkana asılan yazıdan alıyor: “Kazanan Allah’ın sevgili kuludur”. 

Gelin filmi, mutlu olmasa da, umutlu bir sona sahip. Veli, para tutkusunun aileyi nasıl kemirdiğinin farkına sonunda varmıştır; ancak bunun için çok ağır bir bedel ödemek zorunda kalarak çocuğunu kaybetmiştir. Veli’nin “Fabrika’da bana da iş var mı?” demesiyle yüzü gülen Meryem ise karnında, belki de yeni oluşan işçi sınıfının umutlu geleceğini simgeleyen bir bebek taşımaktadır. 

Üstad Lütfi Akad, Gelin filminde göç dalgasıyla kente yerleşen ve 30 yıl içinde memleketin iktidarını ele geçirecek kadar palazlanan açgözlü tüccar sınıfını başarıyla tahlil etmiş; ancak anlaşılan o ki, “insanlık bilen” işçi sınıfının umudu olan bebek bir başka ağababanın elinde kurban gitmiş. 

Hiç yorum yok: