19 Mayıs 2011 Perşembe

Spot Işıkları #6 - Arap Baharı 1. Bölüm


Spot Işıkları'nın bu bölümünde Arap Baharı'nı tartışmak istedim. Diğer yazılara göre biraz uzunca olacağı için "hikayenin bugüne kadar olan kısmı" ve "önümüzdeki süreç" üzerine iki ayrı yazı hazırlamaya karar verdim. Bu ilk bölüm, bugüne kadar yaşanan sürece yoğunlaşıyor.

90'larda Huntington'ın medeniyetler çatışması tezlerinin gündemde olduğu dönemde, Arap dünyası ve genel olarak İslam Dünyası; güçlü liderleri seven, uyuşuk toplumlar olarak görülmekteydi. Bu nedenle Arap diktatörlere karşı bir hareket herkesi şaşırttı. "Nasıl başardılar?", "Neden şimdi?" soruları etrafta dolanırken, Mısır'da ordunun müdahalesi ve Libya'da Kaddafi'nin kendi halkına ateş açması üzerine Batılı devletlerin müdahale kararı, durumu bir halk hareketi olmaktan çıkarıp, çok bilinmeyenli bir denkleme dönüştürdü. Obama'nın 2009 yılında Kahire Üniversitesi'nde yaptığı konuşmayla Orta Doğu'da başlayan yeni süreç, Obama'nın bugünkü açıklamalarıyla yeni bir döneme gireceğe benzerken, hareketlerin başlangıcında sorulan sorular ve bugün gelinen nokta üzerine bazı notlarımı paylaşmak istiyorum.

Arap dünyasındaki huzursuzluğun temelleri şüphesiz ki çok eskilere dayanıyor; ancak özel olarak Tunus'da yaşanan Yasemin Devrimi ve Arap Baharı'nın başlaması için ilk kıvılcımı yakanın Wikileaks belgeleri olduğunu söylemek çok da yanlış olmaz. Dünya kamuoyu, Wikileaks belgelerinden Tunus'taki yolsuzluklar, Yemen hükümetinin ABD'den para alıp kendi topraklarını bombalattırması gibi kirli ilişkileri öğrendi. Normal şartlar altında bölgenin karışacağını tahmin etmek zor değildi; ancak Arap dünyasına dışarıdan bakanların layık gördüğü "uyuşukluk" hali kafada soru işaretleri bırakmaya devam ediyordu.

Bütün Arap dünyasını içine alan hareketleri başlatan olay ise Tunus'ta gerçekleşti. Bouazizi isimli sokak satıcısının, bir kadın polisin üzerine tükürmesi üzerine polisi şikayet etmesi, şikayetin dikkate alınmaması üzerine de kendisini yakmasıyla başlayan isyan, 10 gün içinde diktatör Zeynel el Abidin bin Ali'nin ülkeyi terketmesiyle sonuçlandı. Düzene olan inancın sarsıldığı Arap ülkelerinde, diktatörlerin gidebileceğine dair inancın doğması, birbiri ardına isyan hareketlerini başlattı.


İsyan hareketlerinin en önemli durağı ise Mısır oldu. Mısır, coğrafi ve politik olarak bölgede oynadığı ağabey rolü ile diğer ülkeleri etklieyecek konumdaydı. 1952'de yaşanan Nasır devrimi de bölgede böyle bir etki yapmış ve bölgede birbiri ardına milliyetçi diktatörlüklerin kurulmasına öncülük etmişti. Benzer şekilde, el Kaide benzeri şekilde cihat talep eden İslami oluşumların ilki de Müslüman Kardeşler tarafından Mısır'da kurulmuştu. Mısır'ın rolünün bir diğer önemi ise Batılı devletlerin hangi safı tutacağını belirleyecek olmasıydı, zira Mübarek hem İsrail'in hem de ABD'nin müttefik olarak gördüğü "iyi" bir diktatördü.

ABD'nin kısa bir süre nabzı ölçtükten sonra, hareketin gereken boyutlara ulaştığını gördü ve Mübarek'in arkasında durmayacağını dünyaya ilan etti. Bu durum, Arap Ligi'ndeki liderler arasında bir süreliğine paniğe yol açtı. Mübarek, tarafından dünya kamuoyu tarafından Berlin Duvarı olarak görülüyordu ve onun gitmesinin ardından diğer diktatörlerin de gideceği umudu taşınıyordu. (Not: Bu Berlin Duvarı benzetmesini Guardian'dan aldım; ancak Batı dünyasında Berlin Duvarı benzetmesinin sıkça yapıldığını eklemem gerekiyor. Örneğin Die Zeit gazetesi, bu isyan dalgasını Berlin Duvarı'nın yıkılmasından bu yana yaşanan en önemli gelişme olarak yorumluyor.)

Mübarek'in gidişinin ardından, dünya kamuoyunun genel desteğini alan harekete dair şüpheler oluşmasını sağlayan iki gelişme yaşandı. Birincisi, Mısır'da diktatörün devrilmesinin ardından iktidarın halkın yerine orduya geçmesiydi. Protestocular, demokrasi gelmediği takdirde tekrar sokaklara döneceklerini ilan ederek meydandan ayrıldılar. Oluşan belirsizlik atmosferi, olayların üzerinden 100 gün geçmesine karşın dağılmadı. Süreci baltalayan ikinci nokta ise, kuşkusuz Bahreyn'de yaşanan gelişmelere Suudi Arabistan'ın kanlı müdahalesine Batı dünyasının sessiz kalmasıydı. Halkların onurlu duruşuna karşı Batı'nın gösterdiği ikiyüzlülük, bölge halkının Batı nefretini körüklerken, dünya kamuoyunun da gelişmelere temkinli bakmasına neden oldu.


İlk yazıyı, Barack Obama'nın; Orta Doğu'da demokratik yönetimlere kapı açan ve bir anlamda süreci başlatan Kahire konuşmasına, yani sürecin başına dönerek bitirelim.

"I know there has been controversy about the promotion of democracy in recent years, and much of this controversy is connected to the war in Iraq. So let me be clear: No system of government can or should be imposed by one nation by any other. "

Çeviri: "Demokrasiye verilen destek üzerine son yıllarda anlaşmazlıklar olduğunun farkındayım, ve bu anlaşmazlıkların çoğu Irak'taki savaşla bağlantılı. Burada açıkça ifade edeyim: Hiç bir sistem veya hükümet, bir ulus tarafından bir diğerine dayattırılamaz."

(Not: Bush'un savunma bakanı Donald Rumsfeld, büyük bir yüzsüzlük örneği göstererek Irak işgalinin bu demokratik hareketleri başlatmak amacıyla yapıldığını iddia etmiş. Kendisine, ölen insanların seçimlerde oy verme şansı olmadığını hatırlatarak konuyu kapatalım. - Kaynak Guardian Weekly)

"America respects the right of all peaceful and law-abiding voices to be heard around the world, even if we disagree with them. And we will welcome all elected, peaceful governments -- provided they govern with respect for all their people."

Çeviri: "Amerika, bütün barışçıl ve yasalara uyan seslerin tüm dünyada duyulması hakkına saygılıdır, görüş ayrılığında olsak dahi. Ve, bütün insanlarına saygı gösteren bir yönetim tarzını benimseyen bütün barışçıl, seçilmiş hükümetleri hoş karşılayacağız."

Metnin tamamı için: http://www.whitehouse.gov/the-press-office/remarks-president-cairo-university-6-04-09

Kaynaklar:

Guardian Weekly - çeşitli sayılar
Der Spiegel Nr. 5/ 31.1.2011
whitehouse.gov
"Labor Is Not a Commodity" blog

Fotoğraflar:

wikipedia.org
guardian.co.uk

Hiç yorum yok: