6 Aralık 2010 Pazartesi

Somewhere: Bu film post-modern globalizm hakkında mı?


Başlığa cevabım hayır; ama günümüzde yaşayan bir Hollywood yıldızını anlatan bu filmde illa ki post-modernizmin de payı olduğunu belirtmek gerek. Kimilerine göre soruya tatmin edici bir cevap veremediğimin farkındayım; ama aynı soruyu filmin içindeki basın toplantısı sahnesinde, filmin baş kahramanı Johnny Marco'ya soran gazeteci eminim benim cevabımı tercih ederdi. Somewhere filmiyle 2010 Venedik Film Festivali'nden Altın Aslan'la dönen yönetmen Sofia Coppola'nın çeşitli durumları karikatürize etmekteki hünerini gösteren bu sahne, aynı zamanda süper yıldız Johnny Marco'nun hiçlik duygusuna kapılmasının neden kaçınılmaz olduğunu gözler önüne seriyor ve bizlere filmin geri kalanı hakkında pek çok ipucu sunuyor.

Filmle ilgili ilk olarak açılışın ve ismin birbiriyle uyumlu olduğunu belirtmek isterim. Açılışta, sabit bir çekimle sunulan geniş planda amaçsızca bir parkuru turlayan bir Ferrari karşılıyor bizleri. Nerede olduğunu, ne yaptığını bilemeyen; mekandan ve zamandan soyutlanmış bir adamın amaçsızca attığı turlar bittiğinde, adamın arabadan inmesiyle ana karaktere odaklanıyoruz. Hollywood yıldızı Johnny Marco, Beverly Hills'deki kaymak tabaka yaşantısı, sürekli bindiği Ferrari'si ve tanıştığı her yerde başına üşüşen kadınlarla tam da Amerikan rüyasını pazarlamak isteyenlerin vaat ettiği dünyada yaşıyor. Kızıyla tanıştığımız sahneye kadar Johnny Marco'nun rüya hayatından nasıl da zevk alamadığına şahit oluyoruz. Paranın satın alabileceği her şeye sahip olan; ancak sahip olduğu / olamadığı ilişkiler nedeniyle yorulmuş ve hayattan bunalmış süper yıldızın ayrıcalıklarıyla yetinemediğini görüyoruz.


Ağzındaki sakızı şıkıdım-vari bir şekilde arsız arsız patlatan striptizcinin ardından kararan ekran 40'ların Hollywood'una bir gönderme mi bilmiyorum; ama bu noktadan sonra Johnny'nin kolundaki alçıya ismini yazan kıza yapılan geçişi başarılı bulduğmu eklemek istiyorum. Basit bir kesmeden çok filmin gidişatını ve tonlarını değiştiren bu geçiş sonrasında Johnny'nin kızı Cleo hayatına dahil oluyor. Başta zorunluluktan dolayı başına kalmış gibi görünse de, Johnny'i sıkışıp kaldığı hayattan çıkarıp ona masumiyeti ve saflığı tekrar hatırlatan ve yeni mutluluklar getiren Cleo oluyor.Bu noktada film sevgiyi vurgulamak için kullandığı sıcak tonlarla seyirciyi manipüle ediyor. Mantıklı sorgulamalar yerine duygulara hitap ederek ve Johnny Marco'yu Ferrari'sinden çıkarıp boşluğa doğru hareket ettirerek (kameranın yegane omuz takibi bu sahnede görülüyor), kendince tutarlı bir şekilde filmi sonlandırmayı başarıyor.

Bu pozitif ayrımvcı tutumuna karşın Coppola'nın Johnny Marco'ya dair sempati yaratma çabası sonuçsuz kalıyor; zira hayatta yapılan pek çok seçimin sonucunda geldiği hiçlik noktasından kendisini kurtaracak entelektüel birikime sahip olmayan bu adamın, sahip olduğu ayrıcalıkları kaybedecek cesareti de yok. Bu gerçekçi tavrı filmin artılarından birisi olduğunu ekleyelim.


Filmin ana temasına odaklanmadan önce, basın toplantısı sahnesiyle bir kısmına değindiğimiz Sofia Coppola'nın üslubuna bir göz atalım, zira filmi izlerken Coppola'nın eski filmlerini anımsamadan bir değerlendirme yapmak oldukça zor. Sofia Coppola için, Yeni Amerikan Bağımsızları olarak bir dönem isminin yan yana Wes Anderson kadar göze batan bir üsluptan bahsedemesek de, bir Sofia Coppola filmini ayırt etmemize yarayacak gerek senaryodaki benzerlikler, gerekse kurgu ve hakim renk tonları bakımından elimizde pek çok malzeme mevcut. Öncelikle göze çarpan Coppola'nın sıcak ve parlak tonlarn daimi olarak sevgi ve saflığı aktarmak için kullanması. Bunun pek çok yönetmenin doğal tercihi olduğunu bilyoruz; ama S.Coppola sabit kamerası ve nispeten uzun süreli çekimleriyle bu anları hafızamıza kazımayı başarıyor. Tıpkı yukarıdaki afişte yer alan havuz sahnesi gibi. Virgin Suicides'da Kirsten Dunst'ın gülümsediği sahneler ve Lost in Translation'da Scarlett Johansson'un pembe peruğu gibi, bu filmi izledikten aylar sonra aklımızda kalan imgelerden birisi bu havuz sahnesi olacak gibi görünüyor.

Somewhere filminin Sofia Coppola'nın eski filmleriyle benzerlikleri bununla sınırlı kalmıyor. Virgin Suicides'daki ergenlik çağındaki kızlarla başlayan varoluş sorgulaması ve/ya hiçlik duygusu bu filmde de çok farklı bir adamla ve oldukça farklı koşullar altında yineleniyor. Varoluş vurgusunu yaptım ama sakın ola filmden Bergman veya Antonioni tarzı ciddi bir sorgulama beklemeyin. Bill Murray'i fazlasıyla aramakla beraber, Lost in Translation da yaratılan koşulların Somewhere filmine daha yakın durduğunu sanıyorum iki filmi de izleyen bütün seyirciler fark edeceklerdir. Hayatta hedefsiz kalmanın getirdiği bunalım, doğal yaşam alanının değişmesi nedeniyle gerçekleşen gözlemler(Tokyo'dan Milano'ya: Bu arada Coppola Lost in Translation'da Japonları karikatürize etmesi nedeniyle oryantalizm tartışmalarının içine çekilmesine karşın bu sefer de İtalyanları karikatürize etmekten çekinmemiş), çoğunlukla tercih edilen sabit çekimler ve telefonlardan gelen mekanik kadın sesleri Somewhere'i izlerken aklımın bir köşesinde Lost in Translation'ı yeniden oynatmama sebebiyet verdi.


Somewhere'in senaryosunda önemli payı olan Sofia Coppola'nın filmlerindeki benzerlikler, sanıyorum Coppola'nın otobiyografik filmler çekme isteğinden kaynaklanıyor. Somewhere filmini izlemeden de "Baba" figürünün S.Coppola'nın hayatında oynadığı rolün ne kadar büyük olduğunu tahmin edebiliyoruz. Doğumundan hemen sonra Baba'nın vaftiz sahnesindeki bebek olarak kaderi çizilen Sofia'nın hayatındaki pek çok dinamiğin Francis Ford Coppola'nın etkisinde olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Somewhere filmi bu İtalyan - Amerikan kökenli yönetmen baba kızın ilişkisini bire bir yansıtmıyor belki; ama bu ilişki Sofia Coppola'nın, içine doğduğu çevreden alınan gözlemlerle birlikte bir senaryo oluşturacak birikimi elde etmesini sağlamış.

Coppola'nın olayları karikatürize etmekteki ve imgeler oluşturmaktaki yeteneğiyle kendini izleten; ancak içindeki argümanlara pek de hak veremeyeceğimiz bir film ortaya çıkmış. Somewhere, yeni Amerikan bağımsızlarının tarzını sevenler için görülmeye değer belki; ama film akılda kalacak pek az unsura sahip ve daha çok Sofia Coppola'nın bir barda tanıştığı Hollywood yıldızıyla yaptığı muhabbetten üzerine çok da düşünmeden bir senaryo çıkardığı izlenimini uyandırıyor.

Hiç yorum yok: