15 Mart 2011 Salı
Was ist los, was ist das? - Schuster ve Futbol Kültürümüz Üzerine
Geçtiğimiz Ekim ayında Basel'de düzenlenen ATP turnuvasının çeyrek finallerini izleme şansım olmuştu. Bu turnuvada üzerinden Federer efsanesinin nasıl doğduğu üzerine çıkarımlarda bulunduğum bir yazı yazmıştım. Yazının bütünlüğünü bozmamak adına o yazıdan çıkardığım bir bölüm vardı. Rijkaard tartışmalarının gündemde olduğu günlerde yazdığım bu bölümü, Schuster tartışmalarına da gayet uygun olduğu için bugün yayınlamaya karar verdim. İşte Federer yazısının fazlalık olarak gördüğüm kısmı:
"Bu noktada Türkiye'ye ani bir geçiş yapmak istiyorum. Sporu olan ilgiyi farklı branşlarla çeşitlendiremediğimiz için örneklerimin büyük çoğunluğu futbola dair olacak. Günlük başarılara endeksli spor kültürümüzde her gün rakamları, taktikleri ve isimleri tartışırken emeği yok saymamızın ve spor kültürümüzü geliştirmeye yönelik hiç bir adım atmamamızın, uluslararası seviyedeki hem takımlar bazında hem de bireysel yıldızlar çıkarma konusundaki başarısızlığımızın altında yatan başlıca sebep olduğuna inanıyorum. Yıldız adaylarımızı kendi elimizle bıktırmamızın (bkz. Arda Turan) ardında, bu sporun efsane isimlerine saygı göstermememizle aynı nedenler yatmıyor mu? Türkiye'ye Del Bosque, Rijkaard gibi şampiyonlar ligi kazanmış teknik direktörler gelmişse ve bir gazeteci de çıkıp şampiyonlar ligini kazanırken yaptıkları üzerine bu isimlerle röportaj yapmıyorsa, bu ülke olarak şampiyonlar ligi kazanma hedefinizin olmadığı anlamına gelir. Roberto Carlos'a dünya, Rijkaard'a ve Schuster'e Avrupa şampiyonluğunu tarif ettirmeden, uluslararası başarının nasıl bir his olduğunu anlamadan, çocukları bu hayallerin peşinden koşturmadan başarıyı nasıl hedefleyeceksiniz? Daha somut olarak tarif edemediğiniz bir kavramı hedef olarak çocuklara nasıl benimseteceksiniz? Bir de olaya başka bir açıdan yaklaşayım. Eğer Euro 88 Türkiye'de düzenlenseydi, Rijkaard üzerine yapılan tartışmalar bu kadar yüzeysel mi kalırdı? Yoksa insanlarda kazanmaktan ziyade, futbolun özüne dair bir heyecan yaratabilir miydik?
Bir başka örnekle derdimi daha iyi açıklayacağımı düşünüyorum. Bugün İspanya'nın futbol, basketbol, tenis, voleybol, bisiklet, Formula 1 gibi dünyanın en göz önündeki sporlarında yakaladığı başarılar tartışılıyor ve haklı olarak, 1992 Barselona olimpiyatlarının bu gelişime olan katkısından bahsediliyor. Bu olimpiyatların ardında bıraktığı tesisler ve ekonomik girdiler başarının kazanılmasında kuşkusuz önemli rol oynamıştır; ama kişisel kanaatim, olimpiyatların İspanyollar açısından en büyük kazancı genç neslin bir olimpiyat şampiyonunu alkışlama şansı yakalaması ve bunun üzerine gerek sporcu gerek izleyici olarak hayaller kurmaya başlamasıdır."
Bernd Schuster bugün itibariyle futbola dair bütün bildikleriyle ve hikayeleriyle Türkiye'den ayrılıyor. Bir kez daha hikayeleriyle her yerde haber olmayı hak eden bir adamın Türkiye'de hatırlanacağı haberler:
- Schuster gazetecilere pipisini gösterdi.
- Schuster "Türkiye'de 60'ların futbolunun oynandığını bilmiyordum" dedi.
- Schuster kendisini ıslıklayan seyircilere "Rahatsızlık duyan maçlara gelmesin" dedi.
Schuster; taraftarı aşağıladı, medyayı aşağıladı, Türkiye'yi aşağıladı anlamına gelen 3 cümle. Alt metni Ahmet Çakar tonlamasıyla "Schuster adam değil" olan 3 adet haber. Schuster'in kendine has bir kişilik olduğu kariyerindeki pek çok olaydan görülebilir. 2. çocuğunun doğumunu görmek için Arnavutluk maçından affını isteyen bu nedenle bir skandala yol açan, bu tartışmalar sonrası 24 yaşında milli takımdan emekli olan ve emeklilik kararının ardından 1986 Dünya Kupası'na çağrılınca yeniden dönmek için 1 milyon mark para isteyen, Barcelona'dan ezeli rakip Real Madrid'e geçen, bununla da kalmayıp oradan da ezeli rakip Atletico Madrid'e yol alan bir oyuncu, Real Madrid'in başındayken "Barcelona'yı yenmemiz imkansız" dediği için görevine son verilen bir teknik direktör "kendine has bir kişilik" sıfatını hak ediyor. Peki medyanın durumu getirmek istediği nokta nedir? Schuster kişiliksiz, ahlaksız, değerleri hiçe sayan vs. vs. vs.
İşte Türiye'nin siyasette, sporda, kültürde çakılı kalmasının belki de en önemli sebebi bir kez daha karşımıza çıktı. Türkiye'de insanların birey olarak görülmeleri başlıca korku faktörü. "Farklı" olanların birey olarak özgür seçimler yapabileceğine kimse inanmıyor, inanmak istemiyor. Kalıpların dışına çıkanlar anında marjinalize ediliyor ve sistemin dışına itiliyor. Yani kendine has bir kişiliğin Türkiye'deki karşılığı kişiliksiz. Konuyu dağıtmadan yine futbola ve Schuster'e dönelim ve sahip olduğu sıfatı hak eden medya mensupları ile "Schuster'in geçmişi üzerinden neleri tartışabilirdik?" üzerine kafa yoralım.
- Benim için her şeyden önce gelen Almanya ile kazandığı 1980 Avrupa Şampiyonluğu'dur. Yukarıda uzun uzun anlattım; ama bir kez daha vurgulamak istiyorum; çünkü hayalleri olmayanların hedefleri de yoktur. Eğer Avrupa Şampiyonu olma hayaliniz varsa, başarıyı yakalayanların izlediği yolu keşfetmek aydınlatıcı olacaktır. Ama ne gerek var canım, biz de 2008'de yarı final oynayıp şampiyonluğun kıyısından dönmedik mi? Biz oralara gelmeyi biliyoruz zaten.
Ama bir dakika durup 2008'e bakalım Almanya ne yapmış diye? 2008'de final oynamışlar ve turnuvayı bizim önümüzde tamamlamışlar. Aslına bakarsanız Dünya Kupaları ve Avrupa Şampiyonaları tarihinde düzenlenen toplam 32 turnuvada Almanları bir tek Euro 2000'de çeyrek final oynayarak geçmişiz. Yani skor Almanya: 31 Türkiye: 1 (yazıyla bir). Bugün 33. turnuvaya katılmak için aynı gruptayız ve sonuçlar 32-1'i gösteriyor. Ama bu ekolün temsilcilerinden birini yerin dibine sokup gönderdik ya, bizden büyüğü yok. 2012 elemelerinde Almanya ile eşleşince Rıdvan Dilmen bu 31-1'i unutup "Almanya eski gücünde değil, Hiddink 1. çıkmazsa başarısız" yorumlarını yapmakla meşguldü.
- Peki milli takımdan 24 yaşında ayrılmasına ne demeli? Bu konuyu ahlaksız kalıbından çıkarıp gerçekten tartışacak cesarette birileri var mı? Milli takımlar organizasyonlarının amacı nedir, G-20'nin milli maçlar için tazminat, sigorta talepleri ne derece haklı, bunları sorgulayan kimse var mı? Ama bunları tartışan sonsuz kontenjanlı vatan hainliği listesine adını yazdıracağı için üstünü kumla örtmekte fayda var.
Hatta aklıma daha iyisi geldi, hazır gitmişken yerin dibine batırmak için "bayrağını taşımak için para istedi" başlıklı bir haber yapıp yanına Hakan Şükür'ün "milli takımda oynamak en büyü şereftir" başlıklı bir yazısını koyalım, ne de olsa milli takım için 51 gol atmış adam. Onun milli takımda oynaması milli takımın kendisinden bile önemliydi zaten, bu uğurda Ersun Yanal'ı harcamakta sakınca görmedik mesela. Bir kere tartışmaya başlarsak Nuri Şahin'in bu ay 11 Freunde dergisine verdiği "Milli takımda Hakan Şükür kutsal bir kişilikti. Kazara ayağına bastığınızda bile defalarca özür dilemeniz gerekirdi" sözlerini de tartışırız ki hiç gereği yok. Biz kutsallarımızla mutluyuz, değil mi?
- Bir de yine basınımızdan kimsenin merak etmediği Barcelona - Real Madrid - Atletico Madrid üçgeni var. Ezeli rakipler arasında geçişler yapmakta sakınca görmeyen Schuster'in bu takımlara ve aralarındaki rekabete bakışı sanıyorum özel bir haber değeri taşıyor. Aynı zamanda Barcelona kulüp üyesi olarak Real Madrid teknik direktörlüğüne getirilen ilk (ve muhtemelen tek) isim olmasının ardındaki hikayeyi de gazetelerde, televizyonlarda görmek isterdim. Onun ezeli rekabetlere karşı olan eleştirel bakışı, belki Türkiye'deki rekabetlerin anlamı/anlamsızlığı üzerine yeni bir şeyler söylememizi sağlardı. Sağlıklı temellere dayanan bir rekabet yaratmak şiddeti azaltabilirdi, vesaire, vesaire.
Bunları da tartışmadık. Zaten sporda şiddet yasasıyla her şeyi çözeceğiz, kitleleri uyutmak için rekabetlerin tarihini, kimliğini boş verip; salt ego tatminine dair olan ne varsa şişirmeye devam ediyoruz. Lig Tv tabiriyle Süper Derbi'nin (normal olması bize yetmez çünkü) El Clasico'dan ne eksiği var ki? Tamam belki Messi, Ronaldo gibi goller atamıyoruz; ama Arda ile Semih, Ramos ile Puyol gibi kavga ediyorlar çok şükür. Zaten El Clasico'ya bakışımız da "sen beş yiyeni gördün mü?" sorusunun ötesinde değil.
Schuster'e sorulabilecek bu soruları aklıma getirdiğim için kendimi ayıplıyor ve buraya tekrar not ediyorum: Kutsallara dokunmayalım lütfen, sonra birileri düşünmeye başlar. Kimlik üzerine düşünürken konu başka yerlere doğru filizlenir de, milleti uyutmak için kullandığımız futbol milleti düşündürmeye başlarsa işte o zaman ayvayı yeriz.
Ne yazık ki artık Schuster'e yukarıda sıraladığım konulardan hiç birini sorma şansımız yok. Bizim soru soramadığımız Schuster'in ise Türkiye'deyken kafasından geçen soruların "Was ist los, was ist das?" (Neler oluyor, bu da neydi?)olduğunu tahmin ediyorum. 90'lardan kalma bu dans şarkısının geri kalanı ise, bizlere bu şarkının sözlerine benzer sığlık seviyesindeki tartışmaları reva gören basınımıza gelsin:
Eins, zwei polizei
Drei, vier grenadier
Fünf sechs alte Gags
sieben acht gute Nacht
ja ja ja was ist los, was ist das?
ja ja ja was ist los, was ist das?
Şarkının Türkçe'ye çevirisi şöyle:
Bir, iki, polis
Üç, dört, bombacı
Beş, altı, eski hileler(şakalar)
Yedi, sekiz, İyi Akşamlar
Evet, evet, evet ne oluyor, bu nedir?
Evet, evet, evet ne oluyor, bu nedir?
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder