6 Haziran 2011 Pazartesi

Paris Notları #3 - Tanrılar, Melekler ve Şeytanlar


Paris Notları'nın son bölümünü açan resim, Napolyon'un karısı Josephine'e taç giydirdiği töreni temsil ediyor.(Resmi üzerine tıklayarak büyütebilirsiniz)Versay Sarayı ve ulus-devlet kavramı üzerine gözlemlerim ikinci yazının bütününü oluşturmuştu. Son yazıda ise; Louvre, Orsay, Notre Dame ve Cinematheque Français üzerinden, Paris'in tanrıları, melekleri ve şeytanları içeren yüzüne bakmak istiyorum. İkinci ve üçüncü yazılar arasındaki geçişi sağlamak için ise, sanıyorum bu resimden daha ideal bir çözüm bulunamazdı. Tanrılar, melekler ve şeytanların iç içe yer aldığı ve Fransa tarihinin dönüm noktalarından birisini anlatan bu resmin birer kopyasını, hem Versay sarayı hem de Louvre'da görebilirsiniz.

Başta eski Mısır, Roma ve Yunan uygarlıkları olmak üzere, pek çok uygarlığın kutsal kişiliklerinin Paris'te buluştukları adres Louvre müzesi. Burjuva devrimlerinin ardından Batı'da (ABD ve Batı Avrupa'da) kurulan yeni rejimlerin, antik Yunan ve Roma uygarlıklarını meşruiyet zemini olarak kullandıklarını biliyoruz. Zaten siyaset ve felsefe kavramlarının Antik Yunan'da doğmuş olması, yakın çağı başlatan rejimlerin neden bu kültürlerin mirasçısı olma savını kullandıklarını açıklıyor.


Louvre müzesini gezerken, bütün göz alıcılığına karşın aklımda en çok, sömürgeci imparatorlukların "antik erdemler" üzerine kurulan devlet idealinin tanrısal maskesinin içine gizlenen şeytan kaldı. Sömürgeci devletlerin kendilerini bütün uygarlıkların efendisi ilan etme hastalıklarından beslenen şeytan, dünyanın dört bir yanından alenen çaldığı sanat eserlerini kibirle sergilemekteydi. Bu geçmişiyle Londra'daki British Museum ile yakın akraba olan müzenin, paha biçilemez sanat eserleriyle sunduğu gövde gösterisi, benim için kibar bir hırsızlık gösterisinden öte bir anlam ifade etmedi. Hal böyle olunca, antik Yunan heykeli olmasına rağmen, Afrodit yerine Romalıların tanrısı Venüs'ün ismi verilen talihsiz Venus de Milo'nun kolunun kanadının kırık oluşunu da, çektiği vatan hasretine bağladım. Umarım kendisi bir gün esaretten kurtulup, doğduğu ada olan Milo'ya geri dönme şansını bulur.

Daha yazmayayım diyordum; ama dayanamadım. Sömürge imparatorluğunun verdiği güçle dünyanın dört bir tarafından çaldığı sanat eserlerini Louvre'a koyarak övünen; ama bugün banliyölerde yaşayan göçmenlerden şikayet eden Fransızların ikiyüzlülüğü mide bulandıracak cinsten.


Hazır şeytanlardan söz açmışken, Bouguereau'nun Orsay müzesinde sergilenen eseri ile Dante'nin cehenemmine girelim. 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın başına denk gelen dönemde üretilen sanat eserlerinin sergilendiği Orsay'da, Doğu-Batı ilişkileri sömürgecilikten oryantalizme doğru kayıyor. Bu müzedeki kısa gezimizi, başlığa uygun şekilde, meleklerin adeta dokunuşlarıyla renk verdikleri bir Renoir tablosunu şeytanların karşısına koyarak noktalayalım.


Notre Dame kilisesine geçmeden önce, Paris'in tanrıdan sonraki (belki de önceki) mutlak hakimi Napolyon Bonapart'ın ismini bir kez daha anmak gerekecek. Paris'ten bahsederken, Austerlitz savaşında kaçan Avusturyalıların bıraktıkları topları eritip, Paris'in orta yerine zafer anıtı olarak diken bir ismi anmamak olur mu?

Kilisede, bağış kutularına atılan bozuk paraların çıkardığı sesler bende, Notre Dame'ın Paris için önemini Napolyon'un sözleriyle aktarma isteği yarattı: "Toplum, fırsatların eşitsizliği; fırsatların eşitsizliği de din olmadan var olamazlardı. Bir adam, karnını tıka basa doyuran bir diğerinin yanında açlıktan ölürken, bir otorite ona 'Tanrı böyle istedi' demedikçe, onu bu farklılığı kabullenmeye zorlamak imkansızdır."

Kiliseyi sadece ses kurgusuna emanet etmeyip, aklımda kalan bir imge üzerine de iki kelam edeyim. Kilise, saray ve müzelerinde tanrılarla şeytanların fink attığı Paris'te, meleklerin saflığını da yalnızca, Notre Dame'da mum yakıp dua eden kadının yalvaran bakışlarında gördüm. Napolyon'un, dinin fırsat eşitsizliğini meşru kıldığına dair görüşüne katılmakla birlikte, sorumluluğu inanan insanların üzerine atmanın da saçmalık olduğunu düşünüyorum.


Champs-Élysées'yi görünce "Aaa, burası A Bout de Souffle filminde Jean Seberg'in 'International Herald Tribune' sattığı yer" diyen bir insan evladı olarak, Paris yazılarına son noktayı kendi kilisem olarak gördüğüm "Cinematheque Français" ile koymam gerekiyor; zira Paris ile ilgili bu kadar yazdıktan sonra sinemaya dair bir şeyler eklememek, kilisem tarafından aforoz edilmeme yol açabilir. Hele ki Cinematheque'de,benim için sinema dininin tanrılarından biri sayılan Stanley Kubrick için açılan sergiye katılmışken. Fear and Desire'dan Eyes Wide Shut'a, Kubrick'in filmografisinin kronolojik sırasına göre düzenlenen sergide, her bir detaya yeniden hayran olup, odamın kapısını süsleyen dev bir 2001 posteri aldığımda, ibadetimi tamamlamak için tek bir eksiğim kalmıştı.

Tanrısı, şeytanı ve meleği eksik olmayan bu genç sanatın aşıklarından birinin, Paris'te yerine getirmesi farz olan görevlerinin sonuncusu için, Pere Lachaise mezarlığını Paris yolculuğumun son durağı yaptım. Gördüğüm manzarada, memleketinde şeytan ilan edilip sürgüne yollanan Adanalı Çirkin Kral, güzellik tanrıçası Milolu Venüs ile aynı kentte vatan hasreti çekiyordu.

İlgili Yazılar:

Hoşçakal Sevgili Ülkem

Paris Notları#1 - Turistin Halet-i Ruhiyesi

Paris Notları #2 - Versay ve Ulus Devlet

Hiç yorum yok: