26 Ekim 2011 Çarşamba

Days of Heaven


"Günahıyla sevabıyla Terrence Malick" başlıklı yazıda, Malick sinemasıyla ilgili genel bir inceleme yapmıştım.Bu yazıdan hareketle Malick'in, insanların kovulduğu cennete yeryüzünde ulaşmak için günahlardan geçen bir yolu seçen iki aşığın başına gelenleri anlatan, 1978 tarihli Days of Heaven filmine dair notlarımı paylaşmak istiyorum.

Terrence Malick'in yönettiği ilk film olan Badlands(1973), görüntülerinin etkileyiciliği ve öykü anlatıcısının varlığıyla Malick üslubunun habercisiydi. Nedensiz işlenen cinayetler ve medyanın katilleri popülerleştirme hevesiyle Bonnie and Clyde'ı (1967) hatırlatan film, Amerikan proleteryasının varoluşunun git gide anlamsızlaşmasına yaptığı vurguyla Yeni Hollywood'un kilometre taşlarından biri olmuştu.Yine de, Badlands'deki 70'ler havasının Malick'in üslubunu biraz gölgelediği söylenebilir. Badlands'den 5 yıl sonra gösterime giren Days of Heaven ise, Malick'in uğraştığı sorunları daha iyi anlamamızı sağlıyor. 

Malick'in şiir-filmlerinden birisi olan Days of Heaven'ın açılışında seyirci, Jonh Williams'ın düşlere daldıran etkileyici müziği ve eski fotoğraflar eşliğinde geçmişe, 20. yüzyılın başına bir yolculuk yapmayı kabul eder. İlk durak, bir endüstri kenti haline gelen Chicago'dur. Endüstrileşmenin beraberinde getirdiği şehir gürültüsü, işçilerin kömür attıkları kızgın ocağın görüntüleriyle birleşerek seyircileri rahatsız eder. Bu rahatsızlık sayesinde, az sonra cinayet işleyecek olan ağır sanayi işçisi Bill'in ruh halini anlar hale geliriz.


İşlenen cinayetin mecburi hale getirdiği yolculuk sonrasında, öykünün esas mekanı olan buğday tarlalarına gelinir. Buğday tarlalarına vuran güneş ışığı, Malick'in sadık hizmetkarı olarak filmi sarı-sıcak renklere büründürür. Filme hakim olan sarı - turuncu tonları adeta paletinden seçmiştir Malick. Bu tonların altında gördüğümüz kurbağa, eşek, çekirge, horoz, at, tavşan ve hindinin hikayeye; hikayenin çiftlikte geçtiğini anlamamızdan öte bir katkısı yoktur belki; ancak doğanın da seyirciler gibi hikayeyi bir yandan gözlediğini bize hissettirirler. Hepsi de, kurgu masasında geçen iki yılın ardından filme dahil olmayı başarmışlardır.

Işığın yüzünü esirgemediği bu topraklardan, pek çok dinin kendisine dair bir referans olarak gördüğü tanrı yüzünü esirgemektedir. En azından, Bill'in küçük kardeşi olan öykü anlatıcımız Linda böyle düşünmektedir. Buğday tarlalarından bahsederken seyirciye şöyle seslenir: "Oradaysanız tanrı sizi duyamaz. Siz kendi sesinizi dahi duyamazsınız." Her ne kadar günlük çalışmanın sonu papazın İncil okumasıyla da gelse, çalışanlar Tanrı'nın cennetinden hayli uzaktadırlar. Malick, tarım işçilerinin hayatını gösterirken, bizi vicdani bir sorgulamaya iter, zira sömürü düzeni bu çalışanları basit; ama kapitalist sistemde değiştirilmesi mümkün görünmeyen bir gerçekle avucunda tutmaktadır. Öykü anlatıcısı filmin içinde bu gerçeği bizimle paylaşır: "Onların size ihtiyacı yoktur, her zaman (sizin yerinize) bir başkasını bulabilirler."


Bill ise artık ihtiyaç duyulan bir insan olmak, yani var olmak istemektedir. Ne var ki hayat ona, var olmak için günah işlemekten başka bir seçenek sunmamaktadır. Zaten cennetin kapıları ona, Chicago'da işlediği cinayet nedeniyle kapanmıştır. Onun mutluluk için kalan tek çaresi, cenneti yeryüzüne indirmekten geçer. Aradığı fırsatı ona, doktorun arabasından ilaç çalarken tanık olduğu konuşmalar verecektir. Çiftlik sahibinin bir yıl içinde öleceğini duyan ve çiftlik sahibinin sevgilisine olan ilgisini bilen Bill, bir plan hazırlar. Sevgilisini çiftlik sahibiyle evlendirecek ve onun ölümünün ardından mirasa el koyacaktır. Evli olmayan aşıklar, laf çıkmasın diye kendilerini kardeş olarak tanıtmaya alıştıkları için, planı yürütmek kolaylaşır. Ancak, Adem'in yasak elmayı yemesiyle cennetten kovulan insanoğlu için cennete geri dönmek sanılandan zordur.

Days of Heaven, Yeni Hollywood'un, sistemin her geçen gün özgürlük ve mutlu gelecek hayallerinden kopardığı alt tabaka insanına geçmişten bir bakış atarak, Amerikan topraklarında bir sürekliliği bize yansıtıyor. Film, doğanın gücünün (ki aşkı da bu doğal gücün içine katmak gerek) mutlaklığını vurgularken, izleyicisinde varoluşun kötücül olduğuna dair bir izlenim yaratıyor. Zengin - fakir arasındaki ayrım ve fakirlerin mağduriyeti vurgulanıyor; ama film zenginin de fakirin de çile çekmekten kurtulamadığı fikrini aktarıyor. Nihai eşitliği ise ölüm sağlıyor. Yaşanan bütün trajedinin sonunda, öykü anlatıcımız kendi yolunda gitmeye devam ediyor, etmek zorunda. Tıpkı binlerce yıldır bizi umursamadan izleyen doğa gibi.

Hiç yorum yok: