Aksiyon – Macera, 1980’lerde ABD’nin neo-liberal
ve küreselleşme yanlısı olarak bilinen politikalarının dünyadaki belirleyici
rolüne paralel olarak Hollywood sinemasının ana akım sinema türü haline
gelmiştir. Aksiyon – Macera türünün genel kabul görmesini sağlayan ilk örnekleri,
1970’lerde Star Wars, Jaws ve Indiana Jones gibi “blockbuster” filmleri üreten
Spielberg – Lucas ortaklığı vermiştir. Terminatör, Rambo gibi türün en bilindik
örnekleri ise, askeri yayılmacı politikalarla dünya sahnesine yeniden çıkmayı
hedefleyen Reagan ve Bush dönemlerinde ortaya çıkmıştır.
Aksiyon – macera filmleri, Vietnam’ın getirdiği psikolojik bunalım ve
ABD’nin vaat ettiği özgürlük hayallerinin boşa çıkmasının getirdiği hüsran
üzerine sistemi eleştirmeye başlayan Yeni Hollywood filmlerinin gözden düşmesinin
ardından, sinemaya egemen olur. Bu filmlerin temel işlevi ise, mevcut düzeni
korumak adına kahramanca eylemler etrafında bir hamaset söylemi yaratarak,
sistemin değişmezliğine olan inancın pekiştirilmesini sağlamaktır. İyi ve kötünün keskin hatlarla ayrıldığı bu
tip filmlerde, düşmanlar Batı kamuoyunda politik olarak itibarsızlaştırılmış
görüşlerin temsilcileridirler. Bazen politik bir kimliğe sahip olmayan bir
köpekbalığını veya uzaylıyı esas düşman olarak görürüz; ama özünde bunların da
politik düşmanlar olarak görülen Naziler ve Komünistlerden pek farkları yoktur.
Önemli olan, bu düşmanların yasalara ve hukuka gerek duyulmayacak şekilde
cezalandırılmalarının mubah olduğu izlenimini yaratmaktır. Bu filmlerde
yaratılan hızlı kurgu ve sürekli şiddet görüntüleriyle panik yaratma taktiği,
uluslararası hukuka aykırı olarak Irak’ın işgal edilmesi sırasında medya
tarafından da keyifle kullanılacaktır.
Irak Savaşı’na sonradan döneceğimiz için şimdilik
araya bir virgül koyalım ve Aksiyon – Macera türünün tanımı üzerinden devam
edelim. Steve Neale, aksiyon –macera türünü incelediği yazısında, bu tür
filmlerin beş ana özelliğinden bahsetmektedir: Olağanüstü fiziksel eylemlere
olan eğilim, kavgalar içeren hikaye yapısı, kovalama ve patlamalar, teknolojinin
eriştiği son seviye sayesinde üretilen özel efektler ve atletik özelliklerin ve
hünerlerin vurgulandığı performanslar. Bu beş özelliğin hepsini içinde
barındıran, hatta filmi esas olarak bu özellikler üzerinden pazarlayan
Christopher Nolan’ın son filmi The Dark
Knight Rises üzerine bir değerlendirme yaparken, türün 80’li yıllarda
ortaya çıkıp günümüze kadar süregelmiş politik arka planını, bir altıncı temel
özellik olarak ele almak zorunludur.
Aksiyon filmlerinin politik içeriği mevcut düzene
destek sağladığı için, bu filmler “bu yalnızca bir film” cümlesiyle
belirginleşen bir tür dokunulmazlığa sahip olagelmişlerdir. Özellikle süper
kahraman filmlerinde, anlatılanın içeriğinin, hikayenin nasıl anlatıldığının
pazarlanması sırasında kaybolup gittiğini görürüz. Nolan’ın 2008 tarihli The
Dark Knight filmi, süper kahraman filmlerine içerik kazandırma çabasıyla diğer
filmlerden ayrılır.
Nolan, işe hikayenin temel unsurları olan zaman ve
mekanı düzenleyerek başlar. Gotham City adında, gerçekte var olmayan bir mekanı
olabildiğince gerçeğe yakın olarak gösterir ve bunun için, küreselleşmeyi de
yansıtır biçimde kahramanını var olan diğer dünya şehirlerine göndermeyi ihmal
etmez. Zamanı da seyircinin içinde yaşadığı döneme denk getirerek gerçeklik
duygusunu pekiştirir. Hikayenin ciddiye alınması için attığı bir diğer adım,
ana karakteri arka plana alarak, gelişen olayları baş köşeye yerleştirmektir.
Filmin pazarlaması yine kafa karıştırıcı hızda ilerleyen kurgusu; patlayıcılar,
kovalamacalar ve kavga sahneleri, beden fetişizmi ve görsel efektler üzerinden
olacaktır. Ancak; filmin afişine yerleşen “Kuralların olmadığı bir dünyaya hoş
geldiniz (welcome to a world without rules)” ibaresi, filmin bütün bu olağandışı
aksiyon filmi numaralarından olduğu kadar, izleyicinin bugününe dair bir
korkudan da beslendiğini göstermektedir. Bahsi geçen sanal dünya, izleyicinin
içinde yaşadığı dünya ile olan bağını koparmayacak şekilde kurgulanmıştır.
Filmin çekiciliğinin çekirdeğini oluşturan bu
korkunun kaynağında, 11 Eylül saldırılarının ardından savaş ilan edilen terör
kavramı vardır. Serinin ilk filmi olan Batman Begins, batıyı yok etmek adına
bir terör örgütü kuran doğuluları içermektedir. Konu böylelikle tam da Bush
döneminde algı yönetimiyle oluşturulan yabancı düşmanlığının üzerine
konumlanır. 2008 yılına geldiğimizde ise, Bush yönetiminin Irak savaşına
girerken halkına gerek teröristler gerekse nükleer silahlar hakkında alenen
yalan söylediği ortaya çıkmış, ABD’nin dünyadaki imajı dibe vurmuştur. İkinci
Dünya Savaşı’ndan bu yana kendisine dünyanın polisi olma rolünü biçen ABD,
suçlu ilan ettiği Saddam’ın işini bitirmiş; ancak demokrasi vaadiyle gidilen
ülkeyi içinden çıkılmaz bir kaos teslim almıştır. Guantanamo’daki hukuk dışı
uygulamalar ve nedensiz savaşın toplumu sürüklediği bunalım, aksiyon – macera
türünde ilk defa bir sorgulamayı da beraberinde getirir.
Nolan, The Dark Knight filminde, süper kahraman
Batman üzerinden ülkenin içinde bulunduğu ruh halini sorgulamaya girişir. Şehrin
adalet sağlamakla yükümlü kurumlarının çürümüşlüğü nedeniyle çözemediği
sorunları gönüllü olarak çözmeye girişen Batman, sahip olduğu üstün kahramanlık
erdemleriyle uyuşturucu kaçakçılarını, katilleri vs. yakalasa dahi, anarşinin
hakim olmasının önüne geçemez. Joker’in sosyal deneyi, güvenlik tehdidi altında
demokratik kararların insanları öldürebilecek kararlara yol açabileceğini
doğrular. Bu tip cinayetlerin önüne geçecek olan ise bireylerin erdemli
davranışlarıdır. (Kimse karşıdaki gemiyi patlatacak olan butona basma
sorumluluğunu üstlenemez.) Katil olan resmi görevlinin kahraman, şehri kurtaran
yasadışı kahramanın katil gibi gösterilmesi, halkın yararına tercih edilirken,
akıllara bir yalan üzerine inşa edilen 5 yıllık savaşın gelmesi kaçınılmazdır.
The
Dark Knight filminde
çekilen karamsar fotoğrafın ardından geçen 4 yıl içinde, Amerikan politikasında
ciddi değişikler yaşanmıştır. Ellerine bulaşan tonlarca kanın inkar edilememesi
nedeniyle söylemini yenileme ihtiyacı hisseden neo-liberal düzen, siyahi bir
başkan seçiminin her kesimden insanın sistemin zirvesine tırmanma şansı
olduğunu vurgulayarak işe başlar. Ne var ki; sağlık reformunun hayata
geçirilmesinde yaşanan zorluklar, ekonomik kriz, terörist şüphesiyle elde delil
olmadan tutuklama yapma imkanının olduğu Guantanamo sisteminin sona
erdirilememesi gibi sorunlar, bu yeni değişim umudunun da çabucak kırılmasını
beraberinde getirir. Libya’ya NATO bünyesinde gerçekleştirilen askeri müdahale
ise, ABD’de aktörlerin değişmesinin emperyalist düzeni değiştirmek için yeterli
olmadığının ispatıdır. Bu şartlar altında, esas değişim umudunu, kapitalizmin
sömürdüğü %99’un ilk uyanışını simgeleyen Occupy hareketi yaratır.
Occupy hareketinin ne kadar başarılı olduğu
tartışmaya açıktır. Ancak, ABD’de toplumun sermayeye kayıtsız şartsız tabi
kılınması için çalışan odakların, bu hareketten korktukları ve hareketi şiddet
yoluyla bastırma tercihini kullandıkları su götürmez bir gerçektir. “Occupy
Wall Street” gösterisi sırasında New York’ta gözaltına alınan Amerikalı yazar Naomi
Wolf, bu şiddetin tesadüfi olmadığını şu sözlerle açıklıyor: “Yasama sürecinin
yakınlarındaki lobicilerin sınırsız para kazanma ayrıcalığını kaybetmeleri ve
Kongre üyelerinin koydukları kanunlardan kişisel kar sağlamasına göz yuman bir
sistemde hesap defterlerinin açılması, seçmenlerin oluşturduğu İşgal
hareketinin iki adım ötesindeyse, bunu önceden durdurmak için birliklerden
yardım istersiniz elbette.”
Sistemin kendine yönelik tehdidi kırabilmek için şiddetin
dışında başvurduğu ikinci bir gücü de dezenformasyondur. Gündüz Vassaf’ın
McMedya olarak nitelediği propaganda amaçlı tekelci medya imparatorluğu,
düzenin sadık destekçisi olarak görevini yerine getirir. Ancak, bu
propagandanın unutulmaması gereken diğer ayağı Hollywood, özelde de aksiyon –
macera türü filmlerdir. Bu filmlerde karşılığını bulan ve özellikle Christopher
Nolan’ın büyük bir ustalıkla kullandığı nabız yükselten kurgunun medya
imparatorluğunda yol açtıklarını Gündüz Vassaf şöyle ifade eder: “Günümüzde
kullanılan haber teknolojisi `İzleyicinin aklında ne kadar az şey kalırsa o
kadar başarılıyız’ anlayışı üzerine kurulu. Özellikle ekrandan aynı anda gelen
çeşitli simge ve imajlarla izleyici boğulurken, karşılaştığı bolluk önünde de
bilgilendirildim diye kandırılıyor. Düzen böyle ayakta duruyor.”
The Dark Knight Rises filmi, bu politik
gelişmelere uygun biçimde yeni tehdit algısının içerdeki düşmanlar üzerinden
kuruyor. Böylelikle Batman üçlemesi, ilk filmdeki dış tehdit ve ikinci filmdeki
ideolojik temelden yoksun post-modern terör tehdidinin ardından, toplumdaki
eşitsizlikler ve işsizlikten faydalanan bir yapılanmayı da tehdit olarak
gösteriyor. Tabii, bu noktada iç tehdidi
yaratan örgüt lideri Bane’in Batı medeniyeti dışında yetiştiği için esasen bir
dış tehdit olduğunu, şiddetin her filmde hükümete veya kolluk kuvvetlerini
değil doğrudan sivilleri tehdit ettiğini ve terör olgusunun, hatta bütün
filmlerin dini söylemlerden tamamıyla arındırıldığını hatırlatmak gerekir.
Fransız Devrimi sonrasındaki terör dönemini andıran mahkemeler ile terör
tarihsel bir bağlama da oturtulur. Ama bu tarihsel bağlam ve filmin genel
ideolojik tavrı bütünsellikten oldukça uzaktır. The Dark Knight Rises filminde
gözümüze çarpan daha çok, imgelerle seyirciyi boğan McMedya anlayışının ustalıklı
bir sunumudur. Örneğin, Doğu medeniyeti; peçeler, veba, çöl, ruhun bedenin
önünde tutulması gibi atıştırmalık imgelerle seyircinin yabancı algısını
oluşturmasına yardımcı olacak kavramlarla sunulur.
Doğu medeniyetine karşı bu oryantalist yaklaşımdan
çok daha zarar verici olan ise, filmin anti-kapitalistleri tutsak
tüketicilerinin tehdit algısı içinde konumlandırarak, toplumsal hareketleri
itibarsızlaştırma çabasıdır. Yetimhanedeki çocuğun, “yeraltında yer
üstündekinden daha çok iş var” vurgusu ve borsa çalışanının borsadaki paranın
herkese ait olduğunu söylemesinin ardından polis memurunun “benim param yastık
altında” cevabı sistemin sorunlarının yok sayılmadığını gösterir. Ancak,
sistemin tek alternatifinin bir terör yapılanması olarak gösterilmesi ve İşgal
(Occupy) hareketinin de kullandığı halkın iktidarı söylemlerinin bir terörist
söylem içinde eritilmesi, filmin politik söyleminin bu hareketi itibarsızlaştırmaya
dönük olduğu izlenimini uyandırır. Mevcut düzenin sorunlu olduğu kabul edilir;
ancak halkın çıkarları için yalan söylemeyi alışkanlık haline getiren iktidarın
tek alternatifinin bir grup Vandal olduğu izlenimi ısrarla yaratılır. Adam Cook’un da belirttiği üzere, Gotham’ın
işçilerinin çimentoya patlayıcı karıştırdıkları sahne, bu itibarsızlaştırma hareketini
adeta işçi sınıfını ayaktakımı sayan bir hakarete çevirir.
Halk hareketinin bu anarşiye meyleden yapısına
karşılık, zenginlerden çalmayı ahlaken meşru gören Selina Kyle karakterinin
bireysel meydan okuması erdem olarak sunulur. Kitlelerin kaçınılmaz ahlaki çöküşünü
engelleyecek olan bu bireysel inisiyatif meselesi, Joker’in demokrasi testinden
sonra bir kez daha karşımıza çıkar. Selina Kyle’ın şehri kurtarmak için
çalışması, filmin ana karakteri Bruce Wayne’in kahramanlık için gerekli görülen
bireysel erdeminin ve sorumluluk bilincinin sınıfsal farkların aynasında
oluşmuş bir simetrisi olarak ortaya çıkar. Hem burjuva sınıfı, hem de “ayaktakımı”
genel bir çürüme içindedir; ancak bizi bu karanlıktan kurtaracak olan, Batı
medeniyetinin üstüne kurulduğuna inanılan bireyin cesaretidir. (Burada ayaktakımı
ibaresini, mücevher hırsızı Selina Kyle’ın toplumsal ahlak kurallarının dışında
hareket eden bir kahraman olmasının aynı patlayıcı delisi işçiler gibi bilinçli
bir tercih olduğuna inanarak kullandım.) Kitleler, Batman üçlemesi boyunca pasif
ve çözüm üretmekten uzaktır, bu nedenle de canını ortaya koymaktan çekinmeyen
yarı-tanrılara olan ihtiyaç sürmektedir.
Batı medeniyetinin eriştiği noktada ürettiği son
kahraman olan Batman, aranılan adam olarak bu şartlar altında ortaya çıkar. Soylu
ve yüksek sayılan değerlere gerek hayırsever burjuva kimliğiyle, gerekse
kimsenin tırmanamadığı kuyudan tırmanma, çeşitli defalar çatışmadan çıkma ve
kırılmış omurilik üzerinde yeniden doğrulma gibi sıradan insanların üzerinden
kalkamayacağı zorluklara göğüs germesiyle layıktır. Maske takarak kanundan
kaçmayı değil, kahramanlığını bir meçhul asker anıtı misali demokratikleştirmeyi
hedefler. Demokratik bir kavram olmayan, hatta üstün nitelikli bir kişinin
yönetimini benimseyecek diktatörlükleri kutsayan kahramanlık bir maskeyle
meşruiyet kazanır. Burjuva kimliğiyle yenilenebilir enerjiye yaptığı yatırımlar,
onun insanlığa olan borcunu bir kez daha ödemekte olduğunu gösterir. Çatışmalarda
hiç adam öldürmemesi onun yaşama hakkına ve hukuka olan saygısından ileri
gelir.
Bütün bu ilkelerine karşın Batman’in ürettiği
bütün son teknoloji ürünü araçlarının neden ateşli silahlarla donatıldığı bir
muammadır. Onlarca ateşli silaha sahip aracı devletten habersiz üretmenin terör
suçu kapsamına girip girmediği de izleyicinin takdirine bırakılır. Daha doğrusu
bu kafa karıştırıcı kurguda alabildiği kadar azını almaya yönlendirilen
seyircinin bu tip soruları sormaya mecali kalmaması beklenir. Sovyetlere karşı yetiştirdiği mücahitleri
terörist ilan edip, müttefiki Pakistan’a yerleştirdiği nükleer bombaların bu
mücahitlerin eline geçmemesi için bütün bir coğrafyayı tarumar eden ABD, vakti
zamanında Pakistan’a nükleer bombalar değil yenilenebilir enerji santralleri
götürmüştür. En azından filmden böyle bir sonuç çıkarmanız olasıdır. Hiçbir
sonuç çıkarmamanız ve ABD’nin güvenlik (savaş) odaklı politikalarını desteklemeniz ise sizi aranan
müşteri konumuna sokacaktır. Her halükarda, The
Dark Knight filmiyle hafiften sorgulanan dünyanın polisi olma kimliği, The Dark Knight Rises ile yeniden
meşrulaştırılır.
SONUÇ
Christopher Nolan, Batman üçlemesini çekerken
temel hedeflerinden birisi, bugüne kadar hafife alınmış olan bir türe saygınlık
kazandırmaktı. Karmaşık ve hızlı değişimlere dayanan kurgusu ile izleyicinin filme
olan ilgisini her an yüksek tutmayı başaran Nolan, süper kahraman hikayelerinin
oluşmasının ardında yatan “dünyanın meşru polisi” olma arzusunu da iyi
yorumlayarak üzerine konuşulmaya değer süper kahraman filmleri yaratmayı
başardı. Buna aksiyon-macera türünün izleyici ilgisini çeken ögelerini başarılı
şekilde kullanmasını ve oyuncuların yıldız kimliklerinin yarattığı psikolojik
etkiyi de eklemek gerek. Özellikle serinin ikinci filminde Heath Ledger’in sergilediği
unutulmaz performansın, oyuncunun trajik ölümünden sonra seyirci ile film
arasındaki duygusal bağı güçlendirmesi de bu formüle eklenirse, eskiden yalnızca
gişe başarısı üzerinden tartışılan; ancak eleştirmenler tarafından ciddiye alınmayan
Batman filmlerinin neden Hollywood’un en değerli projeleri haline geldiği
görülür.
Yukarıda sayılan bütün bu etkileyici unsurlara
karşın, Nolan’ın süper kahraman filmlerinin ciddiye alınması için, süper
kahraman hikayelerinin yapısında barındırdığı gerçekliğe dair çatışmayı çözmeyi
başarsa da, daha derinde yer alan politik çatışmayı çözmekte tereddüt etmesi,
filmlerin değerini düşürüyor. Maske takan iyilerin, maske takan kötüleri
yendiği saçma dünya ile seyirci arasındaki mesafeyi, günümüze Batı dünyasında
yaşanan tartışmaları filmine yedirerek aşmayı başaran Nolan, Batman ile
burjuva-demokratik toplumun etik değerlerini korumayı kendine görev bilen bir erkek
kahraman yarattı. Üçlemenin finalinde, maske gerçek dışı bir unsurdan herkesin
kahraman olmasını sağlayan demokratikleşmenin sembolüne dönüşürken, yüzeysel iyi-kötü
çatışması dünyayı daha yaşanabilir bir yer yapmak için uğraşan burjuvaların
karşısına yerleştirilen terör tehdidi ile günümüz konjonktürüne uygun hale
getirildi. Burjuvaların da düzenin çürümesinde rol oynadıkları iddiasını filme
katarak, gerçekçilik iddiası pekiştirildi. Ancak, yasalar üstü bir kahramanın
varlığının doğrudan düzene zarar verdiğine dair
The Dark Knight filminde yer alan sorgulama, The Dark Knight Rises ile bir kenara bırakılıyor ve bu kahraman
kavramının kendisinin demokratik olmadığı gerçeğinin üstünün örtülmesine neden
oluyor.
Süper kahraman filmlerinin temel çatışması, kahramanın
düzenin kurulmasının önünde bir engel olmasıdır ve tam da bu nedenle Batı
medeniyetinin son ideali olarak Batman’i görmek, türlü demokratikleştirme
çabalarına karşın yersizdir. Pasif toplumsal kitlelerin kurtarıcısını bekleyen sürüler
olarak sunulduğu bir hikaye, sürünün çobanı ne kadar demokratik hassasiyetlere
sahip olsa da, demokratik bakış açısından sorunlu kalmaya mahkumdur. Yazıyı, Tanıl
Bora’nın Birikim dergisinde yayınlanan “Enkazda Altın Tozları” başlıklı
makalesinden bir alıntı yaparak tamamlamak istiyorum: “Toplumsal bir varlık
olarak insanlığın kurtuluşu davasını kahramanlara / kahramanlığa emanet edemeyiz.
İnsani kahramanlık, bir tür doğal afet gibi dışsallaştırılan `kötü’ politikanın
afet işlerine indirgenmemeli; ondan, politikanın kurucu işlevini yerinde getirmesi beklenmemeli.”
Kaynakça
Gündüz Vassaf, McMedya.
Radikal Gazetesi, 21.03.2004
Tanıl Bora,
Enkazda Altın Tozları. Birikim
Dergisi, sayı 277
Naomi Wolf, Wall
Street İşgalcilerine Uygulanan Şiddetin Ardındaki Şok Edici Gerçek. The
Guardian, 25 Kasım 2011 – Çev. Esin Eşkinat, Cogito Dergisi sayı 68-69
Steve Neale, Action
– Adventure. The Cinema Book, 3rd Edition.
Ignatiy Vishnevetsky, Adam Cook, Mike Archibald, Josh Timmermann, The Big Murk: A Conversation About Christopher Nolan's "The Dark Knight Rises" – mubi.com, 27.07.2012
Ignatiy Vishnevetsky, Adam Cook, Mike Archibald, Josh Timmermann, The Big Murk: A Conversation About Christopher Nolan's "The Dark Knight Rises" – mubi.com, 27.07.2012
Fotoğraflar
Afiş - wikipedia.org
Bruce Wayne / Batman - telegraph.co.uk
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder