1 Ağustos 2012 Çarşamba

The Dark Knight Rises: Sürünün Demokratik Çobanı



Aksiyon – Macera, 1980’lerde ABD’nin neo-liberal ve küreselleşme yanlısı olarak bilinen politikalarının dünyadaki belirleyici rolüne paralel olarak Hollywood sinemasının ana akım sinema türü haline gelmiştir. Aksiyon – Macera türünün genel kabul görmesini sağlayan ilk örnekleri, 1970’lerde Star Wars, Jaws ve Indiana Jones gibi “blockbuster” filmleri üreten Spielberg – Lucas ortaklığı vermiştir. Terminatör, Rambo gibi türün en bilindik örnekleri ise, askeri yayılmacı politikalarla dünya sahnesine yeniden çıkmayı hedefleyen Reagan ve Bush dönemlerinde ortaya çıkmıştır.

Aksiyon – macera filmleri,  Vietnam’ın getirdiği psikolojik bunalım ve ABD’nin vaat ettiği özgürlük hayallerinin boşa çıkmasının getirdiği hüsran üzerine sistemi eleştirmeye başlayan Yeni Hollywood filmlerinin gözden düşmesinin ardından, sinemaya egemen olur. Bu filmlerin temel işlevi ise, mevcut düzeni korumak adına kahramanca eylemler etrafında bir hamaset söylemi yaratarak, sistemin değişmezliğine olan inancın pekiştirilmesini sağlamaktır.  İyi ve kötünün keskin hatlarla ayrıldığı bu tip filmlerde, düşmanlar Batı kamuoyunda politik olarak itibarsızlaştırılmış görüşlerin temsilcileridirler. Bazen politik bir kimliğe sahip olmayan bir köpekbalığını veya uzaylıyı esas düşman olarak görürüz; ama özünde bunların da politik düşmanlar olarak görülen Naziler ve Komünistlerden pek farkları yoktur. Önemli olan, bu düşmanların yasalara ve hukuka gerek duyulmayacak şekilde cezalandırılmalarının mubah olduğu izlenimini yaratmaktır. Bu filmlerde yaratılan hızlı kurgu ve sürekli şiddet görüntüleriyle panik yaratma taktiği, uluslararası hukuka aykırı olarak Irak’ın işgal edilmesi sırasında medya tarafından da keyifle kullanılacaktır.

Irak Savaşı’na sonradan döneceğimiz için şimdilik araya bir virgül koyalım ve Aksiyon – Macera türünün tanımı üzerinden devam edelim. Steve Neale, aksiyon –macera türünü incelediği yazısında, bu tür filmlerin beş ana özelliğinden bahsetmektedir: Olağanüstü fiziksel eylemlere olan eğilim, kavgalar içeren hikaye yapısı, kovalama ve patlamalar, teknolojinin eriştiği son seviye sayesinde üretilen özel efektler ve atletik özelliklerin ve hünerlerin vurgulandığı performanslar. Bu beş özelliğin hepsini içinde barındıran, hatta filmi esas olarak bu özellikler üzerinden pazarlayan Christopher Nolan’ın son filmi The Dark Knight Rises üzerine bir değerlendirme yaparken, türün 80’li yıllarda ortaya çıkıp günümüze kadar süregelmiş politik arka planını, bir altıncı temel özellik olarak ele almak zorunludur.

Aksiyon filmlerinin politik içeriği mevcut düzene destek sağladığı için, bu filmler “bu yalnızca bir film” cümlesiyle belirginleşen bir tür dokunulmazlığa sahip olagelmişlerdir. Özellikle süper kahraman filmlerinde, anlatılanın içeriğinin, hikayenin nasıl anlatıldığının pazarlanması sırasında kaybolup gittiğini görürüz. Nolan’ın 2008 tarihli The Dark Knight filmi, süper kahraman filmlerine içerik kazandırma çabasıyla diğer filmlerden ayrılır.

Nolan, işe hikayenin temel unsurları olan zaman ve mekanı düzenleyerek başlar. Gotham City adında, gerçekte var olmayan bir mekanı olabildiğince gerçeğe yakın olarak gösterir ve bunun için, küreselleşmeyi de yansıtır biçimde kahramanını var olan diğer dünya şehirlerine göndermeyi ihmal etmez. Zamanı da seyircinin içinde yaşadığı döneme denk getirerek gerçeklik duygusunu pekiştirir. Hikayenin ciddiye alınması için attığı bir diğer adım, ana karakteri arka plana alarak, gelişen olayları baş köşeye yerleştirmektir. Filmin pazarlaması yine kafa karıştırıcı hızda ilerleyen kurgusu; patlayıcılar, kovalamacalar ve kavga sahneleri, beden fetişizmi ve görsel efektler üzerinden olacaktır. Ancak; filmin afişine yerleşen “Kuralların olmadığı bir dünyaya hoş geldiniz (welcome to a world without rules)” ibaresi, filmin bütün bu olağandışı aksiyon filmi numaralarından olduğu kadar, izleyicinin bugününe dair bir korkudan da beslendiğini göstermektedir. Bahsi geçen sanal dünya, izleyicinin içinde yaşadığı dünya ile olan bağını koparmayacak şekilde kurgulanmıştır. 

Filmin çekiciliğinin çekirdeğini oluşturan bu korkunun kaynağında, 11 Eylül saldırılarının ardından savaş ilan edilen terör kavramı vardır. Serinin ilk filmi olan Batman Begins, batıyı yok etmek adına bir terör örgütü kuran doğuluları içermektedir. Konu böylelikle tam da Bush döneminde algı yönetimiyle oluşturulan yabancı düşmanlığının üzerine konumlanır. 2008 yılına geldiğimizde ise, Bush yönetiminin Irak savaşına girerken halkına gerek teröristler gerekse nükleer silahlar hakkında alenen yalan söylediği ortaya çıkmış, ABD’nin dünyadaki imajı dibe vurmuştur. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana kendisine dünyanın polisi olma rolünü biçen ABD, suçlu ilan ettiği Saddam’ın işini bitirmiş; ancak demokrasi vaadiyle gidilen ülkeyi içinden çıkılmaz bir kaos teslim almıştır. Guantanamo’daki hukuk dışı uygulamalar ve nedensiz savaşın toplumu sürüklediği bunalım, aksiyon – macera türünde ilk defa bir sorgulamayı da beraberinde getirir.

Nolan, The Dark Knight filminde, süper kahraman Batman üzerinden ülkenin içinde bulunduğu ruh halini sorgulamaya girişir. Şehrin adalet sağlamakla yükümlü kurumlarının çürümüşlüğü nedeniyle çözemediği sorunları gönüllü olarak çözmeye girişen Batman, sahip olduğu üstün kahramanlık erdemleriyle uyuşturucu kaçakçılarını, katilleri vs. yakalasa dahi, anarşinin hakim olmasının önüne geçemez. Joker’in sosyal deneyi, güvenlik tehdidi altında demokratik kararların insanları öldürebilecek kararlara yol açabileceğini doğrular. Bu tip cinayetlerin önüne geçecek olan ise bireylerin erdemli davranışlarıdır. (Kimse karşıdaki gemiyi patlatacak olan butona basma sorumluluğunu üstlenemez.) Katil olan resmi görevlinin kahraman, şehri kurtaran yasadışı kahramanın katil gibi gösterilmesi, halkın yararına tercih edilirken, akıllara bir yalan üzerine inşa edilen 5 yıllık savaşın gelmesi kaçınılmazdır.

The Dark Knight filminde çekilen karamsar fotoğrafın ardından geçen 4 yıl içinde, Amerikan politikasında ciddi değişikler yaşanmıştır. Ellerine bulaşan tonlarca kanın inkar edilememesi nedeniyle söylemini yenileme ihtiyacı hisseden neo-liberal düzen, siyahi bir başkan seçiminin her kesimden insanın sistemin zirvesine tırmanma şansı olduğunu vurgulayarak işe başlar. Ne var ki; sağlık reformunun hayata geçirilmesinde yaşanan zorluklar, ekonomik kriz, terörist şüphesiyle elde delil olmadan tutuklama yapma imkanının olduğu Guantanamo sisteminin sona erdirilememesi gibi sorunlar, bu yeni değişim umudunun da çabucak kırılmasını beraberinde getirir. Libya’ya NATO bünyesinde gerçekleştirilen askeri müdahale ise, ABD’de aktörlerin değişmesinin emperyalist düzeni değiştirmek için yeterli olmadığının ispatıdır. Bu şartlar altında, esas değişim umudunu, kapitalizmin sömürdüğü %99’un ilk uyanışını simgeleyen Occupy hareketi yaratır.

Occupy hareketinin ne kadar başarılı olduğu tartışmaya açıktır. Ancak, ABD’de toplumun sermayeye kayıtsız şartsız tabi kılınması için çalışan odakların, bu hareketten korktukları ve hareketi şiddet yoluyla bastırma tercihini kullandıkları su götürmez bir gerçektir. “Occupy Wall Street” gösterisi sırasında New York’ta gözaltına alınan Amerikalı yazar Naomi Wolf, bu şiddetin tesadüfi olmadığını şu sözlerle açıklıyor: “Yasama sürecinin yakınlarındaki lobicilerin sınırsız para kazanma ayrıcalığını kaybetmeleri ve Kongre üyelerinin koydukları kanunlardan kişisel kar sağlamasına göz yuman bir sistemde hesap defterlerinin açılması, seçmenlerin oluşturduğu İşgal hareketinin iki adım ötesindeyse, bunu önceden durdurmak için birliklerden yardım istersiniz elbette.”

Sistemin kendine yönelik tehdidi kırabilmek için şiddetin dışında başvurduğu ikinci bir gücü de dezenformasyondur. Gündüz Vassaf’ın McMedya olarak nitelediği propaganda amaçlı tekelci medya imparatorluğu, düzenin sadık destekçisi olarak görevini yerine getirir. Ancak, bu propagandanın unutulmaması gereken diğer ayağı Hollywood, özelde de aksiyon – macera türü filmlerdir. Bu filmlerde karşılığını bulan ve özellikle Christopher Nolan’ın büyük bir ustalıkla kullandığı nabız yükselten kurgunun medya imparatorluğunda yol açtıklarını Gündüz Vassaf şöyle ifade eder: “Günümüzde kullanılan haber teknolojisi `İzleyicinin aklında ne kadar az şey kalırsa o kadar başarılıyız’ anlayışı üzerine kurulu. Özellikle ekrandan aynı anda gelen çeşitli simge ve imajlarla izleyici boğulurken, karşılaştığı bolluk önünde de bilgilendirildim diye kandırılıyor. Düzen böyle ayakta duruyor.”

The Dark Knight Rises filmi, bu politik gelişmelere uygun biçimde yeni tehdit algısının içerdeki düşmanlar üzerinden kuruyor. Böylelikle Batman üçlemesi, ilk filmdeki dış tehdit ve ikinci filmdeki ideolojik temelden yoksun post-modern terör tehdidinin ardından, toplumdaki eşitsizlikler ve işsizlikten faydalanan bir yapılanmayı da tehdit olarak gösteriyor.  Tabii, bu noktada iç tehdidi yaratan örgüt lideri Bane’in Batı medeniyeti dışında yetiştiği için esasen bir dış tehdit olduğunu, şiddetin her filmde hükümete veya kolluk kuvvetlerini değil doğrudan sivilleri tehdit ettiğini ve terör olgusunun, hatta bütün filmlerin dini söylemlerden tamamıyla arındırıldığını hatırlatmak gerekir. Fransız Devrimi sonrasındaki terör dönemini andıran mahkemeler ile terör tarihsel bir bağlama da oturtulur. Ama bu tarihsel bağlam ve filmin genel ideolojik tavrı bütünsellikten oldukça uzaktır. The Dark Knight Rises filminde gözümüze çarpan daha çok, imgelerle seyirciyi boğan McMedya anlayışının ustalıklı bir sunumudur. Örneğin, Doğu medeniyeti; peçeler, veba, çöl, ruhun bedenin önünde tutulması gibi atıştırmalık imgelerle seyircinin yabancı algısını oluşturmasına yardımcı olacak kavramlarla sunulur.

Doğu medeniyetine karşı bu oryantalist yaklaşımdan çok daha zarar verici olan ise, filmin anti-kapitalistleri tutsak tüketicilerinin tehdit algısı içinde konumlandırarak, toplumsal hareketleri itibarsızlaştırma çabasıdır. Yetimhanedeki çocuğun, “yeraltında yer üstündekinden daha çok iş var” vurgusu ve borsa çalışanının borsadaki paranın herkese ait olduğunu söylemesinin ardından polis memurunun “benim param yastık altında” cevabı sistemin sorunlarının yok sayılmadığını gösterir. Ancak, sistemin tek alternatifinin bir terör yapılanması olarak gösterilmesi ve İşgal (Occupy) hareketinin de kullandığı halkın iktidarı söylemlerinin bir terörist söylem içinde eritilmesi, filmin politik söyleminin bu hareketi itibarsızlaştırmaya dönük olduğu izlenimini uyandırır. Mevcut düzenin sorunlu olduğu kabul edilir; ancak halkın çıkarları için yalan söylemeyi alışkanlık haline getiren iktidarın tek alternatifinin bir grup Vandal olduğu izlenimi ısrarla yaratılır.  Adam Cook’un da belirttiği üzere, Gotham’ın işçilerinin çimentoya patlayıcı karıştırdıkları sahne, bu itibarsızlaştırma hareketini adeta işçi sınıfını ayaktakımı sayan bir hakarete çevirir.

Halk hareketinin bu anarşiye meyleden yapısına karşılık, zenginlerden çalmayı ahlaken meşru gören Selina Kyle karakterinin bireysel meydan okuması erdem olarak sunulur. Kitlelerin kaçınılmaz ahlaki çöküşünü engelleyecek olan bu bireysel inisiyatif meselesi, Joker’in demokrasi testinden sonra bir kez daha karşımıza çıkar. Selina Kyle’ın şehri kurtarmak için çalışması, filmin ana karakteri Bruce Wayne’in kahramanlık için gerekli görülen bireysel erdeminin ve sorumluluk bilincinin sınıfsal farkların aynasında oluşmuş bir simetrisi olarak ortaya çıkar. Hem burjuva sınıfı, hem de “ayaktakımı” genel bir çürüme içindedir; ancak bizi bu karanlıktan kurtaracak olan, Batı medeniyetinin üstüne kurulduğuna inanılan bireyin cesaretidir. (Burada ayaktakımı ibaresini, mücevher hırsızı Selina Kyle’ın toplumsal ahlak kurallarının dışında hareket eden bir kahraman olmasının aynı patlayıcı delisi işçiler gibi bilinçli bir tercih olduğuna inanarak kullandım.) Kitleler, Batman üçlemesi boyunca pasif ve çözüm üretmekten uzaktır, bu nedenle de canını ortaya koymaktan çekinmeyen yarı-tanrılara olan ihtiyaç sürmektedir.

Batı medeniyetinin eriştiği noktada ürettiği son kahraman olan Batman, aranılan adam olarak bu şartlar altında ortaya çıkar. Soylu ve yüksek sayılan değerlere gerek hayırsever burjuva kimliğiyle, gerekse kimsenin tırmanamadığı kuyudan tırmanma, çeşitli defalar çatışmadan çıkma ve kırılmış omurilik üzerinde yeniden doğrulma gibi sıradan insanların üzerinden kalkamayacağı zorluklara göğüs germesiyle layıktır. Maske takarak kanundan kaçmayı değil, kahramanlığını bir meçhul asker anıtı misali demokratikleştirmeyi hedefler. Demokratik bir kavram olmayan, hatta üstün nitelikli bir kişinin yönetimini benimseyecek diktatörlükleri kutsayan kahramanlık bir maskeyle meşruiyet kazanır. Burjuva kimliğiyle yenilenebilir enerjiye yaptığı yatırımlar, onun insanlığa olan borcunu bir kez daha ödemekte olduğunu gösterir. Çatışmalarda hiç adam öldürmemesi onun yaşama hakkına ve hukuka olan saygısından ileri gelir.

Bütün bu ilkelerine karşın Batman’in ürettiği bütün son teknoloji ürünü araçlarının neden ateşli silahlarla donatıldığı bir muammadır. Onlarca ateşli silaha sahip aracı devletten habersiz üretmenin terör suçu kapsamına girip girmediği de izleyicinin takdirine bırakılır. Daha doğrusu bu kafa karıştırıcı kurguda alabildiği kadar azını almaya yönlendirilen seyircinin bu tip soruları sormaya mecali kalmaması beklenir.  Sovyetlere karşı yetiştirdiği mücahitleri terörist ilan edip, müttefiki Pakistan’a yerleştirdiği nükleer bombaların bu mücahitlerin eline geçmemesi için bütün bir coğrafyayı tarumar eden ABD, vakti zamanında Pakistan’a nükleer bombalar değil yenilenebilir enerji santralleri götürmüştür. En azından filmden böyle bir sonuç çıkarmanız olasıdır. Hiçbir sonuç çıkarmamanız ve ABD’nin güvenlik (savaş) odaklı  politikalarını desteklemeniz ise sizi aranan müşteri konumuna sokacaktır. Her halükarda, The Dark Knight filmiyle hafiften sorgulanan dünyanın polisi olma kimliği, The Dark Knight Rises ile yeniden meşrulaştırılır.  



SONUÇ 

Christopher Nolan, Batman üçlemesini çekerken temel hedeflerinden birisi, bugüne kadar hafife alınmış olan bir türe saygınlık kazandırmaktı. Karmaşık ve hızlı değişimlere dayanan kurgusu ile izleyicinin filme olan ilgisini her an yüksek tutmayı başaran Nolan, süper kahraman hikayelerinin oluşmasının ardında yatan “dünyanın meşru polisi” olma arzusunu da iyi yorumlayarak üzerine konuşulmaya değer süper kahraman filmleri yaratmayı başardı. Buna aksiyon-macera türünün izleyici ilgisini çeken ögelerini başarılı şekilde kullanmasını ve oyuncuların yıldız kimliklerinin yarattığı psikolojik etkiyi de eklemek gerek. Özellikle serinin ikinci filminde Heath Ledger’in sergilediği unutulmaz performansın, oyuncunun trajik ölümünden sonra seyirci ile film arasındaki duygusal bağı güçlendirmesi de bu formüle eklenirse, eskiden yalnızca gişe başarısı üzerinden tartışılan; ancak eleştirmenler tarafından ciddiye alınmayan Batman filmlerinin neden Hollywood’un en değerli projeleri haline geldiği görülür.

Yukarıda sayılan bütün bu etkileyici unsurlara karşın, Nolan’ın süper kahraman filmlerinin ciddiye alınması için, süper kahraman hikayelerinin yapısında barındırdığı gerçekliğe dair çatışmayı çözmeyi başarsa da, daha derinde yer alan politik çatışmayı çözmekte tereddüt etmesi, filmlerin değerini düşürüyor. Maske takan iyilerin, maske takan kötüleri yendiği saçma dünya ile seyirci arasındaki mesafeyi, günümüze Batı dünyasında yaşanan tartışmaları filmine yedirerek aşmayı başaran Nolan, Batman ile burjuva-demokratik toplumun etik değerlerini korumayı kendine görev bilen bir erkek kahraman yarattı. Üçlemenin finalinde, maske gerçek dışı bir unsurdan herkesin kahraman olmasını sağlayan demokratikleşmenin sembolüne dönüşürken, yüzeysel iyi-kötü çatışması dünyayı daha yaşanabilir bir yer yapmak için uğraşan burjuvaların karşısına yerleştirilen terör tehdidi ile günümüz konjonktürüne uygun hale getirildi. Burjuvaların da düzenin çürümesinde rol oynadıkları iddiasını filme katarak, gerçekçilik iddiası pekiştirildi. Ancak, yasalar üstü bir kahramanın varlığının doğrudan düzene zarar verdiğine dair The Dark Knight filminde yer alan sorgulama, The Dark Knight Rises ile bir kenara bırakılıyor ve bu kahraman kavramının kendisinin demokratik olmadığı gerçeğinin üstünün örtülmesine neden oluyor.

Süper kahraman filmlerinin temel çatışması, kahramanın düzenin kurulmasının önünde bir engel olmasıdır ve tam da bu nedenle Batı medeniyetinin son ideali olarak Batman’i görmek, türlü demokratikleştirme çabalarına karşın yersizdir. Pasif toplumsal kitlelerin kurtarıcısını bekleyen sürüler olarak sunulduğu bir hikaye, sürünün çobanı ne kadar demokratik hassasiyetlere sahip olsa da, demokratik bakış açısından sorunlu kalmaya mahkumdur. Yazıyı, Tanıl Bora’nın Birikim dergisinde yayınlanan “Enkazda Altın Tozları” başlıklı makalesinden bir alıntı yaparak tamamlamak istiyorum: “Toplumsal bir varlık olarak insanlığın kurtuluşu davasını kahramanlara / kahramanlığa emanet edemeyiz. İnsani kahramanlık, bir tür doğal afet gibi dışsallaştırılan `kötü’ politikanın afet işlerine indirgenmemeli; ondan, politikanın kurucu işlevini yerinde getirmesi beklenmemeli.”

Kaynakça

Gündüz Vassaf,  McMedya. Radikal Gazetesi, 21.03.2004
Tanıl Bora,  Enkazda Altın Tozları. Birikim Dergisi, sayı 277
Naomi Wolf, Wall Street İşgalcilerine Uygulanan Şiddetin Ardındaki Şok Edici Gerçek. The Guardian, 25 Kasım 2011 – Çev. Esin Eşkinat, Cogito Dergisi sayı 68-69
Steve Neale, Action – Adventure. The Cinema Book, 3rd Edition.
Ignatiy Vishnevetsky, Adam Cook, Mike Archibald, Josh Timmermann,  The Big Murk: A Conversation About Christopher Nolan's "The Dark Knight Rises" – mubi.com, 27.07.2012

Fotoğraflar

Afiş - wikipedia.org
Bruce Wayne / Batman - telegraph.co.uk

Hiç yorum yok: