30 Mart 2011 Çarşamba

Spot Işıkları #5 - Euro 2012 Elemeleri Bölüm 2


Spot Işıkları'nın 5. bölümünde Euro 2012'nin kalan 4 grubunda şimdiye kadar yaşananlara bakalım.

F Grubu


Hikayenin buraya kadarki kısmı

1- Yunanistan 5 maç, 11 puan
2- Hırvatistan 5 maç, 10 puan
3- İsrail 6 maç, 10 puan
4- Gürcistan 6 maç, 9 puan

Euro 2004'ü izleyenlere "5 maçta 5 golle grup lideri olup grup liderliğini elde eden takım kimdir?" sorusunu sorarsak ortak cevap Yunanistan olacaktır. O nedenle Malta'yı 90+3'te gelen golle zar zor yenebilen Yunanistan'ın durumunda şaşılacak bir şey yok. Hırvatistan, Gürcistan karşısında aldığı şok yenilgiyle zirveyi kaptırdı ve rakibini de yarışa ortak etti. 4 takımın zirve mücadelesi, ilerleyen maçlarda gerilimi yüksek maçlara sahne olacak.

Esas Soru: 4 takımlı zirve mücadelesi izlemeye değer mi?

Euro 2012'ye katılacak en azından bir takımı belirleyeceği için kesinlikle izlemeye değer. Ama bileti alacak takımın Hırvatistan dışındaki adaylardan birinin alması durumunda, turnuvanın en az potansiyelli ekibine doğrudan bir bilet verilecek. Bunun Türkiye için de bir anlamı olduğunu düşünüyorum. 9 gruplu eleme sistemi devam ettiği takdirde, favori olan 8 ülkenin yanında UEFA sıralamasında 9. olan takım birinci torbaya geçiyor ve turnuvalara katılma ihitmali de ciddi olarak artıyor. Türkiye'nin turnuvalardaki birinci hedefi bu 9. sırayı ele geçirmek olmalı.

G Grubu


Hikayenin buraya kadarki kısmı

1- İngiltere 4 maç, 10 puan
2- Karadağ 4 maç, 10 puan
3- İsviçre 4 maç, 4 puan
4- Bulgaristan 4 maç, 4 puan

Elemelerin en büyük sürprizinin yaşanmakta olduğu G Grubu'nda Karadağ; kısa tarihinin en görkemli hikayesini yazma yolunda adım adım ilerliyor. Bu ay maç oynamamalarına karşın, İsviçre - Bulgaristan maçından çıkan beraberlik onların avantajını artırdı. Karadağlıların önünde zirveye oturan İngiltere ise sorunsuz bir eleme turu geçirip Euro 2012 biletini elde edeceğe benziyor. Peki o zaman Karadağ hakkında neden bu kadar çok konuştun diye soranlara esas sorumuz yanıt versin.

Esas Soru: Karadağ en iyi ikinci ünvanını koruyabilecek mi?

Şu an en iyi ikinciler listesinin tepesinde bulunan Karadağ, aynı sayıda maç oynadığı takımlara da 3 puanlık fark yapmış durumda. Bu da Karadağ'ın bir ekstra beraberlik hakkı olduğu anlamına geliyor ki, 4 maçlık kısa bir periyot için oldukça önemli bir avantaj. Eğer grubun son maçı olan İsviçre - Karadağ maçına İsviçre iddiasız olarak çıkarsa Karadağ doğrudan katılım biletini almak için büyük bir şans elde eder. İsviçre'nin maça iddialı çıkması ise play-off bileti için gergin bir karşılaşma vaat edecektir.

H Grubu


Hikayenin buraya kadarki kısmı

1- Norveç 4 maç, 10 puan
2- Portekiz 4 maç, 7 puan
3- Danimarka 4 maç, 7 puan

H grubu, üç aday arasında yaşanan kıyasıya çekişmeyle bir eleme grubunun ruhunu iyi şekilde yansıtıyor. Grupta Norveç, Portekiz ve Danimarka arasında oynanacak final maçları, bir büyük ödül ve bir teselli ödülü sahibi çıkaracak. İlk devre sonunda 3 puanlık avantajı elde eden Norveç, bu avantajını grubun son maçlarına kadar korumaya çalışacak; ancak haziran ayında oynanacak maçların sonunda 3 takımın 10 puanda eşitlenmesi de ihtimal dahilinde.

Esas Soru: Paulo Bento ile yakalanan ivme Portekiz'i liderlik koltuğuna oturtacak mı?

3 takım arasında kıyasıya bir liderlik çekişmesi var; ancak üçlü arasında büyük favorinin Portekiz olduğu gerçeğini es geçmeyelim. Paulo Bento'nun gelişinin ardından 2 maçta gelen 6 puan ve 4-0'lık İspanya galibiyeti ile ivme yakalayan Portekiz, evindeki maçta Norveç'i geçerse elde edeceği liderlik koltuğunu bırakmayacaktır. Kuzeylilerin çekişmesi de play-off biletine yönelik olabilir.

I Grubu


Hikayenin buraya kadarki kısmı

1- İspanya 5 maç, 15 puan
2- Çek Cumhuriyeti 5 maç, 9 puan
3- İskoçya 4 maç, 4 puan
4- Litvanya 4 maç, 4 puan

Sonuçların daha başlamadan bilindiği grupta şaşırtıcı bir gelişme de olmayınca, dünya şampiyonunun grubu elemelerin en heyecansız gruplarından biri haline geldi. Play-off mücadelesinde ise Litvanya'nın şansının ciddi anlamda devam ettiğini söyleyebiliriz. Üst üste iki Liechtenstein maçı oynaacak olan bu Baltık ülkesi, Çeklerin İskoçya'ya takılması halinde ikincilik için Çek Cumhuriyeti ile puanları eşitleyebilir. Litvanya'nın İspanya ile de maçı kalmadı.

Esas Soru: İskoçlar yarışa dahil olacak mı?

Bahsettiğim yarış elbette play-off'a kalma yarışı. Şu anda puan tablosu rekabeti pek yansıtmıyor; ama hem Litvanya hem de İskoçya'nın ikincilik için önemli kozları var. İskoçya'nın fikstür avantajı Çek Cumhuriyeti ve Litvanya ile iç sahada karşılaşacak olmaları. 4 gün içinde oynayacakları bu iki maç grubun gidişatını belirler. Eğer İskoçya bu maçlarda yarışa dahil olamaz ise, grubun son maçı olan Litvanya - Çek Cumhuriyeti maçı play-off biletinin kime çıkacağını belirler. Eğer İskoçya yarışa girerse grup tam anlamıyla karışır.

Spot Işıkları #4 - Euro 2012 Elemeleri Bölüm 1


Avrupa'da dün akşam oynanan maçların ardından eleme gruplarında ilk devreler tamamlanmış oldu. Oluşan tablo Euro 2012 için dağıtılan 14 biletten 5'inin sahiplerini büyük olasılıkla bulduğunu gösteriyor. Grup birincilerine verilen diğer 4 bilet için ise bazı gruplarda tam 4 adet aday bulmak mümkün. En iyi ikinci ve play-off'lardan verilecek son biletleri hesaba kattığımızda ise toplam aday sayısı 33'ü buluyor. Bu da demek oluyor ki, eleme maçlarında önümüzde çok çekişmeli ve heyecanlı geçecek bir fikstür var. Bu yazıda gruplardaki son durumlara ve aday ülkelerin Euro 2012 finallerine katılma ihtimallerini spot ışıkları formatıyla inceleyelim. Değerlendirmeleri okurken yan gözle bu adrese bakmanız faydalı olacaktır.

A Grubu


Hikayenin Bugüne Kadarki Kısmı

1- Almanya 5 maç, 15 puan
2- Belçika 6 maç, 10 puan
3- Türkiye 5 maç, 9 puan

Milli takımımızın içinde yer almasından dolayı hikayesini çok iyi bildiğimiz bu grupta, Almanya beş maç sonunda Ukrayna-Polonya vizesini almayı başardı diyebiliriz. Günümüz futbolunun yaygın dizilişi 4-2-3-1'i en iyi uygulayan takım olan Almanya, maçları birer birer kazanırken gençleşme hamlelerini de sürdürüyor. Onların 2010 Dünya Kupası'ndan bu yana devam ettirdikleri iyi performans nedeniyle, esas sorumuz play-off adaylarına dair.

Esas Soru: Adaylık başvurumuz Brüksel'den onay alacak mı?

Avusturya play-off bileti için olan iddiasını bir hafta içinde iki maç kaybederek oldukça azalttı. Avusturya'ya karşı oynanan maçları kazanan Türkiye ve Belçika play-off biletinin iki adayı haline geldiler. Bir önceki eleme grubunda da aynı grupta yer alan ve İspanya ile Bosna'nın ardında kalan ikilinin Brüksel'de yapacağı maç, grupta ikinci sırayı kimin alacağını belirleyeceği için bir bakıma play-off öncesi play-off haline geldi. Bu durum Türkiye'nin AB ile olan pazarlık süreçlerini ve 90'ların meşhur aday adaylığı isim tamlamasını hatırlattığından olsa gerek, bu gruba dair esas soru da Brüksel merkezli oldu.

B Grubu


Hikayenin Bugüne Kadarki Kısmı

1- Slovakya 5 maç, 10 puan
2- Rusya 5 maç, 10 puan
3- İrlanda 5 maç, 10 puan
4- Ermenistan 5 maç, 8 puan

Kuraların çekildiği gün oldukça dengeli görünen bu grup, tahminlerin doğrultusunda bir seyir izledi ve Euro 2012'ye doğrudan verilecek bilet için tam 4 aday ortaya çıkardı. Tahminlerin ötesine geçmeyi başaran takım ise kuşkusuz Ermenistan. 5 maçta çıkardığı 8 puanla liderin yalnızca iki puan gerisine yerleşen Ermenilerin bu iddialarını ne kadar devam ettirebilecekleri soru işareti. Slovakya an itibariyle averajla grup liderliğini elinde bulunduruyor ve grubun büyük ağabeyi Rusya'yı deplasmanda Stoch'un golüyle 1-0 mağlup etmeyi başardılar. Yine de tabloya baktığımızda ilk devrede kimsenin ciddi bir avantaj elde edemediğini görüyoruz.

Esas Soru: Rusya'nın iç işleri karışacak mı?

Grupta liderliği ve ikinciliği kimlerin alacağı önümüzdeki maçlarda belirlenecek. Fikstüre bakıldığında ise Rusya'nın ciddi bir avantajı olduğu göze çarpıyor, zira Rusya kalan beş maçın dördünü kendi evinde oynayacak. Eğer kendi evinde oynadığı maçlardan sorunsuz şekilde ayrılırsa, Slovakya deplasmanında oynayacakları maça puan avantajıyla çıkma şansları olacak. Henry'nin elini unutmayan bütün futbol severler gibi gönlümün İrlanda'dan yana olduğunu da belirteyim.

C Grubu


Hikayenin Bugüne Kadarki Kısmı

1- İtalya 5 maç, 13 puan
2- Slovenya 6 maç, 8 puan
3- Sırbistan 6 maç, 8 puan
4- Estonya 5 maç, 7 puan
5- K.İrlanda 5 maç, 6 puan

C Grubu'nda bugüne kadar yaşananlara Sırp fanatiklerin damga vurduğu aşikar. İtalya'da 0-0 devam eden maçta çıkardıkları olaylar nedeniyle İtalya'ya 3-0'lık hükmen galibiyeti hediye eden fanatikler, kendi takımlarını baltalayarak grubun doğal dengesini de bozdular. O İtalya, Sırbistan maçından 4 gün önce K.İrlanda ile berabere kalarak grupta karın ağrıları çekeceğinin sinyallerini vermişti. Şimdi yeni transferleri(!) Motta'nın Slovenya deplasmanında attığı golle Euro 2012 biletini almaya çok yaklaştılar. Doğal dengelerin bozulduğu grupta ikincilik bileti için Slovenya ve Sırbistan ile birlikte Estonya ve K.İrlanda da yarışıyor.

Esas Soru: Play-off için dörtlü yarış ne kadar devam eder?

2 Eylül'e kadar. Bu kadar net bir tarih vermemi sağlayan ise o akşam oynanacak iki maçın K.İrlanda - Sırbistan ve Slovenya - Estonya arasında olması. Normal şartlar altında DK 2010 katılımcıları Slovenya ve Sırbistan'ın rakiplerini geçip grubun son maçında aralarında oynayacakları maç ile play-off katılımcısını tayin etmelerini bekliyoruz; ancak Estonya'nın yanına bir ünlem işareti koyalım. Eğer Estonya; Faroe Adaları ve 2 adet K. İrlanda maçından 9 puan çıkarırsa play-off'a kalır gibi görünüyor, demedi demeyin. Sonra gelsin play-off kurasında "Çek bir Estonya" başlıkları, şeker-lokum benzetmeleri.

D Grubu


Hikayenin Bugüne Kadarki Kısmı

1- Fransa 5 maç, 12 puan
2- Belarus 5 maç, 8 puan
3- Arnavutluk 5 maç, 8 puan
4- Bosna Hersek 4 maç, 7 puan
5- Romanya 5 maç, 5 puan

Fransa, yalnızca sahada ve teknik direktör ile yaşadığı skandallar ile gündeme gelebildiği DK 2010'un ardından bu elemelere de Belarus yenilgisiyle facia bir başlangıç yapmıştı; ancak sonrasında, Fransa'nın altındaki takımların denk güçlerde olmasının bu takımlara getirdiği puan kayıpları Fransa'yı zirvede yalnız başına bıraktı. Böylelikle Fransa da İtalya gibi kazaya uğraması muhtemel bir grubu rahat geçmişe benziyor. Bu arada Bosna karşısında deplasmanda aldıkları 2-0'lık galibiyetle kendi yollarını açtıklarını söyleyerek haklarını teslim edelim.

Esas Soru: Fransa yeniden işleri berbat edebilir mi?

Puan tablosu aksini iddia etse de, ben grubun bittiğini görmek için bir iki maç daha beklemek gerektiğine inanıyorum; çünkü Bosna ile Fransa arasındaki 5 puanlık fark Fransa'nın fazla maçını Lüksemburg ile oynamasından doğdu. Bosna form yakalar ve Fransa'nın ensesine yapışırsa, Zidane'dan sonra nice rezil durumlarda gördüğümüz Fransa grubun final maçında bir sürpriz daha yaşayabilir. Tabii bu noktada o sürprizleri Domenech'in yaşattığını; ama artık takımın başında Blanc'ın bulunduğunu not düşelim. Türkiye gözlüklerini takarak gruba baktığımda ise, play-off'ta en uygun rakibin (Bosna, Arnavutluk, Belarus, Romanya) bu gruptan geleceğini görüyorum.

E Grubu


Hikayenin Bugüne Kadarki Kısmı

1- Hollanda 6 maç, 18 puan
2- İsveç 4 maç, 9 puan
3- Macaristan 6 maç, 9 puan

Dünya Kupası'nda yarı final oynamayı başaran Avrupa takımlarının, gruplarında oynadıkları toplam 16 maçta henüz puan kaybı dahi yaşamadığını görüyoruz. Bu üçlüden biri olan Hollanda'nın yer aldığı E Grubu da, portakalların süregelen formu nedeniyle erken sonuçlananlardan. Play-off için de ciddi bir çekişme yaşanmayacağını ve İsveç'in ikinciliği elde edeceğini düşünüyorum.

Esas Soru: İsveç en iyi ikinci olarak çıkabilir mi?

Grupta çekişme minimum düzeyde olduğu için aklımıza takılan tek soru bu. İsveç, altındaki bütün takımları yener ise ikinci sıradan doğrudan katılım bileti için büyük bir avantaj elde edebilir. Grupta bunun dışındaki bir hesaplamanın yeniden yapılabilmesi için 2 Eylül'de Macaristan'ın kendi evinde İsveç karşısında son bir şansı olacak.

Not: Fotoğraflar uefa.com'dan alınmıştır.

29 Mart 2011 Salı

Türkiye 2-0 Avusturya: Hiddink'in Sayfası, Arda'nın Kalemi


Milli takımın galip geldiği bir akşam yazı yazmanın keyfi başka oluyor. Bu durumu, bir yıllık sürece yayılan 10 adet maçta kaderinizin belirlendiği milli takımlar arenasında galibiyetlerin değerinin artmasına bağlıyorum. Almanya - Azerbaycan şoklarının zorunlu kıldığı değişim hareketini kasım ayından beri blogda takip etmeye çalışıyorum ve bu akşam oynanan Avusturya maçının ardından değişimin üzerine artık daha kesin ifadelerle konuşabiliriz. Öncelikle ilk 11 ve dizilişi tartışarak başlayalım.

Kalede Volkan neden değişilmez olduğunu bu akşam bir kez daha ispatladı. Onun önündeki dörtlüde yalnızca stoper değişti ve Serdar Kesimal ilk 11'de şans buldu. Sol bekte İsmail'i deneyen Hiddink ondan pek memnun kalmamış olacak ki, ilk maçlarında stoper olarak görev verdiği Hakan Balta'yı bu maçta yeniden birinci sol bek olarak görevlendirdi. Bundan sonra sakatlıklar veya form durumlarında ciddi bir düşüş olmaz ise bu dörtlü görev yapmaya devam edecektir. Tek tek isimlere baktığımızda çok sorunlu görülmeyen bu dörtlünün top bizdeyken ileride pozisyon alamaması ise ne yazık ki Hiddink'in planlarına engeller oluşturmaya devam ediyor.

Yalnızca tek bir değişikliğin yapıldığı defans dörtlüsünden bu kadar uzun bahsetmemin nedeni, bu dörtlünün orta saha kurgusuna yaptığı etki. Geçtiğimiz yıl Romanya ile oynanan hazırlık karşılaşmasında 4-2-3-1 sistemini deneyen Hiddink'in, geri dörtlünün ağırlığı sebebiyle orta sahayı daha geride kurmaya başladığını ve bu nedenle 4-3-3'e döndüğünü gördük. Tekrar 4-2-3-1 görüntüsüne büründüğümüz bu maçta da önde oynayan Mehmet Ekici ile orta ikili arasında geniş bir alan kaldı.Orta sahada tercihini sürekli olarak pasör oyunculardan yana kullanan Hiddink, Hollanda maçı kadrosundan bu yana aklında olan Selçuk - Nuri - Mehmet Ekici üçlüsünü bu maçta deneme fırsatı buldu. Birlikte oynamamanın yarattığı uyumsuzluk Avusturya karşısında sırıtmadı; ancak uyumsuzluk aşılsa dahi oyunu fazlaca geriden kurmanın getirdiği hücumda çoğalamama sıkıntısı devam edecek gibi görünüyor.


Pas yapan oyuncuların fazlalığı, milli takıma başta topa sahip olma ve pozisyon üretme açısından çok şeyler katacaktır; ama orta sahanın bu yeteneğinin daha fazla ön plana çıkması için takımın daha önde oynayabilmesi gerekiyor. Daha dirençli bir orta saha oluşturmak için önümüzdeki maçlarda Mehmet Topal, Emre ve Sabri ilk 11'de kullanılabilir. Ama Selçuk - Nuri - Mehmet Ekici üçlüsünün bu akşam ilk defa bir arada oynadıklarını bir kez daha not düşmekte fayda var; çünkü kişisel kanaatim milli takımda bu üçlüyü uzun yıllar bir arada göreceğimiz yönünde. Birbirlerine ve takım arkadaşlarına alıştıktan sonra kalitelerini sahaya daha çok yansıtacaklardır.

Kanatlarda Arda ve Hamit yangında ilk kurtarılacaklar listesinde yer aldıkları için bu mevkilerde sadece alternatifleri tartışabiliriz. Ancak bu orta saha yapısında, gol yükünü santrafor ile birlikte Arda'nın çekmesi gerekecek. Santrafor demişken, elimizde bu tanıma uyan tek oyuncunun Semih olduğunu ve ondan vazgeçmememiz gerektiğini düşünüyorum. Bugün goldeki asisti de tadından yenmez güzellikteydi.


Son paragrafı ise yukarıda sadece bir kez adını anarak kendisine haksızlık ettiğimi düşündüğüm Arda Turan'a ayırmak istiyorum. Onu çıplak gözle ilk kez sahada görme şansına Euro 2008'e hazırlık için İnönü'de oynanan Türkiye - İsveç maçında erişmiştim. İkinci yarı oyuna giren Arda'nın Kapalı'nın önünde 45 dakikada ortaya koyduğu performans beni kalitesine ikna etmeye yetmişti. Bu akşam A milli takımda 10. golünü attı Arda ve milli takım üzerinden kendi kişisel hikayesini büyütmeye devam ediyor. Sanıyorum futbol severler olarak onun için yapacağımız en iyi şey, ona methiyeler düzmek veya verimsiz geçen 3 senenin hesabını sormaktan ziyade, kendi hikayesini yazmaya devam etmesi için ona izin vermek olacaktır. Zaten şimdiye kadar gördüklerimiz onun kaleminin ne kadar kuvvetli olduğunun ispatı.

Not: Fotoğraflar tff.org'dan alınmıştır.

26 Mart 2011 Cumartesi

Milli Takım Havuzu: Yenilenmenin İlk Sonuçları


Almanya ve Azerbaycan karşısında alınan mağlubiyetlerin ardından başlanan kadro yenileme çalışmaları ilk sonuçlarını vermişe benziyor. Hollanda maçıyla birlikte ilk defa kadroya alınan isimlerden bazıları üçüncü kez kadroya çağrılarak kalıcı olacaklarının sinyallerini vermeye başladılar bile. Şimdi yeni yapılan seçimlerin ortak özelliklerine ve bu seçimlerin milli takımın sorunlarını çözmede ne derece etkili olabileceklerine bakalım.

Değişimin ilk ayağını Türkiye Ligi'nin oluşturduğunu ve formda olan bazı yeni isimlerin kadroya dahil olduğunu gördük. Özellikle Trabzonsporlu futbolcuların sayısı değişimde ilk göze çarpanlardan biriydi. En son Güney Kore ile oynanan hazırlık karşılaşmasına Trabzon'dan 6 oyuncu davet edilmişti. Avusturya maçı öncesinde ise bu rakamın 3'e düştüğünü görüyoruz. Onur Kıvrak'ın sakatlığını bir kenara bırakırsak, bu isimlerden Selçuk İnan dışındakilerin yerlerini sağlama almak için hazırlık maçlarında ortaya koydukları performansın üzerine çıkmaları gerekecek. Burak ve Umut'un yaşadığımız forvet sıkıntısında şans bulma ihtimalleri yüksek ve her ikisi de kalıcı olmak için adım atmaları gerektiğinin farkında olmalılar.

Yenilenmenin ilk sonuçlarına bakarak, Trabzon haricindeki Süper Lig takımlarından çağrılan isimlerden Serdar Kesimal ve Yekta Kurtuluş'un kalıcı olacaklarını söyleyebiliriz. Hollanda maçı kadrosunda gördüğümüz İbrahim Akın, Eren Aydın, Orhan Gülle gibi isimlerin ise yakın dönemde tekrar milli takıma girmek için ekstra çaba sarf etmeleri gerekecek.

Dğeişimin diğer ayağı olan gurbetçi futbolcuların sayısı, her açıklanan kadroyla artmaya devam ediyor. Son olarak Hiddink'in radarına Almanya'da giren ve devre arasında geldiği Gaziantepspor'daki çıkışıyla dikkatleri üzerine çeken Cenk Tosun kadroya alındı. Cenk Tosun, Mehmet Ekici ve Tunay Torun'un ardından Almanya Genç Milli Takımları'ndan yaptığımız 3. transfer oldu. Umarız milli takımın 4 maçtır çektiği gol hasretini dindirmemize yardımı dokunur.

Yenilenme hareketinin kağıt üzerinde görünen sonuçlarını paylaşmaya çalıştım. Bu hamlenin sahada nasıl sonuç verdiğini görmek için ise salı akşamını bekliyoruz. Son olarak milli takım havuzunun aldığı son şekli görelim. Havuzdaki yeri değişen futbolcular koyu ile yazılmıştır. Havuzun bir önceki halini görmek için ise bu linki kullanabilirsiniz.

Kadroya Girenler: Sinan Bolat, Mehmet Topuz, Gökhan Zan, Mehmet Topal, Arda Turan, Cenk Tosun, Semih Şentürk

Kadrodan Çıkanlar: Onur Kıvrak, Emre Belözoğlu, Serkan Balcı, Yiğit İncedemir, Engin Baytar, Gökhan Süzen

As Oyuncular:


Kale: Volkan (FB)
Defans: Gökhan Gönül(FB), Sabri, Servet, Hakan Balta(GS)
Orta Saha: Arda(GS), Hamit(Bayern), Emre(FB)
Forvet: Kazım(GS), Semih(FB)

Yükselişteki Oyuncular:

Kale: Onur (TS)
Defans: İsmail (BJK), Serdar Kesimal (Kayseri)
Orta Saha: Nuri Şahin (B.Dortmund), Selçuk İnan (TS), Mehmet Ekici (Nürnberg), Yekta(GS)
Forvet: Umut, Burak (TS)

Yeni Gelenler:


Kale: Mert Günok(FB), Ufuk (GS)
Defans: Ersan Adem Gülüm (BJK), Gökhan Süzen (İ.B.B), İbrahim Öztürk (Bursaspor), Eren Aydın (Manisaspor)
Orta Saha: Necip (BJK), Özer (FB), Yiğit İncedemir (Manisa), Engin Baytar (TS), Orhan Gülle (Gaziantep), İbrahim Akın (İ.B.B)
Forvet: Turgay (Bursa), Nadir Çiftçi (Portsmouth), Batuhan Karadeniz (Eskişehir), Tunay Torun(Hamburg), Cenk Tosun(G.Antep)

Geniş Kadrodakiler:


Kale: Sinan Bolat (S.Liege)
Defans: Emre Güngör(G.Antep), Gökhan Zan(GS)
Orta Saha: Mehmet Topuz, Selçuk Şahin (FB), Ceyhun Gülselam (TS), Mehmet Topal (Valencia), Serkan Balcı(TS)
Forvet: Sercan (Bursa), Halil (E.Frankfurt), Mevlüt (PSG), Tuncay(Wolfsburg)

Yaş Haddi:

Kale: -
Defans: Ömer (Bursa)
Orta Saha: Aurelio (BJK)
Forvet: Nihat (BJK)

Gözden Çıkanlar:

Kale: Hakan (BJK)
Defans: Çağlar(GS), Caner (FB), İ.Toraman (BJK)
Orta Saha: Sezer Öztürk (Eskişehir), Volkan Şen, Ozan İpek (Bursa)
Forvet: -

15 Mart 2011 Salı

Was ist los, was ist das? - Schuster ve Futbol Kültürümüz Üzerine


Geçtiğimiz Ekim ayında Basel'de düzenlenen ATP turnuvasının çeyrek finallerini izleme şansım olmuştu. Bu turnuvada üzerinden Federer efsanesinin nasıl doğduğu üzerine çıkarımlarda bulunduğum bir yazı yazmıştım. Yazının bütünlüğünü bozmamak adına o yazıdan çıkardığım bir bölüm vardı. Rijkaard tartışmalarının gündemde olduğu günlerde yazdığım bu bölümü, Schuster tartışmalarına da gayet uygun olduğu için bugün yayınlamaya karar verdim. İşte Federer yazısının fazlalık olarak gördüğüm kısmı:

"Bu noktada Türkiye'ye ani bir geçiş yapmak istiyorum. Sporu olan ilgiyi farklı branşlarla çeşitlendiremediğimiz için örneklerimin büyük çoğunluğu futbola dair olacak. Günlük başarılara endeksli spor kültürümüzde her gün rakamları, taktikleri ve isimleri tartışırken emeği yok saymamızın ve spor kültürümüzü geliştirmeye yönelik hiç bir adım atmamamızın, uluslararası seviyedeki hem takımlar bazında hem de bireysel yıldızlar çıkarma konusundaki başarısızlığımızın altında yatan başlıca sebep olduğuna inanıyorum. Yıldız adaylarımızı kendi elimizle bıktırmamızın (bkz. Arda Turan) ardında, bu sporun efsane isimlerine saygı göstermememizle aynı nedenler yatmıyor mu? Türkiye'ye Del Bosque, Rijkaard gibi şampiyonlar ligi kazanmış teknik direktörler gelmişse ve bir gazeteci de çıkıp şampiyonlar ligini kazanırken yaptıkları üzerine bu isimlerle röportaj yapmıyorsa, bu ülke olarak şampiyonlar ligi kazanma hedefinizin olmadığı anlamına gelir. Roberto Carlos'a dünya, Rijkaard'a ve Schuster'e Avrupa şampiyonluğunu tarif ettirmeden, uluslararası başarının nasıl bir his olduğunu anlamadan, çocukları bu hayallerin peşinden koşturmadan başarıyı nasıl hedefleyeceksiniz? Daha somut olarak tarif edemediğiniz bir kavramı hedef olarak çocuklara nasıl benimseteceksiniz? Bir de olaya başka bir açıdan yaklaşayım. Eğer Euro 88 Türkiye'de düzenlenseydi, Rijkaard üzerine yapılan tartışmalar bu kadar yüzeysel mi kalırdı? Yoksa insanlarda kazanmaktan ziyade, futbolun özüne dair bir heyecan yaratabilir miydik?

Bir başka örnekle derdimi daha iyi açıklayacağımı düşünüyorum. Bugün İspanya'nın futbol, basketbol, tenis, voleybol, bisiklet, Formula 1 gibi dünyanın en göz önündeki sporlarında yakaladığı başarılar tartışılıyor ve haklı olarak, 1992 Barselona olimpiyatlarının bu gelişime olan katkısından bahsediliyor. Bu olimpiyatların ardında bıraktığı tesisler ve ekonomik girdiler başarının kazanılmasında kuşkusuz önemli rol oynamıştır; ama kişisel kanaatim, olimpiyatların İspanyollar açısından en büyük kazancı genç neslin bir olimpiyat şampiyonunu alkışlama şansı yakalaması ve bunun üzerine gerek sporcu gerek izleyici olarak hayaller kurmaya başlamasıdır."



Bernd Schuster bugün itibariyle futbola dair bütün bildikleriyle ve hikayeleriyle Türkiye'den ayrılıyor. Bir kez daha hikayeleriyle her yerde haber olmayı hak eden bir adamın Türkiye'de hatırlanacağı haberler:

- Schuster gazetecilere pipisini gösterdi.
- Schuster "Türkiye'de 60'ların futbolunun oynandığını bilmiyordum" dedi.
- Schuster kendisini ıslıklayan seyircilere "Rahatsızlık duyan maçlara gelmesin" dedi.

Schuster; taraftarı aşağıladı, medyayı aşağıladı, Türkiye'yi aşağıladı anlamına gelen 3 cümle. Alt metni Ahmet Çakar tonlamasıyla "Schuster adam değil" olan 3 adet haber. Schuster'in kendine has bir kişilik olduğu kariyerindeki pek çok olaydan görülebilir. 2. çocuğunun doğumunu görmek için Arnavutluk maçından affını isteyen bu nedenle bir skandala yol açan, bu tartışmalar sonrası 24 yaşında milli takımdan emekli olan ve emeklilik kararının ardından 1986 Dünya Kupası'na çağrılınca yeniden dönmek için 1 milyon mark para isteyen, Barcelona'dan ezeli rakip Real Madrid'e geçen, bununla da kalmayıp oradan da ezeli rakip Atletico Madrid'e yol alan bir oyuncu, Real Madrid'in başındayken "Barcelona'yı yenmemiz imkansız" dediği için görevine son verilen bir teknik direktör "kendine has bir kişilik" sıfatını hak ediyor. Peki medyanın durumu getirmek istediği nokta nedir? Schuster kişiliksiz, ahlaksız, değerleri hiçe sayan vs. vs. vs.

İşte Türiye'nin siyasette, sporda, kültürde çakılı kalmasının belki de en önemli sebebi bir kez daha karşımıza çıktı. Türkiye'de insanların birey olarak görülmeleri başlıca korku faktörü. "Farklı" olanların birey olarak özgür seçimler yapabileceğine kimse inanmıyor, inanmak istemiyor. Kalıpların dışına çıkanlar anında marjinalize ediliyor ve sistemin dışına itiliyor. Yani kendine has bir kişiliğin Türkiye'deki karşılığı kişiliksiz. Konuyu dağıtmadan yine futbola ve Schuster'e dönelim ve sahip olduğu sıfatı hak eden medya mensupları ile "Schuster'in geçmişi üzerinden neleri tartışabilirdik?" üzerine kafa yoralım.


- Benim için her şeyden önce gelen Almanya ile kazandığı 1980 Avrupa Şampiyonluğu'dur. Yukarıda uzun uzun anlattım; ama bir kez daha vurgulamak istiyorum; çünkü hayalleri olmayanların hedefleri de yoktur. Eğer Avrupa Şampiyonu olma hayaliniz varsa, başarıyı yakalayanların izlediği yolu keşfetmek aydınlatıcı olacaktır. Ama ne gerek var canım, biz de 2008'de yarı final oynayıp şampiyonluğun kıyısından dönmedik mi? Biz oralara gelmeyi biliyoruz zaten.

Ama bir dakika durup 2008'e bakalım Almanya ne yapmış diye? 2008'de final oynamışlar ve turnuvayı bizim önümüzde tamamlamışlar. Aslına bakarsanız Dünya Kupaları ve Avrupa Şampiyonaları tarihinde düzenlenen toplam 32 turnuvada Almanları bir tek Euro 2000'de çeyrek final oynayarak geçmişiz. Yani skor Almanya: 31 Türkiye: 1 (yazıyla bir). Bugün 33. turnuvaya katılmak için aynı gruptayız ve sonuçlar 32-1'i gösteriyor. Ama bu ekolün temsilcilerinden birini yerin dibine sokup gönderdik ya, bizden büyüğü yok. 2012 elemelerinde Almanya ile eşleşince Rıdvan Dilmen bu 31-1'i unutup "Almanya eski gücünde değil, Hiddink 1. çıkmazsa başarısız" yorumlarını yapmakla meşguldü.

- Peki milli takımdan 24 yaşında ayrılmasına ne demeli? Bu konuyu ahlaksız kalıbından çıkarıp gerçekten tartışacak cesarette birileri var mı? Milli takımlar organizasyonlarının amacı nedir, G-20'nin milli maçlar için tazminat, sigorta talepleri ne derece haklı, bunları sorgulayan kimse var mı? Ama bunları tartışan sonsuz kontenjanlı vatan hainliği listesine adını yazdıracağı için üstünü kumla örtmekte fayda var.

Hatta aklıma daha iyisi geldi, hazır gitmişken yerin dibine batırmak için "bayrağını taşımak için para istedi" başlıklı bir haber yapıp yanına Hakan Şükür'ün "milli takımda oynamak en büyü şereftir" başlıklı bir yazısını koyalım, ne de olsa milli takım için 51 gol atmış adam. Onun milli takımda oynaması milli takımın kendisinden bile önemliydi zaten, bu uğurda Ersun Yanal'ı harcamakta sakınca görmedik mesela. Bir kere tartışmaya başlarsak Nuri Şahin'in bu ay 11 Freunde dergisine verdiği "Milli takımda Hakan Şükür kutsal bir kişilikti. Kazara ayağına bastığınızda bile defalarca özür dilemeniz gerekirdi" sözlerini de tartışırız ki hiç gereği yok. Biz kutsallarımızla mutluyuz, değil mi?


- Bir de yine basınımızdan kimsenin merak etmediği Barcelona - Real Madrid - Atletico Madrid üçgeni var. Ezeli rakipler arasında geçişler yapmakta sakınca görmeyen Schuster'in bu takımlara ve aralarındaki rekabete bakışı sanıyorum özel bir haber değeri taşıyor. Aynı zamanda Barcelona kulüp üyesi olarak Real Madrid teknik direktörlüğüne getirilen ilk (ve muhtemelen tek) isim olmasının ardındaki hikayeyi de gazetelerde, televizyonlarda görmek isterdim. Onun ezeli rekabetlere karşı olan eleştirel bakışı, belki Türkiye'deki rekabetlerin anlamı/anlamsızlığı üzerine yeni bir şeyler söylememizi sağlardı. Sağlıklı temellere dayanan bir rekabet yaratmak şiddeti azaltabilirdi, vesaire, vesaire.

Bunları da tartışmadık. Zaten sporda şiddet yasasıyla her şeyi çözeceğiz, kitleleri uyutmak için rekabetlerin tarihini, kimliğini boş verip; salt ego tatminine dair olan ne varsa şişirmeye devam ediyoruz. Lig Tv tabiriyle Süper Derbi'nin (normal olması bize yetmez çünkü) El Clasico'dan ne eksiği var ki? Tamam belki Messi, Ronaldo gibi goller atamıyoruz; ama Arda ile Semih, Ramos ile Puyol gibi kavga ediyorlar çok şükür. Zaten El Clasico'ya bakışımız da "sen beş yiyeni gördün mü?" sorusunun ötesinde değil.

Schuster'e sorulabilecek bu soruları aklıma getirdiğim için kendimi ayıplıyor ve buraya tekrar not ediyorum: Kutsallara dokunmayalım lütfen, sonra birileri düşünmeye başlar. Kimlik üzerine düşünürken konu başka yerlere doğru filizlenir de, milleti uyutmak için kullandığımız futbol milleti düşündürmeye başlarsa işte o zaman ayvayı yeriz.

Ne yazık ki artık Schuster'e yukarıda sıraladığım konulardan hiç birini sorma şansımız yok. Bizim soru soramadığımız Schuster'in ise Türkiye'deyken kafasından geçen soruların "Was ist los, was ist das?" (Neler oluyor, bu da neydi?)olduğunu tahmin ediyorum. 90'lardan kalma bu dans şarkısının geri kalanı ise, bizlere bu şarkının sözlerine benzer sığlık seviyesindeki tartışmaları reva gören basınımıza gelsin:

Eins, zwei polizei
Drei, vier grenadier
Fünf sechs alte Gags
sieben acht gute Nacht

ja ja ja was ist los, was ist das?
ja ja ja was ist los, was ist das?


Şarkının Türkçe'ye çevirisi şöyle:

Bir, iki, polis
Üç, dört, bombacı
Beş, altı, eski hileler(şakalar)
Yedi, sekiz, İyi Akşamlar

Evet, evet, evet ne oluyor, bu nedir?
Evet, evet, evet ne oluyor, bu nedir?

9 Mart 2011 Çarşamba

Dünya Kadınlar Günü - Değişmeyenler


Program yoğunluğu nedeniyle son bir kaç gündür bloga yazı yazamadım. Neyse ki elimde, bir günlük gecikmeyle de olsa, Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanmaya başlayan bu günün farkına vardığımızı ve kadınların eşitlik mücadelesinin yanında olduğumuzu göstermek için iyi bir fırsat var.

Bugün kendi düşüncelerimi yazmak yerine, Uluslararası Emek Hakları Forumu'nun (International Labor Rights Forum - ILRF) blogunda yayınlanan, ILRF gönüllüsü Lucia Curiel'e ait "Tarımda Kadınlar: Cinsiyet eşitsizliğinin tohumlarını biçerken" başlıklı yazının çevirisini sunacağım. Yazıyı bloga taşımamın sebeplerinden birisi de, yazıyı okudukça, daha önce hakkındaki düşüncelerimi bloga taşıdığım Orhan Kemal'in Bereketli Topraklar Üzerinde romanının yazıldığı tarihten bu yana dünyada ne kadar az şeyin değiştiğini bir kez daha fark etmemdir.



Tarımda Kadınlar: Cinsiyet Eşitsizliğinin Tohumlarını Biçerken

Dünya Kadınlar Günü'nün 100. yıl dönümünde kazanımları kutlarken unutmamamız gerekir ki, çalışan kadınların eşitliğe ulaşması için önümüzde uzun bir yol var. Özellikle de tarımda çalışan kadınlar için.

Uluslararası Çalışma Örgütü'nün yeni yayınlanan raporuna göre "cinsiyet eşitliği, sürdürülebilir bir ekonomik büyüme ve fakirliğin azalması için olmazsa olmaz bir bileşendir." Bu açıklama, bu blogger'ın düşüncesine göre tartışmasız şekilde doğrudur. Buna karşın, kadınlara karşı ayrımcılık, sayısız yollarla ciddi boyutta uygulandı ve uygulanmaya da devam ediyor.

Uluslararası Çalışma Örgütü'nün raporunda "kadınların orantısız şekilde düşük kaliteli, yani kadınların haklarına gerektiği gibi saygı gösterilmeyen ve sosyal korumanın sınırlı olduğu işlerde çalıştırıldığı" vurgulanıyor. Eşitlik için yıllarca verilen mücadelenin ardından, erkekler hala kadınlara oranla daha düzgün işlerde çalışıyor. Rapor ayrıca cinsiyetler arasında kazançlarda oluşan farka değiniyor. Bu değişen derecelerle bütün dünyada geçerli. Bu değişiklikler ülkeler arasında, aynı ülke içinde, farklı işlerde hatta aynı sektörde dahi görülüyor. Örneğin, Gana'da erkeklerle aynı pozisyondaki kadınlar erkeklerin kazandığının %65'ini kazanıyorlar. Meksika'da ise, avokado üretiminde kadınların ücretleri erkeklerinkine yakınken, mango üretiminde bu oran %78'de kalıyor.

Rapor şu şekilde devam ediyor: "Tarım (ki bu kadın iş gücünün en yoğun olduğu alan), ulusal iş güvenliği ve sağlık koşulları göz önüne alındığında en kötü düzenlenmiş sektör konumunda." Bu nedenle diğer sektörlerle kıyaslandığında; emek sömürüsü, cinsel taciz ve şiddetin en sık karşılaşıldığı yer. Kavun çiftliğinde çalışan Honduraslı bir kadın, cinsiyet ayrımcılığı, cinsel taciz ve genel çalışma koşulları hakkında şu açıklamaları yapıyor:

"Kadınlar için koşullar oldukça zor. Burada yaşadıklarımız yüzünden bazen evde otursaydım daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Hepimiz cinsel taciz kurbanlarıyız, patronlar onlarla yattığımız takdirde bizi daha iyi para kazanabileceğimiz mevkilere getireceklerini söyleyerek bizi kullanıyorlar. Bazı kadınların kocaları onlara artık bir işe yaramadıklarını; çünkü vücutlarının burada kullanılan kimyasallardan dolayı kirlendiğini söylüyor. Bunun da nedeni bazı kadınların artık hamile kalamaması. Bazen hamile kadınlar işe geliyor; ama karınlarının büyüdüğü fark edildiği anda hiç bir hakları verilmeden işlerine son veriliyor. Bize sürekli bağırıyorlar ve eğer tuvalete gidersek bizi bir gün, hatta işte geri düşmüşsek bir buçuk ay kadar fazla çalışmayla cezalandırıyorlar. Bazı bebekler çeşitli bozukluklarla doğdular ve kadınlar bunun kimyasallardan kaynaklandığını düşünüyor."

Burada açıklamada değinilen ayrımcılıkların hepsi, kırsal alanda işçilik yapan kadınları güvenilmez işlerde çalışmaya zorluyor. Pek çoğu sadece düzensiz işlerde çalışıyor ve erkeklerden daha az ücret alıyorlar.

Kadınların içinde en savunmasız olanları tek başına yaşayan anneler, dullar ve boşanmış kadınlar. Rapor, 90'larda yapılmış bir çalışmaya atıfta bulunuyor. Bu çalışmada, kadın işçilerin baktıkları hanelerin diğer haneler içinde en fakir olanlar olduğu ve bu hanelerdeki çocukların genellikle normalden daha zayıf oldukları saptanmış.

Evli anneler daha iyi işler bulma şansına sahip olsalar dahi, gelişmekte olan ülkelerin tarım sektöründeki standartları oldukça düşük. ILRF'in bir ortak kuruluşunun, Perulu bir anne ve eski bir çiftlik çalışanı olan Rosemary ile yaptığı röportaj içler acısı çalışma koşullarını gözler önüne seriyor. 2007'de hamile kaldığı için herhangi bir uyarı veya tazminat almadan kovulan Rosemary, klasik bir iş gününü şöyle tarif ediyor:

"Günde 14 ile 16 saat arası çalışırdık. Bize aranın ne zaman verileceğini söylemezlerdi. Şirket bize yemek vermezdi ve biz de yanımızda yemek getiremezdik. Bu nedenle su da dahil olmak üzere her şeyi orada satın almak zorundaydık .Bazı arkadaşlarım para biriktirebilmek için yemek yemeyip su içmeden çalışırlardı."

Güney Afrikalı bir anne olan ve kuru meyve üreten bir çiftlikte çalışan Jolene ise günlük programını şöyle anlatıyor:

"Sabah 7:30'da başlayıp akşam 17:30'a kadar çalışıyorum. Ocak'tan Aralık'a bütün yıl çalışıyorum. Sabah 5'te kalkar, evi temizler, çocukları hazırlar, kahvaltıyı hazırlar ve çocukların yediklerinden emin olduktan sonra işe giderim. İş bittikten sonra eve gelip yemeği yapar, çocuklarımı yıkar, bir sonraki günün öğle yemeğini hazırlayıp yatarım. Bir sonraki sabah her şey aynı şekilde yeniden başlar."

Ne yazık ki, Jolene ve Rosemary'nin hikayeleri bir istisna olmaktan ziyade kural haline gelmiş durumda. Onlar, diğer pek çok kadınla birlikte, uzun saatler güvensiz ortamlarda, uygunsuz şartlar altında çalışmak zorunda; çünkü onlara hayatlarını idame ettirecek seviyede bir ücret ödenmiyor. Bu çiftliklerden mal alan büyük gıda zincirleri, alım koşullarını yeniden gözden geçirmeli ve tropik meyve sanayisinin yarattığı etkileri görmelidirler. Kadınlar böyle yaşamaya devam edemezler!

Yıllar içinde kadınların pek çok kazanım elde ettiği doğru olsa da (oy hakkı, üniversite okuma hakkı, hatta bazı ülkelerde başkanlığa kadar yükselen kadınların varlığı örnek gösterilebilir), daha önümüzde savaşmamız gereken pek çok ayrımcılık var. Tarım sektöründe kadınların ve erkeklerin eşit görülmediği aşikardır."

Yazının orijinaline buradan ulaşabilirsiniz.


8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlu olsun. İnsanların hiç bir ayrımcılığa tabi tutulmadığı, yalnızca insan olmanın değer bulduğu ve her insanın emeğinin karşılığını alarak onurlu bir yaşam sürdürme hakkına sahip olduğu günlere ulaşmak dileğiyle.

2 Mart 2011 Çarşamba

Biraz daha Caro


Caro Wozniacki ile ilgili spot ışıkları bölümünü hazırlarken bir yandan kendisinin İsviçre menşeli tenis dergisi Smash'in Ekim 2010 sayısında yayınlanan röportajını çözmeye çalışıyordum. Yazıyı bitirdikten sonra bu röportaja oldukça az yer verdiğimi düşündüm ve emeklerim boşa gitmesin diyerek röportajı ayrı bir yazı olarak geniş biçimde yayınlamaya karar verdim. Almanca'dan yaptığım ilk çeviri olması nedeniyle benim için ayrı bir önemi olan röportajın her köşesinde, 20 yaşında dünyanın ilgisini üzerine toplamayı başaran bir kızın yaşadığı heyecanın (ecnebilerin euphoria dediği, dilimizde mutluluktan uçmak deyimiyle açıklanan ruh hali) izlerini bulmak mümkün. Tenis etiketiyle yayınlamama karşın içinde tenise dair çok az şey barındıran röportajı tenisle ilgilenmeyenlerin de okumalarını tavsiye ederim.

Smash: Bazı eleştiremenler oyununda çok az risk alıyor olmandan bahsediyorlar.

Caro: Bana akıllı davranmak daha doğru geliyor. O anda puan alma şansınız yokken puanı zorlamanın anlamı yoktur.

Smash: Pek çok kişi senden yakın zamanda tenisin zirve noktasına ulaşmanı bekliyor. Beklentilerin ve baskının artması seni strese sokuyor mu?

Caro: Kesinlikle hayır. Aksine, bunu bir ayrıcalık olarak görüyorum. Sadece iyi olanlar kamuoyunun dikkatini çeker ve onların üzerinde baskı vardır.

Smash: Amerika'da sürekli göz önündeydin - Dergi kapaklarında veya Televizyon şovlarına misafir olarak. Spot ışıklarının altında olmaktan ne kadar keyif alıyorsun?

Caro: Yüksek seviyedeki ilgiden çok keyif alıyorum. Ünlü olmak oldukça eğlenceli.


Smash: Amerika Açık'ta neon sarısı ojen ve cidden kısa olan eteğinle dikkat çektin. Kendini bir moda öncüsü veya trend belirleyicisi olarak görüyor musun?

Caro: Öncü olduğumu söyleyemem; ama yeni trendleri belirleyebilmek harika bir duygu. Modayı hep büyüleyici bulmuşumdur.

Smash: Son zamanlarda moda şovlarında sıkça görüldün ve gösteri dünyasının önemli isimleriyle tanıştın. Bu göz alıcı dünyada kendini evinde hissetmeye başladın mı?

Caro: Bu dünyayı tanımaya başlamak oldukça ilginçti. Moda haftasında New York'taydım ve çok eğlendim. Ayrıca locamda Donald Trump gibi oldukça ünlü isimleri misafir ettim. Bu göz alıcı dünyanın fazlasının tenisim için iyi olmadığını düşünüyorum; çünkü bu durum tenise konsantre olmamı engelleyebilir. Ama tenisi bıraktıktan sonra şov sektöründe olabilirim. Zaten küçükken hep oyuncu olmak isterdim. Kimbilir, belki bu rüyayı bir gün gerçekleştirme şansım olur.

Smash: Senin için dış görünüşün ne kadar önemli?

Caro: Çok önemli. Kıyafetimin içinde kendimi iyi hissettiğim zaman daha iyi oynuyorum; çünkü bu sayede oyunuma yüzde yüz konsantre olabiliyorum. Kadınlar tenisinde kıyafet de oyunun bir parçasıdır. Kıyafetinizle dikkatleri üzerinize çekebilirsiniz, ki bu oyunu popüler hale getirmemizi sağlıyor.

Smash: Popülerlikten bahsetmişken, Danimarka'da en sevilen sporun tenis olmadığını biliyoruz. Bu sporu nasıl seçtin?

Caro: Öncelikle sporcu bir aileden geldiğime dikkat çekmek isityorum. Babam futbolda, annem ise voleybolda profesyonel sporculardı. Tenise merak salmam ise boş zamanlarında korta gitmeyi seven ağabeyim Patrick sayesinde oldu. Başlangıçta oldukça kötüydüm ve kimse benimle oynamak istemiyordu. Bu nedenle bütün gün duvarın karşısında tek başıma tenis topuyla oynardım. Ağabeyim babamın izinden gidip futbolcu olmaya karar verdiğinde ise, benim için tenis tutkumu meslek haline getireceğim kesinleşmişti.


Smash: Baban kariyerinin başından bu yana antrenörün olarak görev yapıyor. Hiç Baba - kız tartışmaları olmuyor mu?

Caro: Yok, babamla birbirimizi gayet iyi anlıyoruz. Aslında bu ailenin tamamı için geçerli. Annem çoğu zaman turnuvalarıma geliyor ve ağabeyim birbirimizi çok az görebilmemize karşın benim en büyük taraftarım. Aileme çok teşekkür ediyorum. Onlar olmasaydı profesyonel tenis hayatımda bu kadar ilerleyemezdim.

Smash: Oynadığın turnuvalar ve başarıların bu yıl sana iki milyon doların üzerinde bir para kazandırdı. Bu kadar çok parası olan genç bir kadının almak istediği ilk şey nedir?

Caro: Paramın önemli bir kısmını banka hesabıma yatırdım. Bu sayede kariyerim boyunca para sıkıntısı yaşamamayı arzuluyorum. Bazen özel tasarım giysiler veya pahalı bir el çantası alırım. Hayatım boyunca alışveriş yapmayı çok sevmişimdir. Ama zaten hangi kadın bunu sevmez ki?

Smash: Boks yapmaktan hoşlandığını duyduk.

Caro: Evet, bu yıl boksu ilk defa idmanlarıma dahil ettim. Yorucu ve zorlu olması beni memnun ediyor. Boks yaparak kondisyon açısından sınırlarımı düzenli olarak görebiliyorum.

Smash: Hiç birisini nakavt ettiğin oldu mu?

Caro: Ah hayır, sonuçta ben iyi bir kızım. Öyle bir şeyi asla yapmam.(Gülüyor)


Smash: Yüzünden gülümseme eksik olmayan çok hoş bir kız olarak biliniyorsun. Hiç kötü bir ruh haline sahip olduğun olmuyor mu?

Caro: Oldukça nadir. Mağlubiyetler bile ruh halimi çok az etkiler. Kendimi çok şanslı görüyorum. Sonuçta iyi bir aileye ve beni finansal açıdan kaygıya düşürmeyecek mükemmel bir mesleğe sahibim. Üstelik de sağlıklıyım. Daha ne isteyebilirim ki?

Dipnot: Ojeli fotoğrafta yüzü görünmüyor belki; ama giydiği Liverpool hırkası fotoğrafın kime ait olduğunu belli ediyor. YNWA Caro:)