2 Şubat 2012 Perşembe
Bir Derdim Var Seirisi #9: Beşiktaş - Kocaelispor: 0-4
Bir derdim var serisinde sırada 2001/02 Türkiye Kupası final maçı var. İlhan Mansız, Tümer Metin ve Guiaro Ronaldo gibi 100. yıl kadrosunun önemli isimleri sezon başı transferleri olarak kadroya katılmış durumdalar. O 100. yıl kadrosundaki iki isim Kaan Dobra ve Serdar Topraktepe de Kocaeli formasıyla sahadalar. Beşiktaşın güzelim kırmızı formaları (serinin 10. maçı olan Valencia maçındaki formalardan bile güzeldir bu kırmızı formalar) ve Hikmet Karaman fenomeninin doğuşu dışında maça dair pek bir şey hatırlamıyordum aslında. Örneğin maç 1-0 giderken İbrahim Üzülmez'in kırımızı kart görmesinin maçın kırılma anı olduğu aklımda yoktu. Hafızam beni yanıltmıyorsa, 4. golden sonra Serdar Topraktepe maç bitmeden saha kenarındaki kupayı kaldırıp dans etmişti. Nasıl bir utanç anı olmuşsa, benim için maç ile özdeşleşen imge o olmuş.
Maçın görüntülerine fon müziği olarak seçilen Murat Göğebakan'ın "Ay yüzlüm" şarkısını dinleyerek durumun vahametinin farkına varmak, bir Türkiye klasiği olarak kupa töreninde sahaya doluşan yöneticileri görmek, Kaan Dobra'nın golüne 100. yıldaki Gençlerbirliği maçıyla teselli bulmak ve Lucescu'nun takımı hangi seviyede alıp hangi seviyeye getirdiğinin farkına varmak için videoyu izleyebilirsiniz.
Filozofun Dediği
"Eğer Afrika'da doğmuşsanız olsa olsa otuz yıl yaşarsınız, Fransa'da doğmuşsanız seksen yıl. Çağdaş 'demokratik' dünya böyle. Ama aynı zamanda (ve insanların zihin ve kalplerinde demokrasi kurgusunu canlı tutan da budur), eşitlikçi bir dogma da vardır; metalarla yüzyüzelik içinde eşitliktir bu. Aynı ürün her yana sunulur. Bu evrensel ticari öneriyle silahlanmış olan çağdaş 'demokrasi' bu soyut eşitlikten kendi öznesini yaratabilmektedir: Tüketicidir bu özne; satın alıcı sıfatıyla sahip olduğu soyut insanlığı içinde metalar karşısında başka herkesle gücül olarak özdeş varsayılan kişidir. Alışveriş yapan insan. Erkek (ya da kadın) olarak o, aynı vitrine baktığı sürece, başka herkesle Aynı'dır. Bir başkasından daha az parası olması, dolayısıyla satın almada eşitsizliği ikincil bir olumsallıktır ve zaten bu kimsenin hatası değildir (hatta belki de, yakından bakarsak, kendi hatasıdır). Prensip olarak, satılan herhangi bir şeyi -hukuken- satın alabilen herhangi biri diğer herkesin eşitidir.
Bununla birlikte, bu eşitlik, bilindiği gibi, hüsran ve hınçtan başka bir şey değildir. 'Batılı' hükümetler ile milyarder 'teröristler'in kendilerini ait hissedebilecekleri tek eşitlik budur."
Alain Badiou, Sonsuz Düşünce, sf.114 Metis Yayınları
14 Ocak 2012 Cumartesi
2010 Yılının İzlemeye Değer Beş Yerli Filmi
Belirli bir yıla dair listeler yayınlamanın en faydalı yanı hafızayı canlı tutması. Bir taraftan beğendiğiniz işleri takdir etmek için size bir fırsat sunuyor, öte yandan yakın dönemde tartışılan ortak temaları bulmak ve yeni sorular sormak için size bir imkan açıyor. Bütün bu nedenlerden dolayı, 2010'un yerli filmlerine geri dönmek keyifli olacak; ama başlamadan önce bir itirafta bulunmam gerekiyor. Bu yıl Almanya'da geçirdiğim için, Türkiye'de yeteri kadar film izleme şansına sahip olamadım. Örneğin, bu listeyi oluştururken Gölgeler ve Suretler, Press, Saç ve Atlıkarınca gibi olumlu yorumlarla karşılanan filmleri izleme şansı bulamadım. Geri kalan filmler içinden benim seçtiğim beşli şu şekilde oluştu:
- Av Mevsimi
- Bal
- Çoğunluk
- Gişe Memuru
- Kosmos
Yukarıda belirttiğim gibi, Hamburg'da geçirdiğim yıl benim Türk filmleriyle aramda bir engel oluşturduğu için 2010 yılındaki yerli filmlere dair izlenimlerimi de bu beş film üzerinden aktaracağım. Neyse ki filmler bizlere bolca malzeme sunacak cinsten.
5 filmden ortak bir tema çıkaracaksak bu ne yazık ki karamsarlık olacaktır, ki bu durum ülke gerçeğiyle de örtüşüyor. Tutuklamalar, Kürt sorunu, insan hakları ihlalleri ve genç insanların ölümlerinin kanıksanması, güvensizlik, zengin-fakir adaletsizliğinin utanç verici cinayetlere varan sonuçları, bırakın toplumsal sorunları çözmeyi, üzerine düşünmeye değer tek bir söz etmekten aciz politikacılar ve muktedirler, düşünmeyi angarya gören gençler, düşünmekten aciz tüketim toplumunun çirkin yüzünü simgeleyen AVM'lerin (ki bu kadar çok sinema salonuyla bu kadar az film göstermeyi başaran AVM'ler ayrı bir inceleme konusu olmayı hak ediyor) önlenemez yayılışı ve bu AVM'lere hapsolmuş insanlara baktığımızda, umudun kırıntısını bile bulmak zorlaşıyor. Böyle bir kırıntı varsa dahi, gün içinde 10 kez sarsıcı bir haberle değişen ülke gündemiyle hafızasız hale gelen toplum tarafından unutuluyor.
Bu kötümser örneklere daha onlarcasını ekleyebilirsiniz. Bütün bunlara karşın, sinemanın umuda hala açık bir kapı bırakması gerektiğine inanıyorum. Hafızasız topluma hafıza kazandırmak sanatın başlıca işlevlerinden birisi, bu nedenle de bütün olumsuzluklara karşın halının altına süpürülen o kırıntıları bulmak gibi zorlu bir görevi var.
Bu yazıda karamsarlıktan çıkmanın ve Türkiye'de sinemanın geleceğine dair umut veren gelişmelere bakmanın zamanıdır. Beni umutlandıran üç nokta, aslında seçtiğim beş filmde kendisini gösteren üç yönetmen kuşağı. Saygıda kusur etmemek adına Yavuz Turgul'un temsil ettiği alimler kuşağıyla başlayalım. Gece Gündüz programına konuk olduğunda "Önce Tarkovski izleyip sonra ülke sinemasına dönen ve ülke sinemasını önceden edindiği bakış açısıyla yargılayanlar"ın varlığından bahsetmişti Yavuz Turgul. Türkiye'nin köklü bir sinema birikimi olduğunun canlı kanıtı Yavuz Turgul, filmlerinde kendini tekrarlıyor gibi görünse dahi, tekrar eden duygu ve düşüncelerini, sözlerini kulağımıza küpe etmek gerekiyor.
Bu ülke sineması üzerine yerelden yola çıkan bir bakış açısı geliştirmek için geçmiş sinema birikimimizin biz izleyicilere aktarılması da büyük önem taşıyor. Ömer Lütfü Akad'ın Anadolu Üçlemesi'nin DVD'lerine, anca yönetmenin vefatından sonra ulaşabildik. Yavuz Turgul'un filmleri bir arada ne zaman göreceğiz merak ediyorum. Ömer Kavur, Erden Kıral gibi ustaların filmlerini yıllardır aramama rağmen ulaşamıyorum. Sinemanın toplumun hafızası olma sorumluluğunu üstlenmek için önce kendi hafızasına sahip çıkması gerekmiyor mu? DVD'ler olmasa bile, bu filmleri gösterebilmek için koca İstanbul'da bir adet Sinematek açılamaz mı?
Kameranın önünde umut aramaya devam edelim. Türkiye'nin sağlam sinema birikiminin üzerine 90'lı yıllar ve 2000'lerin başında ortaya çıkan bir yönetmenler kuşağı kaliteli işlere imza atmaya son sürat devam ediyorlar. 2010 listemde yer alan Semih Kaplanoğlu'nun Bal ve Reha Erdem'in Kosmos filmleri bu kuşağın kayda değer işlerinden ikisiydi. Bal filmi, Berlin'de Altın Ayı ödülünü kazanarak bizleri gururlandırmayı da başardı. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu her yıl çıtayı biraz daha yükseğe taşıyor, sinema ile duygu ve düşünce dünyamızı zenginleştiriyorlar.
2009'da olduğu gibi, 2010 listesinde de iki adet ilk film bileklerinin haklarıyla listeye girdiler. Seren Yüce'nin Çoğunluk ve Tolga Karaçelik'in Gişe Memuru filmleri, kanımca listedeki ustalarıyla yarışabilecek düzeydeydiler. Türkiye'de sinemanın geleceğine dair en büyük umudu da bu filmler yarattılar. Son yıllarda Türk Sineması'nda bir ilk filmler furyası o kadar dikkat çekiciydi ki, arada kaybolmamaları için filmleri ve yönetmenleri bir arada saymakta fayda var. Eğer bu isimler ikinci, üçüncü, dördüncü seferde de nitelikli işler ortaya koymaya devam ederlerse, 2010'lu yıllar Türk sinemasının en verimli kuşaklarından birisini doğurabilir. Bu da benim geleceğe dair umudum.
Son yılların dikkat çeken ilk filmleri:
Çoğunluk (Seren Yüce), Gişe Memuru (Tolga Karaçelik), Kara Köpekler Havlarken (Mehmet Bahadır Er), Köprüdekiler (Aslı Özge), 11' 10 Kala (Pelin Esmer), İki Dil Bir Bavul (Özgür Doğan - Orhan Eskiköy), Mommo (Atalay Taşdiken), Uzak İhtimal (Mehmet Fazıl Çoşkun), Sonbahar (Özcan Alper)
5 filmden ortak bir tema çıkaracaksak bu ne yazık ki karamsarlık olacaktır, ki bu durum ülke gerçeğiyle de örtüşüyor. Tutuklamalar, Kürt sorunu, insan hakları ihlalleri ve genç insanların ölümlerinin kanıksanması, güvensizlik, zengin-fakir adaletsizliğinin utanç verici cinayetlere varan sonuçları, bırakın toplumsal sorunları çözmeyi, üzerine düşünmeye değer tek bir söz etmekten aciz politikacılar ve muktedirler, düşünmeyi angarya gören gençler, düşünmekten aciz tüketim toplumunun çirkin yüzünü simgeleyen AVM'lerin (ki bu kadar çok sinema salonuyla bu kadar az film göstermeyi başaran AVM'ler ayrı bir inceleme konusu olmayı hak ediyor) önlenemez yayılışı ve bu AVM'lere hapsolmuş insanlara baktığımızda, umudun kırıntısını bile bulmak zorlaşıyor. Böyle bir kırıntı varsa dahi, gün içinde 10 kez sarsıcı bir haberle değişen ülke gündemiyle hafızasız hale gelen toplum tarafından unutuluyor.
Bu kötümser örneklere daha onlarcasını ekleyebilirsiniz. Bütün bunlara karşın, sinemanın umuda hala açık bir kapı bırakması gerektiğine inanıyorum. Hafızasız topluma hafıza kazandırmak sanatın başlıca işlevlerinden birisi, bu nedenle de bütün olumsuzluklara karşın halının altına süpürülen o kırıntıları bulmak gibi zorlu bir görevi var.
Bu yazıda karamsarlıktan çıkmanın ve Türkiye'de sinemanın geleceğine dair umut veren gelişmelere bakmanın zamanıdır. Beni umutlandıran üç nokta, aslında seçtiğim beş filmde kendisini gösteren üç yönetmen kuşağı. Saygıda kusur etmemek adına Yavuz Turgul'un temsil ettiği alimler kuşağıyla başlayalım. Gece Gündüz programına konuk olduğunda "Önce Tarkovski izleyip sonra ülke sinemasına dönen ve ülke sinemasını önceden edindiği bakış açısıyla yargılayanlar"ın varlığından bahsetmişti Yavuz Turgul. Türkiye'nin köklü bir sinema birikimi olduğunun canlı kanıtı Yavuz Turgul, filmlerinde kendini tekrarlıyor gibi görünse dahi, tekrar eden duygu ve düşüncelerini, sözlerini kulağımıza küpe etmek gerekiyor.
Bu ülke sineması üzerine yerelden yola çıkan bir bakış açısı geliştirmek için geçmiş sinema birikimimizin biz izleyicilere aktarılması da büyük önem taşıyor. Ömer Lütfü Akad'ın Anadolu Üçlemesi'nin DVD'lerine, anca yönetmenin vefatından sonra ulaşabildik. Yavuz Turgul'un filmleri bir arada ne zaman göreceğiz merak ediyorum. Ömer Kavur, Erden Kıral gibi ustaların filmlerini yıllardır aramama rağmen ulaşamıyorum. Sinemanın toplumun hafızası olma sorumluluğunu üstlenmek için önce kendi hafızasına sahip çıkması gerekmiyor mu? DVD'ler olmasa bile, bu filmleri gösterebilmek için koca İstanbul'da bir adet Sinematek açılamaz mı?
Kameranın önünde umut aramaya devam edelim. Türkiye'nin sağlam sinema birikiminin üzerine 90'lı yıllar ve 2000'lerin başında ortaya çıkan bir yönetmenler kuşağı kaliteli işlere imza atmaya son sürat devam ediyorlar. 2010 listemde yer alan Semih Kaplanoğlu'nun Bal ve Reha Erdem'in Kosmos filmleri bu kuşağın kayda değer işlerinden ikisiydi. Bal filmi, Berlin'de Altın Ayı ödülünü kazanarak bizleri gururlandırmayı da başardı. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu her yıl çıtayı biraz daha yükseğe taşıyor, sinema ile duygu ve düşünce dünyamızı zenginleştiriyorlar.
2009'da olduğu gibi, 2010 listesinde de iki adet ilk film bileklerinin haklarıyla listeye girdiler. Seren Yüce'nin Çoğunluk ve Tolga Karaçelik'in Gişe Memuru filmleri, kanımca listedeki ustalarıyla yarışabilecek düzeydeydiler. Türkiye'de sinemanın geleceğine dair en büyük umudu da bu filmler yarattılar. Son yıllarda Türk Sineması'nda bir ilk filmler furyası o kadar dikkat çekiciydi ki, arada kaybolmamaları için filmleri ve yönetmenleri bir arada saymakta fayda var. Eğer bu isimler ikinci, üçüncü, dördüncü seferde de nitelikli işler ortaya koymaya devam ederlerse, 2010'lu yıllar Türk sinemasının en verimli kuşaklarından birisini doğurabilir. Bu da benim geleceğe dair umudum.
Son yılların dikkat çeken ilk filmleri:
Çoğunluk (Seren Yüce), Gişe Memuru (Tolga Karaçelik), Kara Köpekler Havlarken (Mehmet Bahadır Er), Köprüdekiler (Aslı Özge), 11' 10 Kala (Pelin Esmer), İki Dil Bir Bavul (Özgür Doğan - Orhan Eskiköy), Mommo (Atalay Taşdiken), Uzak İhtimal (Mehmet Fazıl Çoşkun), Sonbahar (Özcan Alper)
13 Ocak 2012 Cuma
2010 Yılının İzlemeye Değer Beş Yabancı Filmi
Yazıya başlamadan önce başlıktaki 2010'u açıklayalım. Festival ve ödül takvimleri ve bunlara göre planlanan gösterimler, farklı ülkelerde filmlerin gösterim tarihlerinin farklı olması gibi sebeplerden ötürü, 5 film listesini geride bıraktığımız yıl olan 2011 yerine 2010 için hazırladım. Listenin alfabetik olduğunu ve üzerine tıklayarak filmlerin bu blogda yer alan incelemelerine ulaşabileceğinizi hatırlatırım.
- Aurora
- Black Swan
- Exit Through the Gift Shop
- Kak ya provyol etim letom (How I ended this summer)
- The Social Network
2010'un 5 filmlik listesinin, bir önceki yılın filmleri kadar iyi olmadığını düşünüyorum. Uzun yıllar unutulmayacak başyapıtlara pek de rastlamadığımız bir yıl oldu 2010. Bu yıldan aklımda kalan sevindirici bir nokta ise, başyapıt sayılmasalar dahi, pek çok değişik ülkeden oldukça kaliteli filmler görmek oldu. 5 filmlik listenin 3'ünün İngilizce çekilmiş filmler olması sizi yanıltmasın. 2010'dan aklımda kalan diğer filmler olan Biutiful (Innaritu - Meksika), Tuesday After Christmas (Radu Muntean - Romanya), Bibliotheque Pascal (Szabolcs Hajdu - Macaristan), Uncle Boonme (Weerasethakul - Tayland), bu yılın çok kültürlü tartışmalara elverişli bir hasadı olduğunu gösteriyor.
Can sıkıcı bulduğum durum ise, 2010 yılının filmlerinin bireye fazlaca odaklanmış olmasıydı. Toplumu anlamaya çalışan, adaletsizliğe karşı isyan eden, hak ve özgürlüklerin evrenselliğini vurgulayan hikayeler görememek; sinemanın geleceği üzerine endişeleniyorum. Kitlelere ulaşma gücü diğer sanat dallarını fersah fersah aşan sinema, biz farkında olmadan, insanların toplumsal sorunları dile geitrebilecekleri bir alan olmaktan çıkıyor. Auteur sineması, gitgide bireyselleşen hikayeleriyle sömürü sisteminin rahatlıkla içinde eritebileceği bir konuma geldi. Emperyalist düzenin devamında önemli rol oynayan batı yakası sinemasında ise, auteur'lerin dikkate değer filmelerinin (listedeki Aronofsky ve Fincher'ın isimlerini anmak gerek) dışında kayda değer bir gelişme hatırlamıyorum. McSinema'nın, güzel kız soslu, bol yağlı çizgi roman hikayeleri dışında menüsüne yeni bir şey kattığını hiç bir zaman göremeyecekmişiz gibi geliyor.
Son olarak, filmlerle ilgili yazdığım yazılardan kısa bölümler eşliğinde seçtiğim filmlere göz atalım. Yazıların tümüne, daha önce de yazdığım gibi verdiğim linklerden ulaşabilirsiniz. Black Swan'ın eleştirisi blogda yer almıyor.
Aurora
"Aurora, Puiu'nun film sonrasındaki Q&A'inde verdiği örneği tekrarlarsak 'bozulan saati çekiçle tamir etmeye çalışan bir adam'. Filmin esas karakteri Viorel, boşanmasından sorumlu tuttuğu kişileri yok ederek eski hayatına dönebileceğini umuyor. Biz de 3 saatlik bu uzun hikayede Viorel'in filmin sonunda polislere verdiği yazılı ifadenin görüntülü halini izliyoruz. Katil kavramını, toplumdan soyutlanan bir suçlu olarak görmektense herkesin içinde bulunan dürtüleri harekete geçirmiş bir insan olarak gören Puiu, bu izlenimi daha da belirgin hale getirmek için başrolü kendisinin oynamasına karar vermiş. Başrolü kendisinin oynamasındaki bir başka motivasyonu da düzen bozucu olarak sanatçılarla suçlular arasında ortak bir yön bulması."
Black Swan
Natalie Portman'ın performansıyla ölümsüzleşen Black Swan filmi, Aronofsky'nin akılda kalıcı filmler çekme konusunda ne kadar yetkin olduğunun bir diğer ispatı. Aronofsky'nin, The Wrestler 'dan sonra yine mesleğini bedeniyle icra eden ve seyirci önüne çıkan bir karaktere odaklandığı filminde, anne, eski başrol oyuncusu, siyah kuğusu ve cinselliği arasında sıkışıp kalan Nina'nın mükemmellik baskısı altında geçirdiği dönüşüm, 2010'un üzerine konuşulmaya değer hikayelerinden birisiydi.
Exit Through the Gift Shop
"Filmin Berlinale'deki tanıtım yazısından alıntılarsak, Banksy bu filmi "benim hakkımda film yapmaya çalışan bir adam hakkında bir film" olarak özetliyor. Thierry Guetta, nam-ı diğer Mr. Brainwash'ın bir sokak sanatçısına dönüşme serüvenini anlatan filmde, bazen amaçsızlığın da hayatta kendini ifade edebilecek bir noktaya varmak için önemli bir araç olarak kullanılabileceğini görüyoruz. Mr. Brainwash'ın oluşum sürecinin ardında, Thierry Guetta'nın hayatının hemen her anını filme alma saplantısı yatıyor. Bu saplantısı nedeniyle doldurduğu onca kaset sayesinde seyirciler olarak, Thierry'nin kuzeni 'space invader' ile başlayarak önemli işlere imza atan pek çok sokak sanatçısını tanıma fırsatı buluyoruz."
How I Ended This Summer (Kak ya provol etim latom)
"Kuzey Buz Denizi yakınında geçen bu filmde, iki adam arasındaki ilişkileri incelemek için doğa ideal konumda; çünkü bu ilişkinin arasına girebilecek başka hiçbir şey yok. Bu nedenle şehirde bin bir türlü mazeret ile geçiştirilebilecek olan bir yalan, kutuplarda bir krize yol açıyor. Karakterlerin yaşantıları çetin doğa şartlarına göre şekilleniyor ve hikaye ilerledikçe doğa iktidar sınırlarını çizen bir oyun alanı haline geliyor. Pavel'in bilgisayar oyunlarından aşina olduğu şartlara pek benzemediğini de eklemek gerekiyor. "
The Social Network
"Facebook'un sahibi'nin gerçek arkadaşı yok. Sanıyorum bu ironik cümleyle Fincher'ın anlatmak istediği pek çok şey var. Gerçek hayatta insanlarla iletişim kurmakta zorlanan Mark Zuckerberg'in sanal ortamın en popüler sosyal paylaşım sitesini kurmasının tesadüfi olmadığının altı çiziliyor. Gerçeklik üzerinden kendi yeteneğini ispatlayamayan Zuckerberg, sanal alem yardımıyla dünyanın en zenginleri listesine girmeyi başarıyor; çünkü kapitalist düzende aynı onun gibi milyonlarca kişinin hayatın gerçeklerinden kaçmaya (bazen internet, bazen seks ve partiler yoluyla) ihtiyacı var."
11 Aralık 2011 Pazar
Euro 2012’ye Gidemeyen En İyi 11
Euro2012’ye katılacak ekipler belli oldu, hatta grup kuraları da çekildi. Maalesefbu turnuvaya da uzaktan bakmakla yetineceğiz. Bizimle birlikte turnuvaya katılamayanpek çok takım nedeniyle, bu yaz izlemekten mahrum kalacağımız isimler var.2010’da yaptığım gibi, turnuva hakkında yazmaya başlamadan önce bu isimlerihatırlatmak istedim. Her ülkeden bir oyuncu seçerek oluşturduğum kadroaşağıdaki gibi şekillendi.
1. Kaleci: Sergei Pareiko –Estonya
Buseçimi, Pareiko’nun yeteneklerinden daha çok Estonya’nın elemelerde gösterdiğiüstün başarıyı yeniden hatırlatmak amacıyla yaptım. 34 yaşındaki kaleci,play-off’ları geçip takımını Euro 2012’ye taşıyabilseydi kariyerinin sonundaunutulmayacak bir deneyim yaşayacaktı. Bir daha büyük turnuva görme ihtimali deyok, yani olmasa iyi olur; çünkü Estonya 2014 elemelerinde bizim grubumuzda yeralıyor.
2. Sol Bek: Gareth Bale –Galler
Geçtiğimizyıl Maicon’u peşinden taksi çağırmaya mecbur bırakan koşularıyla futboldünyasında herkesin tanıdığı bir isim haline gelen Bale, aslında bu sezonAssou-Ekotto’nun önünde sol açık olarak forma giyiyor. Yine de hücumdakialternatiflerin fazlalığı nedeniyle Bale’i sol beke yazdım. Üstad Ryan Giggsgibi onun da kariyeri boyunca büyük bir turnuvaya katılması zor görünüyor;ancak kim bilir belki 2016’dan itibaren 24 takıma çıkacak AvrupaŞampiyonası’nda boy gösterebilir.
3. Stoper: Nemenja Vidiç -Sırbistan
Vidiç2011 yılını, Şampiyonlar Ligi Kupası’nı kaptan olarak kaldırdığı unutulmaz yılolarak görebilirdi. Şimdi ise eminim unutmak için elinden geleni yapacaktır.Sırbistan’la play-off’a dahi kalamamak, ardından Şampiyonlar Ligi’ne ilk turdanveda etmek ve aynı maçta sezonu kapatmasına neden olan sakatlık. Kendisine bukadroda kaptanlık vermemin dahi onu teselli etmeyeceğini biliyorum.
4. Stoper: Brede Hangeland –Norveç
90dakika boyunca hiç izlemediğim Brede Hangeland’ın bu kadroda olmasının 3 nedenivar:
1. Her takımdan bir oyuncu seçmek istemem vetransfermarkt’da Norveç’in en değerli oyuncusunun Hangeland olması
2. Tribünlerini ziyaret etme şansı da bulduğum, Londra’nınsiyah beyazlı mütevazı kulübü Fulham’da forma giyiyor olması
3. FM 2011’de Beşiktaşımı başarıdan başarıyakoşturduğum sezonlarda Sivok ile tandemde görev yapması
5. Sağ Bek: Stefan Saviç –Karadağ
20yaşında bir oyuncunun İngiltere Ligi’nin zirvesinde yer alan takımda formagiymesi başlı başına bir başarı öyküsü. Hele bir de yerinize her 60-70 milyoneuro bonservis bedeliyle bir adam alınma ihtimali varsa bu başarı daha da fazlaanlam kazanır. Bu nedenle Saviç’i tarihinin ilk eleme turu macerasınıplay-off’a kadar sürdüren Karadağ’ı temsilen kadroya aldım.
6. Sol Açık: Balasz Dzsudzsak – Macaristan
Anzhi’nin,Eto’o ve Roberto Carlos transferlerinden önceki ilk dikkat çekici hamlesiDzsudzsak olmuştu. Avrupa’da iyi piyasası olan bu ismin neden Anzhi seçimini ozaman yadırgamıştım. Ama Eto’o “Buraya gelmemin tek sebebi para değil”açıklamasından sonra ikna oldum. 2014 grubumuzda bizi zorlayacak isimlerdenbirisi olabilir.
7. Orta Saha: Marek Hamsik –Slovakya
Napoli’ninkontra atak temelli oyununda defans-hücum bağlantısını kuran ve taraftarlarınsevgilisi haline gelen Hamsik, Dünya Kupası finallerine taşımayı başardığıtakımını bu yıl Avrupa Şampiyonası’na götüremedi. Bu durum, onun mevksinin iyioyuncularından biri olduğu ve önümüzdeki sezon büyük bir transfer yapabilmeihtimali olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
8. Orta Saha: Nuri Şahin –TÜRKİYE
Almanya’yageldiğim daha ilk gün bana şu soru soruldu: “Nuri Şahin neden Türk millitakımında oynamıyor?” Bu sorunun sorulduğu günden sonra Nuri her geçen günüstüne koyarak Dortmund’u şampiyonluğa taşımayı başardı. Sonunda Mourinho’nunradarına girerek Real Madrid’e geçti. Ne var ki şanssızlıklar bu çocuğunyakasını bir türlü bırakmıyor. Hiddink, onu Avusturya maçıyla birlikte tam ilk11 oynatmaya başlamıştı ki, uzun süreli sakatlığı bir daha milli takımaçağrılmasına engel oldu. Onun yokluğunda Euro 2012 biletini almayı dabaşaramadık. Umarım 2005’te adını bizlere öğrettiği turnuvada hocası olanAbdullah Avcı’yla birlikte, milli takımımızla unutulmayacak başarılar eldeeder. 2012 için ise yapabileceği tek şey benim kurduğum kadroya katılmak.
9. Sağ Açık: Eden Hazard –Belçika
Küçükkenara pası verebilen tek oyuncunun Zidane olduğunu sanırdım. Son yıllarda iseBarcelona’nın tiki takası bize, ara pasın oyunun içinde pek çok kezdenenebilecek ölümcül bir silah olduğunuöğretti. Fransa’nın Belçika sınırına yakın Lille kentinde yaşayanlar da, herhafta bu güzelliği görebilecek şanslı insanlar. Bu şanslarını da elbette EdenHazard’a borçlular. Bizim de bulunduğumuz eleme grubunda pek de izleyenleritatmin edecek bir performansa imza atamadı; ancak önünde uzun yıllar var onubüyük bir kulüpte de, büyük bir şampiyonada da görmek hayal değil.
10. Forvet: Xherdan Şakiri –İsviçre
Arnavutkökenli bu genç ismi 2011 U21 Avrupa Şampiyonası finalinde izleme şansım oldu.Bende bıraktığı etki de, onu bu kadroya dahil etmem için yeterliydi. İsviçreönümüzdeki turnuvalarda, onun Eren Derdiyok ile kuracağı ikiliden gerekenverimi almayı başarırsa bir daha turnuva ıskalaması zor görünüyor.
11. Forvet: Edin Dzeko –Bosna Hersek
2010için yaptığım kadrodan kalan tek isim Edin Dzeko. Kendisinin saha içindekibecerilerinin, Santrafor 101 dersinde gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum.Bosna’nın iki büyük turnuvanın da eşiğinden dönmesi onun adına büyüktalihsizlik. Umarım kariyeri sona ermeden Bosna’yı büyük bir turnuvaya taşımayıbaşarır. (Tabii ki eledikleri takımın Türkiye olmaması koşuluyla)
9 Aralık 2011 Cuma
Allahım Sana Geliyorum
Radiohead Tickets
Your order is confirmed for this following:
Date: 07/07/12
Berlin - Germany
"God loves his children, yeah..."
8 Aralık 2011 Perşembe
A Milli Takım: Hiddink'in Ardından
Hiddink
ile yaşadığımız milli takım serüveni tatsız bir şekilde sona erdi. Bu süreçte
yaşanan gelişmeleri, özellikle kadrodaki değişimi ön planda tutarak, blog
aracılığıyla gözlemlemeye çalıştım. Artık geride kalan bu süreci değerlendirmek
için, geleceğe dair fikir yürütmeyi de içine alacak şekilde bir sonuç yazısına
ihtiyaç var. Yazının içinde hem Hiddink’in neleri başarıp neleri başaramadığını,
özellikle başarısızlıklta ne kadar payı olduğunu sorgulamayı, hem de 2014
öncesinde gerçekçi hedefimizin ne olması gerektiğini değerlendirmeyi
amaçlıyorum.
Öncelikle
Hiddink’le geçen bir buçuk yılın kısa bir özetini çıkaralım. Hiddink, milli takımın
başındaki ilk maçlarına ABD kampında çıktı. 31 kişinin yer aldığı kadronun, 6
sakat oyuncunun da katılımıyla milli takım havuzunu oluşturması bekleniyordu.
Euro 2008 kadrosunun ve 2009-10 sezonunun çıkış yapan isimlerinin oluşturduğu
bu kadro, Kazakistan ve Belçika maçlarından 6 puanla ayrılmayı başardı. Ekim
ayında oynanan Almanya ve Azerbaycan maçları ise, bu iskelet ile yola devam
etmenin imkansız olduğunu ortaya koydu. Önce Berlin’de oynanan; ancak iç saha sayılması
gereken Almanya maçında sönük bir performansla 3-0 yenilen milliler, sonrasında
akıl almaz bir şekilde Azerbaycan maçından da mağlubiyetle ayrılınca, değişim
kaçınılmaz hale geldi.

Hiddink
ile geçen günlerin özetini kayıtlara geçirdikten sonra, Hiddink’in milli
takımdaki başarısını tartışalım. Hedemizi Euro 2012’ye katılmak olarak
koyduğumuza göre, Hiddink’in bu süreçte başarısız olduğunu söylemek yanlış
olmaz. Ancak, yazıyı bu kadar kısa kesmeden önce hatanın nerede yapıldığını
tespit etmek gerekir. Euro 2012’ye katılmak için iki şansımız vardı: Grupta
Almanya’yı veya play-off’ta Hırvatistan’ı geride bırakmak. Hiddink, elenmemizin
ardından yaptığı açıklamada: “Almanya da, Hırvatistan da bizden güçlü takımlar.
Ne bekliyordunuz ki?” diye soruyordu. Bana göre Hiddink’in bu açıklaması %100
doğru. Peki o zaman hata nerede?
Hatanın
Hiddink’e ait olan kısmına yukarıda değindim: Play-off’ta seri başı olmamızı
sağlayabilecek 5 puanı alamamak. Eğer bu maçlarda almamız gereken puanları
alabilseydik, İrlanda’yla aramızdaki küçük fark bizim lehimize olabilirdi. Bu
sayede Hırvatistan’ın bir seviye altındaki takımlarla eşleşme şansımız vardı;
ama bunu gerçekleştiremedik. Sonuç olarak play-off’a seri başı olarak giren 4
takım da Euro 2012’ye kalmayı başardı. Tabii burada bütün sorumluluğun Hiddink’e
ait olmadığını not düşelim. Play-off torbaları 2008, 2010 ve 2012
turnuvalarında alınan puanlar üzerinden hesaplandı ve 2008’in yarı finalisti
olan Türkiye, 2008 ve 2010’a katılamayan İrlanda’nın gerisinde kaldı. Neden mi?
Azerbaycan ve Avusturya kayıpları kadar, geçmiş turnuvalarda Estonya, Malta,
Moldova gibi takımlara kaybettiğimiz puanlar yüzünden.
Tarihimiz
sıra dışı başarı ve başarısızlık hikayeleriyle dolu olduğu için, bu hesapları
yapmayı bir türlü başaramıyoruz. Örneğin ortak hafızamıza yer eden Letonya
mağlubiyetinden ötürü seri başı olmanın önemini kavrayamıyoruz. Veya yalnızca 5
turnuvaya katılıp iki yarı final bir de çeyrek final gördüğümüz için, toplamda
33 kez oynanan Avrupa ve Dünya Kupaları sonuçlarını karşılaştırdığımızda bize
karşı 32-1 üstünlüğü olan (tek istisna Euro 2000) Almanya’yı yenemeyince dünya
başımıza yıkılıyor. 2014 serüveni başlamadan önce şunu iyice anlayalım: Milli
takımlar düzeyinde her maçın önemi büyük. Buna beşinci veya altıncı torbadan
gelen takımlarla yapılan maçlar da dahil, özel maçlar da.
2014
elemeleri başladığında kafası kesik tavuklar gibi dolaşmamak için, gerçekçi
hedeflerimizi bugünden koymakta fayda var. Hollanda, Macaristan, Romanya,
Estonya ve Andorra’nın bulunduğu grupta gerçekçi hedefimiz play-off’a kalmak
olmalı. Grup birinciliği için Hollanda ile karşılaşabilmek için, o maça kadar
matematiksel şansımızı devam ettirecek noktada olmalıyız. Play-off’ta torba
uygulaması olacaksa, seri başı olmaya yetecek kadar puan toplayabilmek için
elimizden geleni yapmalıyız. Bütün ikinci torba takımlarının potansiyel
play-off adayları olduklarını hesaba katarak, gerekirse şimdiden bu takımlar
hakkında bilgi toplamalıyız. En kötü ikinci play-off’ta yer alamayacak,
sonuçları ikinci olmaya yeter şeklinde değerlendirmeden bunu da aklımızda
tutalım. Bir de, yeniden yapılanma laflarıyla Hiddink’in kurduğu geniş kadroyu
bir kenara atmayalım lütfen. Hiddink’in Almanya’dan yaptığı transferleri bu
takımın içine yerleştirmenin yollarını arayalım. Başarmak için elimizde yeterince
değer var, artık iş başarı için gereken yapıyı oluşturmaktan geçiyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)