11 Aralık 2011 Pazar

Euro 2012’ye Gidemeyen En İyi 11



Euro2012’ye katılacak ekipler belli oldu, hatta grup kuraları da çekildi. Maalesefbu turnuvaya da uzaktan bakmakla yetineceğiz. Bizimle birlikte turnuvaya katılamayanpek çok takım nedeniyle, bu yaz izlemekten mahrum kalacağımız isimler var.2010’da yaptığım gibi, turnuva hakkında yazmaya başlamadan önce bu isimlerihatırlatmak istedim. Her ülkeden bir oyuncu seçerek oluşturduğum kadroaşağıdaki gibi şekillendi.

1. Kaleci: Sergei Pareiko –Estonya

Buseçimi, Pareiko’nun yeteneklerinden daha çok Estonya’nın elemelerde gösterdiğiüstün başarıyı yeniden hatırlatmak amacıyla yaptım. 34 yaşındaki kaleci,play-off’ları geçip takımını Euro 2012’ye taşıyabilseydi kariyerinin sonundaunutulmayacak bir deneyim yaşayacaktı. Bir daha büyük turnuva görme ihtimali deyok, yani olmasa iyi olur; çünkü Estonya 2014 elemelerinde bizim grubumuzda yeralıyor.

2. Sol Bek: Gareth Bale –Galler

Geçtiğimizyıl Maicon’u peşinden taksi çağırmaya mecbur bırakan koşularıyla futboldünyasında herkesin tanıdığı bir isim haline gelen Bale, aslında bu sezonAssou-Ekotto’nun önünde sol açık olarak forma giyiyor. Yine de hücumdakialternatiflerin fazlalığı nedeniyle Bale’i sol beke yazdım. Üstad Ryan Giggsgibi onun da kariyeri boyunca büyük bir turnuvaya katılması zor görünüyor;ancak kim bilir belki 2016’dan itibaren 24 takıma çıkacak AvrupaŞampiyonası’nda boy gösterebilir.

3. Stoper: Nemenja Vidiç -Sırbistan


Vidiç2011 yılını, Şampiyonlar Ligi Kupası’nı kaptan olarak kaldırdığı unutulmaz yılolarak görebilirdi. Şimdi ise eminim unutmak için elinden geleni yapacaktır.Sırbistan’la play-off’a dahi kalamamak, ardından Şampiyonlar Ligi’ne ilk turdanveda etmek ve aynı maçta sezonu kapatmasına neden olan sakatlık. Kendisine bukadroda kaptanlık vermemin dahi onu teselli etmeyeceğini biliyorum.

4. Stoper: Brede Hangeland –Norveç

90dakika boyunca hiç izlemediğim Brede Hangeland’ın bu kadroda olmasının 3 nedenivar:
1. Her takımdan bir oyuncu seçmek istemem vetransfermarkt’da Norveç’in en değerli oyuncusunun Hangeland olması
2. Tribünlerini ziyaret etme şansı da bulduğum, Londra’nınsiyah beyazlı mütevazı kulübü Fulham’da forma giyiyor olması
3. FM 2011’de Beşiktaşımı başarıdan başarıyakoşturduğum sezonlarda Sivok ile tandemde görev yapması

5. Sağ Bek: Stefan Saviç –Karadağ


20yaşında bir oyuncunun İngiltere Ligi’nin zirvesinde yer alan takımda formagiymesi başlı başına bir başarı öyküsü. Hele bir de yerinize her 60-70 milyoneuro bonservis bedeliyle bir adam alınma ihtimali varsa bu başarı daha da fazlaanlam kazanır. Bu nedenle Saviç’i tarihinin ilk eleme turu macerasınıplay-off’a kadar sürdüren Karadağ’ı temsilen kadroya aldım.

6. Sol Açık: Balasz Dzsudzsak – Macaristan

Anzhi’nin,Eto’o ve Roberto Carlos transferlerinden önceki ilk dikkat çekici hamlesiDzsudzsak olmuştu. Avrupa’da iyi piyasası olan bu ismin neden Anzhi seçimini ozaman yadırgamıştım. Ama Eto’o “Buraya gelmemin tek sebebi para değil”açıklamasından sonra ikna oldum. 2014 grubumuzda bizi zorlayacak isimlerdenbirisi olabilir.

7. Orta Saha: Marek Hamsik –Slovakya

Napoli’ninkontra atak temelli oyununda defans-hücum bağlantısını kuran ve taraftarlarınsevgilisi haline gelen Hamsik, Dünya Kupası finallerine taşımayı başardığıtakımını bu yıl Avrupa Şampiyonası’na götüremedi. Bu durum, onun mevksinin iyioyuncularından biri olduğu ve önümüzdeki sezon büyük bir transfer yapabilmeihtimali olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

8. Orta Saha: Nuri Şahin –TÜRKİYE


Almanya’yageldiğim daha ilk gün bana şu soru soruldu: “Nuri Şahin neden Türk millitakımında oynamıyor?” Bu sorunun sorulduğu günden sonra Nuri her geçen günüstüne koyarak Dortmund’u şampiyonluğa taşımayı başardı. Sonunda Mourinho’nunradarına girerek Real Madrid’e geçti. Ne var ki şanssızlıklar bu çocuğunyakasını bir türlü bırakmıyor. Hiddink, onu Avusturya maçıyla birlikte tam ilk11 oynatmaya başlamıştı ki, uzun süreli sakatlığı bir daha milli takımaçağrılmasına engel oldu. Onun yokluğunda Euro 2012 biletini almayı dabaşaramadık. Umarım 2005’te adını bizlere öğrettiği turnuvada hocası olanAbdullah Avcı’yla birlikte, milli takımımızla unutulmayacak başarılar eldeeder. 2012 için ise yapabileceği tek şey benim kurduğum kadroya katılmak.

9. Sağ Açık: Eden Hazard –Belçika

Küçükkenara pası verebilen tek oyuncunun Zidane olduğunu sanırdım. Son yıllarda iseBarcelona’nın tiki takası bize, ara pasın oyunun içinde pek çok kezdenenebilecek ölümcül bir silah olduğunuöğretti. Fransa’nın Belçika sınırına yakın Lille kentinde yaşayanlar da, herhafta bu güzelliği görebilecek şanslı insanlar. Bu şanslarını da elbette EdenHazard’a borçlular. Bizim de bulunduğumuz eleme grubunda pek de izleyenleritatmin edecek bir performansa imza atamadı; ancak önünde uzun yıllar var onubüyük bir kulüpte de, büyük bir şampiyonada da görmek hayal değil.

10. Forvet: Xherdan Şakiri –İsviçre


Arnavutkökenli bu genç ismi 2011 U21 Avrupa Şampiyonası finalinde izleme şansım oldu.Bende bıraktığı etki de, onu bu kadroya dahil etmem için yeterliydi. İsviçreönümüzdeki turnuvalarda, onun Eren Derdiyok ile kuracağı ikiliden gerekenverimi almayı başarırsa bir daha turnuva ıskalaması zor görünüyor.

11. Forvet: Edin Dzeko –Bosna Hersek

2010için yaptığım kadrodan kalan tek isim Edin Dzeko. Kendisinin saha içindekibecerilerinin, Santrafor 101 dersinde gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum.Bosna’nın iki büyük turnuvanın da eşiğinden dönmesi onun adına büyüktalihsizlik. Umarım kariyeri sona ermeden Bosna’yı büyük bir turnuvaya taşımayıbaşarır. (Tabii ki eledikleri takımın Türkiye olmaması koşuluyla)

9 Aralık 2011 Cuma

Allahım Sana Geliyorum



Radiohead Tickets

Your order is confirmed for this following:

Date: 07/07/12
Berlin - Germany

"God loves his children, yeah..."

8 Aralık 2011 Perşembe

A Milli Takım: Hiddink'in Ardından



Hiddink ile yaşadığımız milli takım serüveni tatsız bir şekilde sona erdi. Bu süreçte yaşanan gelişmeleri, özellikle kadrodaki değişimi ön planda tutarak, blog aracılığıyla gözlemlemeye çalıştım. Artık geride kalan bu süreci değerlendirmek için, geleceğe dair fikir yürütmeyi de içine alacak şekilde bir sonuç yazısına ihtiyaç var. Yazının içinde hem Hiddink’in neleri başarıp neleri başaramadığını, özellikle başarısızlıklta ne kadar payı olduğunu sorgulamayı, hem de 2014 öncesinde gerçekçi hedefimizin ne olması gerektiğini değerlendirmeyi amaçlıyorum.

Öncelikle Hiddink’le geçen bir buçuk yılın kısa bir özetini çıkaralım. Hiddink, milli takımın başındaki ilk maçlarına ABD kampında çıktı. 31 kişinin yer aldığı kadronun, 6 sakat oyuncunun da katılımıyla milli takım havuzunu oluşturması bekleniyordu. Euro 2008 kadrosunun ve 2009-10 sezonunun çıkış yapan isimlerinin oluşturduğu bu kadro, Kazakistan ve Belçika maçlarından 6 puanla ayrılmayı başardı. Ekim ayında oynanan Almanya ve Azerbaycan maçları ise, bu iskelet ile yola devam etmenin imkansız olduğunu ortaya koydu. Önce Berlin’de oynanan; ancak iç saha sayılması gereken Almanya maçında sönük bir performansla 3-0 yenilen milliler, sonrasında akıl almaz bir şekilde Azerbaycan maçından da mağlubiyetle ayrılınca, değişim kaçınılmaz hale geldi.

Hiddink, Hollanda ile oynanan özel maçla birlikte, yeni sezonun parlayan isimleri ve Almanya’daki Türk kökenli oyuncularla birlikte yeni bir jenerasyon yaratma operasyonunu başlattı. Özellikle Almanya kökenli oyuncuların milli takıma gelişlerini transfer olarak değerlendirmek yerinde olacaktır; ama bunu sonraya bırakıp özete geri dönelim. Kritik Avusturya maçında sahaya çıkan Nuri-Selçuk İnan-Mehmet Ekici orta sahası, Hiddink’in değişime hevesli olduğunu gösterse de, takım oyun olarak istenen seviyeye bir türlü ulaşamıyor, maçlar ise Arda Turan’ın doğrudan katkılarıyla istediğimiz şekilde sonuçlanıyordu. Arda’nın, Avusturya maçında perdeyi açan ve Kazakistan maçında son saniyede gelen golleriyle Belçika maçındaki harika asisti , Avusturya deplasmanında kaçırdığı penaltıyı hoş görmemiz için yeterli oluyordu. Tabii o zamanlar Azerbaycan mağlubiyetiyle birlikte bu iki puanın belki de play-off’ta seri başı olmamıza engel olduğunu bilmiyorduk. İçeride alınan Almanya mağlubiyetine karşın, Azerbaycan galibiyetiyle eşiği aşmayı başardık ve play-off’a kapağı attık. Kritik eşleşmede ise Hırvatistan karşısında varlık gösteremeyerek, Euro 2012 biletini kaçırdık.

Hiddink ile geçen günlerin özetini kayıtlara geçirdikten sonra, Hiddink’in milli takımdaki başarısını tartışalım. Hedemizi Euro 2012’ye katılmak olarak koyduğumuza göre, Hiddink’in bu süreçte başarısız olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ancak, yazıyı bu kadar kısa kesmeden önce hatanın nerede yapıldığını tespit etmek gerekir. Euro 2012’ye katılmak için iki şansımız vardı: Grupta Almanya’yı veya play-off’ta Hırvatistan’ı geride bırakmak. Hiddink, elenmemizin ardından yaptığı açıklamada: “Almanya da, Hırvatistan da bizden güçlü takımlar. Ne bekliyordunuz ki?” diye soruyordu. Bana göre Hiddink’in bu açıklaması %100 doğru. Peki o zaman hata nerede?

Hatanın Hiddink’e ait olan kısmına yukarıda değindim: Play-off’ta seri başı olmamızı sağlayabilecek 5 puanı alamamak. Eğer bu maçlarda almamız gereken puanları alabilseydik, İrlanda’yla aramızdaki küçük fark bizim lehimize olabilirdi. Bu sayede Hırvatistan’ın bir seviye altındaki takımlarla eşleşme şansımız vardı; ama bunu gerçekleştiremedik. Sonuç olarak play-off’a seri başı olarak giren 4 takım da Euro 2012’ye kalmayı başardı. Tabii burada bütün sorumluluğun Hiddink’e ait olmadığını not düşelim. Play-off torbaları 2008, 2010 ve 2012 turnuvalarında alınan puanlar üzerinden hesaplandı ve 2008’in yarı finalisti olan Türkiye, 2008 ve 2010’a katılamayan İrlanda’nın gerisinde kaldı. Neden mi? Azerbaycan ve Avusturya kayıpları kadar, geçmiş turnuvalarda Estonya, Malta, Moldova gibi takımlara kaybettiğimiz puanlar yüzünden.


Tarihimiz sıra dışı başarı ve başarısızlık hikayeleriyle dolu olduğu için, bu hesapları yapmayı bir türlü başaramıyoruz. Örneğin ortak hafızamıza yer eden Letonya mağlubiyetinden ötürü seri başı olmanın önemini kavrayamıyoruz. Veya yalnızca 5 turnuvaya katılıp iki yarı final bir de çeyrek final gördüğümüz için, toplamda 33 kez oynanan Avrupa ve Dünya Kupaları sonuçlarını karşılaştırdığımızda bize karşı 32-1 üstünlüğü olan (tek istisna Euro 2000) Almanya’yı yenemeyince dünya başımıza yıkılıyor. 2014 serüveni başlamadan önce şunu iyice anlayalım: Milli takımlar düzeyinde her maçın önemi büyük. Buna beşinci veya altıncı torbadan gelen takımlarla yapılan maçlar da dahil, özel maçlar da.

2014 elemeleri başladığında kafası kesik tavuklar gibi dolaşmamak için, gerçekçi hedeflerimizi bugünden koymakta fayda var. Hollanda, Macaristan, Romanya, Estonya ve Andorra’nın bulunduğu grupta gerçekçi hedefimiz play-off’a kalmak olmalı. Grup birinciliği için Hollanda ile karşılaşabilmek için, o maça kadar matematiksel şansımızı devam ettirecek noktada olmalıyız. Play-off’ta torba uygulaması olacaksa, seri başı olmaya yetecek kadar puan toplayabilmek için elimizden geleni yapmalıyız. Bütün ikinci torba takımlarının potansiyel play-off adayları olduklarını hesaba katarak, gerekirse şimdiden bu takımlar hakkında bilgi toplamalıyız. En kötü ikinci play-off’ta yer alamayacak, sonuçları ikinci olmaya yeter şeklinde değerlendirmeden bunu da aklımızda tutalım. Bir de, yeniden yapılanma laflarıyla Hiddink’in kurduğu geniş kadroyu bir kenara atmayalım lütfen. Hiddink’in Almanya’dan yaptığı transferleri bu takımın içine yerleştirmenin yollarını arayalım. Başarmak için elimizde yeterince değer var, artık iş başarı için gereken yapıyı oluşturmaktan geçiyor.

2 Aralık 2011 Cuma

Bir Derdim Var Serisi #10: Valencia - Beşiktaş: 3-2 (2003-04 Sezonu)

Geçtiğimiz hafta içinde Beşiktaş bir son dakika golüyle Maccabi Tel-Aviv'i 3-2 mağlup etmeyi başardı ve taraftarlarını şaşırttı, keza biz Beşiktaşlılar bir Avrupa maçında son dakika golünde genellikle topu kendi ağlarımızda görmeye alışkınız. Son on yılda Beşiktaşlılara kahır çektiren maçları anlatacağım "Bir derdim var bir dermana değişmem asla" serisinin on numarasında, bu son dakika gollerinden birinin görüldüğü Valencia maçı var.

Valencia 3-2 Beşiktaş (UEFA 3.Tur maçı / 2003-04 sezonu)

Beşiktaşlılar için son on sezonun en berbat olanı kesinlikle 2003-04 sezonudur. "101. yıl kabusu" olarak da görülebilecek sezon birbiriyle hiç ilgisi olmayan bir ilk devre ve ikinci devreden oluşur. Bu serinin ilerleyen maçlarında bu konuya geri döneceğimiz için şimdilik o sezondan bu kadar bahsetmek yeterli. Bu maç o kabusun içinde pek çoklarınca unutulup gitmiş olabilir; ancak sezonun kötü hatıraları içinde benim aklımdan çıkmayanlardan birisi de bu maçtır. 

Bahsedeğim maçın oynanacağı dönemde kriz kapıda olduğuna dair belirgin sinyaller verse dahi, 100. yılın güvenilir kadrosu ve Lucescu'nun Avrupa maçlarındaki başarısı Beşitkaşlıların Avrupa Kupası'nda da umutludur. Şampiyonlar Ligi'nde inanılması güç bir maçla elenen Beşiktaş (ah Peruzzi ah), grubu 3. sırada bitirerek yoluna UEFA Kupası'nda devam eder. UEFA'da ilerleme hesapları yaparken Benitez'in Valencia'sı önümüzdeki ilk engel olarak çıkar. Beşiktaş'ın kura şanssızlığı bir kez daha kendisini göstermiştir; zira 2003-04 Valencia'sı Aimar, Vicente, Baraja, Ayala, Canizares gibi efsaneleriyle UEFA seviyesinin oldukça üzerinde bir takımdır. (Canizares'in bu maçta görev yapmadığını not düşelim.) Yine de, bir önceki yıl oynanan UEFA çeyrek finali ve sezon içindeki 2-0'lık Chelsea galibiyeti gibi olumlu referanslar ümidimizi koruımamızı sağlar.

Mestella'da siyah-beyaz giyen Valencia'nın karşısına kırmızı formayla çıkacaktır Beşiktaş. Eğer yanlış hatırlamıyorsam, bu maç Beşiktaş'ın kırmızı formayla çıktığı son resmi maçtır. Avrupa maçlarında Beşiktaş'ın en güvendiği isimlerden birisi olan Pancu, bu maça da damgasını vurmaya hazırlanır. Önce, Cordoba'nın unutulmaz degajlarından birisiyle başlayan atakta Ilie'nin pasıyla takımı 1-0 öne geçirir. Bu gole yanıt, 18'lik Muhammed Sissokko'dan gelir. Beşiktaş, Pancu'nun orta saha çizgisinden itibaren taşıdığı topu ağlarla buluşturmasıyla bir kez daha öne geçer. İlk yarı ise 2-2'lik eşitlikle sonuçlanır. 


İkinci yarıya dair hafızamda kalan iki şey var. Bunlardan birincisi, Kaan Dobra'nın attığı şutun tribündeki bir taraftarın kafasına isabet etmesi ve taraftarın ayağa kalkmak için sağlık ekiplerinin müdahalesine ihtiyaç duyması (ki bu ilk yarıda da yaşanmış olabilir), ikincisi ise 90+4'te Yasin Sülün'ün orta sahada yaptığı gereksiz ötesi faul ve sonrasında yaşananlar. 2-2'yle son dakikaya giren Beşiktaşlılar, bu serbest atış kullanılırken rövanşı Lucescu'nun 0-0'a bağlayacağına inanmaktadırlar. Kalabalık ceza sahası içinde kafayı vuran David Navarro maçı 3-2'ye getirince bu hayaller de suya düşer. Rövanşı 2-0 kazanan Valencia, bir sonraki turda Ersun Yanal'ın Gençlerbirliği'ni  uzatma sonucunda geçer. Sezon sonunda ise bu efsane kadro hem UEFA Kupası'nı hem de İspanya Ligi şampiyonluğunu kazanır. Bu sezon, İspanya'da son on yılda Real Madrid veya Barcelona'nın kazanamadığı tek sezondur. Turu kaybeden Beşiktaş, yıllarca üstesinden gelemeyeceği bir krize bir adım daha yaklaşmıştır. 

  
Not: Pancu'nun bu maçta attığı golleri aşağıdaki videolarda görebilirsiniz.

Pancu'nun 1. golü:

 

 Pancu'nun 2. golü:

 

28 Kasım 2011 Pazartesi

Gegen Die Wand: Griden Beyaza, Siyahın Bütün Tonları


Cahit   Köken: Ar. Söyleyiş: (ca:hit) Cinsiyet: Erkek
Çok çalışan, çaba gösteren kimse.

TDK sözlüğünün yardımıyla öğrendiğimiz kadarıyla Duvara Karşı, isminin anlamını unutan bir adamın hikayesi.  Hikaye, karısının ölümünün ardından umudunu ve yaşama olan ilgisini kaybeden bu fazla Alman az Türk’ün, evden kaçmaya çalışan yarı Alman yarı Türk bir kızla tanışmasıyla başlıyor. İkilinin hayatlarının kesişmesine neden olan  ise yakın zamanlardaki intihar teşebbüsleridir.

Yaşamlarına son vermek isteyen iki insanın buluşmasından sonra yaşananlara geçmeden önce, bu intihar teşebbüslerinin aralarındaki farka bakmak karakterleri tanımak açısından faydalı olacaktır. Eylemlerinin sonuçları onları aynı yere getirse de, intihar kararlarının arkasında taban tabana zıt motivasyonlar yatıyor. Sibel,  bu eyleme ailesini cezalandırmak amacıyla kalkışmıştır. Esasen yaşamak ve özgür olmak istediğini Cahit’e açıklar, zaten cezalandırma duygusunun olması dahi başlı başına yaşamak istediğinin göstergesidir. Cahit ise, aşk acısını karısının ölümüyle tattığı halde, eylemi romantizmden uzaktır. Eyleminin, yaşamın adaletsizliği veya saçmalığına dair bir mesaj verme amacı yoktur, çevresinde de cezalandırabileceği kimse yoktur. Hayata dair umutlarını kaybetmiş, bir anlamda nihilizmi benimsemiştir. Eylemi de bu nihilizm çerçevesinde bilinçsizdir, zira Camus’nün de belirttiği gibi “Yaşamın saçma olduğunu söylemek için bile, bilinç canlı kalmak zorundadır.”


İkili, Sibel’in aile baskısından kurtulmak için Cahit’e yaptığı sahte evlilik teklifiyle bir araya gelir. Cahit, önce bu teklifi reddeder; ancak Sibel’in ikinci intihar teşebüsünün ardından bir şekilde bu evliliğe ikna olur. Sibel’in bileğini sararak onun hayatını kurtarması, Cahit’in hayata karşı verdiği ilk geri dönüş sinyalidir. Ancak, yeniden var olabilmek için kat etmesi gereken çok yol vardır. Bu yol esasen bir kimlik kazanma sürecidir. Cahit’i hikayenin başında tamamiyle kimilksiz kalmış bir halde görürüz. Türkçesini çoktan çöpe atmış ve asimile olmuştur; ancak Alman kültürü ve toplumuyla da ilişkisi yoktur. Erkekliğini önemsemez, Maren’in ilk sevişme teklifini reddeder. Zamanında dinlediği albümleri vardır; ama psikolog sorduğunda bunları hatırlamaz. Tuttuğu bir futbol takımı dahi yoktur. (Halbuki kült kulüp St. Pauli'nin mahallesinde yaşar, örneğin yaşama daha bağlı olan Maren'i bir sahnede FCSP kazağıyla görürüz.) Cahit,  Almanya'da asimile olmakla birlikte, sonuçta herkes için bir “yabancı” haline gelmiştir. Evlilik öncesinde evinin duvarındaki graffitilere tezat bir şekilde damatlığıyla durup bira içtiği fotoğraf, onun bu uyumsuzluğunu çok güzel göstermektedir.  

Sibel ile tanışmasının ardından Cahit’in yeniden kimlik kazanma süreci başlar. Öncelikle erkekliğini kazanarak yeniden sevişmeye başlar. (Sibel ile değil; çünkü bu evlilik hikayeye bir çözüm veya mutlu son olarak hizmet etmez.) Sibel ile “Temple of Love” dinledikleri sahnede punk günlerini  hatırlar ve “Punk is not dead” diye bağırır. (Ölen karısı Katharina’nın fotoğraflarından onun punk yaşam tarzını benimsediğini görürüz.) Maren’in ona daha iyi sevişmeye başladığını söylediği sahnede ikili tavla oynamaktadır. Bu Cahit’in Türk kültürüyle kendi isteğiyle ilişki kurduğu ilk sahnedir. Bütün bu iyiye gidişe karşın, kimlik kazanma süreci elbette ki sorunsuz ilerlemez.

Alman ulus devletinin “benim gibi ol ya da yok ol” baskısıyla dışladığı Türklerin, kendi mikro egemenlik alanlarını kurdukları mekanlarda Cahit hep hor görülür. Sahte evlilik planlarını duyan Türk otobüs şoförü onu otobüsten kovar. Kız isteme sahnesinde ailenin sempatisini kazanamaz, abinin gözleri hep onun üzerindedir. Rakı sofrasını terk ederek güzelim biber dolmalarını çöpe attırır. Türk işi diskoda Sibel’e asılan bir adam ve onun tayfasından dayak yer. Kimlik kazanma denemesindeki başarısızlıklara karşın, Cahit’in hayata bağlanmasını sağlayan aşkının saflığı olur. Başta, karısına ihanet olacağı için karşı koymaya çalıştığı aşk ve kıskançlık, onu istemsiz de olsa cinayet işlemeye kadar vardıracaktır. Sibel’in onu bekleyeceğini söyleyerek ona verdiği umut, Cahit’in hayatına hapishane de tutunmasını sağlar. Hapishane çıkışında Cahit, kendine güvenini yeniden kazanmış bir şekilde Sibel'i aramaya koyulur.


Film boyunca, Sibel’in pişmanlıkla sonuçlanan özgür yaşam uğruna denemeleri, Cahit’in hayatının yeniden anlam kazanmasıyla paralel şekilde ilerler. Sibel’in filmde dört intihar teşebbüsü vardır ve hepsi de ayrı motivasyonlara sahiptir. Ailesini cezalandırdığı ilk denemenin kısa bir süre sonrasında Cahit’i sahte evliliğe ikna etmek için intiharı yine bir araç olarak kullanır. Üçüncü intihara kadar geçen sürede Sibel kurallarını kendi koyduğu bir evcilik oyunu oynamaya kalkışır; ama hayatta insanlarla olan her temasın karşımızdakilerde de bir iz bıraktığını acı bir biçimde fark eder. Üçüncü intihar teşebbüsü başına gelenler yüzünden kendini cezalandırma amacı taşır. Sibel’in mahvolan hayatında devam edebilmek son bir şansı da Türkiye’ye gelmektir. Onu Türkiye’de yabancılaştıran ise Alman kökeninden çok, kuzeni Selma’nın işkolikliğidir. Sibel, hayatta kafana göre yaşamanın gerçekçi bir seçenek olmadığını acı bir biçimde öğrenecektir. Sonunda, gözünü korkutan ve kaçabilmek için ailesini geride bıraktığı evlilik hayatına razı olacaktır.

Fatih Akın’ın bu filmdeki önemli başarılarından birisi de, varoluş sorgulamasını yavaş tempolu filmlerin ve pipolu adamların dünyasından çıkarıp, gerçek kaybedenlerin yaşamları üzerinden anlatabilmesidir. Hikayesine romantik bir kavuşmayla sonlandırmamayı tercih eder Fatih Akın. Bu, başından bu yana peşine düştüğü kimliğini arama hikayesinin ikinci plana düşmesini engeller. Film seyircisine siyahın bütün tonlarını gösterdikten sonra, Cahit’in kendini gerçekleştirebilmek için Hamburg’un soğuk ve gri dünyasından sıyırlıp, memleketi Mersin’in sıcak ve güneşli gökyüzünde kökenlerini aramak için yola çıkmasıyla son bulur.  

Fatih Akın, politik doğruculuk derdinde olmadan ve kitlelere ulaşmak adına otosansür uygulamadan, hikayesini bütün sertliğiyle izleyicisine taşıyor. Duvara Karşı, hemen her sahnesiyle yönetmenin hislerini yansıtan bir film. Kendi başlarına ayrıksı duran sahnelere bir bütünlük kazandıran da Fatih Akın’ın dünyası. Filmi izlerken Fatih Akın’ın, evinde onlarca boş bira kutusuyla uyanmışlığı olduğuna da,  “Yine mi Çiçek” eşliğinde rakı içmekten hoşlandığına da inanıyoruz. Hapisten çıkan Cahit’in güneş gözlüklerini taktıktan sonraki “cool” duruşuna seyirci gibi onun da hayranlık duyduğunu hissediyoruz. Ve tabii ki, “Ağla Sevdam” dinlerken bileklerini kesecek kadar kenidini kaybettiğini de.

Fatih Akın sınırlarda gezen bütün bu hislerini samimiyetle seyircisine aktardığı için, biz de hikayenin absürdlüklerini hoş görüyoruz ve Fatih Akın’ın öyküsüne çizdiği çerçeveden hoşnut kalıyoruz.  Aklımızda en çok; Selim Sesler ve ekibi ile İdil Üner eşliğinde, Türk Sanat Müziği’yle Fatih Akın’ın İstanbul’a ilan-ı aşk ettiği sahnelerin kalması, bu samimiyetin en güzel ispatı. Ben de bu samimiyeti bozmadan, “dağlar şen olsun” diyerek bu yazıyı noktalıyor ve sizi İdil Üner’in hoş sedasıyla ve İstanbul’un silüetiyle baş başa bırakıyorum.


Herkes sevdiğine böyle mi yanar
Ah ben yarsız kaldım efendim aman
Düşmanlar kör olsun
Ben perişan oldum efendim aman
Dağlar şen olsun
                                                                                                     

26 Kasım 2011 Cumartesi

The Suburbs: Modern Tahribat



Çocukluk çağının kendine has bir dokunulmazlığı vardır. Çevremizi ilk defa hafızamıza kaydetmeye başladığımız için, nesneler ve kişiler bizim için ilk hallerindedir. Onların varlıklarını doğal kabul ederken, onları sorgulamaya ancak onlarda yaşanan ilk değişiklikten sonra başlarız. Evimiz olarak kabul ettiğimiz yerde yapılan değişikliklere sanıyorum bu nedenle daha duyarlı oluyoruz. Eğer öyle olmasaydı, Montreal’li Arcade Fire grubunun binlerce kilometre uzakta, banliyöleki değişim ve bu değişimin getirdiği yabancılaşmayı anlattıkları The Suburbs bizim için bu kadar etkileyici olmazdı.

Arcade Fire, bu albümde kendi çocukluk günlerine, çocukluk arkadışlarına ve birlikte yaratııkları bağırış çağırışılara saf bir özlem duyduğunu belli ediyor. Bu çocukların dönüştüğü “modern adam”dan son derece rahatsız; çünkü aynada, çocukluk günlerinin aksine terk edilmiş bir adamın imgesi beliriyor.  Modern adam, onlarca makine ve bilgisayarın varlığına rağmen işini zamanında yapmayı başaramıyor, sevmek için geç kalıyor ve yalnızlaşıyor. Zamanı mikro ve nano saniyelerin kesiniliğinde doğru gösteren araç – gereçler, modern adam için aşkın doğru zamanını ölçemiyor.

Modern adam her ne kadar sırasını beklemeyi bilse de, istenilenleri yapsa da, hayallarine ulaşması mümkün değil. Arcade Fire grubu, vahşi kapitalist sistemin yaratmak istediği modern adamın artık yalnızca bir numaraya dönüştüğünü görüyor ve bu adama soruyor: “Peki, neden geceleri uyuyamıyorsun?” Peki modern adam hangi  numaraya mı dönüştü? Modern dünya bize o kadar çok numara yükelmiş ki, içlerinden bir tanesini seçmek zor. Vatandaşlık numarası, banka hesap numarası, IP adresi, cep telefonu numarası, Q-Matic’lerden alınan sıra numarası, PIN kodları, şifreler, vs. vs. vs.

Yalnızlık ve yabancılaşma, The Suburbs albümünün ruhuna işlemiş halde. Arcade Fire, bu albümde yabancılaşmanın arkasındaki yatan kişiliğin yitirilmesine tam gerektiği gibi dokunmayı başarmış; ancak sadece bireylerin kişiliksizleşmesi değil bu albümde anlatılan. Arcade Fire’ın esas derdi, yaşam alanlarına uygulanan tahribat sonucu ortaya çıkan kişilik yoksunu kentler. Kişinin kendisine yabancılaşmasının temelinde mekana yabancılaşmanın yattığını, “Suburban War” şarkısı şu sözlerle açıklıyor:

“This town’s so strange they built it to change
And while we sleep we know the streets get rearranged
With my old friends it was so different then
Before your war against the suburbs began”

(Bu şehir çok tuhaf, onu değişsin diye inşa etmişler
Ve biliyoruz ki biz uyurken sokaklar yeniden düzenleniyor
Eski arkadaşlarımla birlikte, o zamanlar çok daha farklıydı
Senin banliyölerle olan olan savaşın başlamadan önce)

Albümün dinlemesi en keyifli parçalarından birisi olan Sprawl II, tektipleşmeye tepki olarak alışveriş merkezlerine “ölü” sıfatını layık görüyor ve onları ardı sıra yükselen dağlara benzetiyor. Ne yazık ki içine kıstırıldığımız anlamsız değişimden kaçış bulamıyoruz. Modernizmin kaçınılmaz kuralı değişim; ancak işin içinde herhangi bir ilerleme olmayınca hem kendi anlamını yitiriyor, hem de çevresindeki değerlerin anlamını yok ediyor. Değişen zamanın yarattığı tahribatın boyutunu, ancak albümün içinde sık sık geçen savaş sözcüğü anlatabiliyor. 

Arcade Fire'a göre, anlamını yitirenlerin arasında çocukluk da yatıyor. Kendi çocuklukları ile zamane çocuklarını karşılaştıran grup, yein çocuklardan yana oldukça dertli. Onlara göre çocuklar, bu hafızası silinen kentler içinde açgözlü ve çok bilmiş olarak yetişiyorlar.Oynadığı oyunları dahi bilmeyen bu yeni çocukların hepsinin aynı renkte olduğunu söylüyor Arcade Fire ve kentin yeni halini şu şekilde tanımlıyor: "İçinde hiç çocuk olmayan bir şehir (A City With No Children In)"

City with No Children şarkısında geçen "Özel hapishanesi içinde yaşayan bir milyarderin harap olmaya bıraktığı bir bahçe (A garden left for ruin by a billionare inside of a private prison)" tanımlaması, bana Orson Welles'in ünlü Citizen Kane filmini hatırlattı. Citizen Kane ile The Suburbs albümü arasında yapılan ufak bir karşılaştırma da, bize modern tahribatın içinde değişmeden kalan iki noktayı gösteriyor. Bunlardan ilki, para kazanınca hemen kendi özel hapishanelerini inşa etmeye başlayan açgözlü milyarderler. İkincisi, ve sanıyorum hiç değişmeyecek olan nokta ise, insanların Rosebud'a duydukları özlem.

Filmler ve albümlerle ilgili düşüncelerimi aktarırken “Zeitgeist” kavramını kullanmayı sevmemin Almanya’da yaşamamla herhangi bir ilgisi yok. Esasen, içinde yaşadığımız zamanı anlamanın ve güne dair merak ettiklerini, heyacanlarını ve kaygılarını bizlere aktarmanın, sanatçıların sorumluluklarının bir parçası olduğuna inanıyorum. The Suburbs, hafıza yoksunu kentlerin, zamanın ruhuna ev sahipliği yaptığı gerçeğini çok güzel bir dille anlatmayı başarmış. Kanımca, günü yakalama konusunda, adını anmadan derin bir nefes alma ihityacı hissettiğim OK Computer’dan bu yana en başarılı albüm. 13 yıl önce yayınlanan OK Computer, 2000’lere geçişin sancılarını anlatmaktaki başarısıyla 10 yıl önceki Zeitgeist’ı bizlere bugün de hissettirmeyi başarıyor. Eğer The Suburbs de 10 yıl sonra geriye dönüp baktığımızda bu özelliğini koruyabilirse, bir klasik kazanmışız demektir.

21 Kasım 2011 Pazartesi

Cannes ve Zamanın Ruhu'na Dair Notlar


“Günahıyla Sevabıyla Terrence Malick” başlıklı yazının sonunda, dini vurguları ön plana çıkan filmlerin neden gün geçtikçe sinema dünyasında daha fazla yer kapladığını sorgulamak gerektiğini yazmıştım. Bu konu üzerine bazı görüşlerimi aktarmak ve daha önemlisi de konuya dair bulduğum kaynakları bir araya toplamak amacıyla yeni bir yazı hazırlamaya karar verdim.

Öncelikle, dini vurguları ön plana çıkan filmlerin yükselişine dair örnekler verelim. 2011 Cannes Film Festivali’ne Tree of Life ve Melancholia’nın dini temaları damga vururken, bir önceki yıl Altın Palmiye’yi kazanan Weerasethakul’un Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor filmi de, doğal dinlerin ve özellike Budizm’in etkilerini içermekteydi. Din ve sinema ilişkisi elbette son iki yılda ortaya çıkmadı. Özellikle korku türünde kendine güvenli bir sığınak bulan din, ana akım sinemanın içinde de zaman zaman mesihvari hikayelerle ortaya çıkmaktaydı. Ancak, belki de ilk defa, yeni bir dil arayan sinemanın din ile olan içli dışlılığı zamanın ruhuyla uyum gösteriyor.

Zamanın ruhunu açıklamak için Jürgen Habermas’tan bir alıntı yapacağım. Doğalcılık ve Din Arasında Felsefi Denemeler adlı kitabının giriş yazısında Habermas, çağımızın entelektüel durumunu iki karşıt eğilimin nitelediğinden bahseder. Bunların birincisi doğalcı dünya görüşünün yaygınlaşması, ikincisi de dini taassupların (bağnazlıkların) siyasi etkisinin artışıdır. Burada doğalcı dünya görüşünün metafizik açıklamaları kabul etmeyen, cevapları bilimde arayan anlayış olarak okumak faydalı olacaktır. Habermas; dinsel geleneklerin, bilimsel ve teknik gelişmelerin getirdiği kültürel ve toplumsal rasyonelleşmeyle kaydedilen ilerlemelerin içinde derin hasarlara yol açtığı, toplumsal ve bireysel birlikte yaşamamızın boyutlarını unutulmaya karşı korumakta olduğunu  iddia eder.

Rasyonelleşme ile gelen ilelerlemenin yarattığı derin hasarlarla Habermas’ın vurgulamak istedikleri nelerdir? Bu hasarların en önde gelenlerini, sisteme olan inançsızlık ve kayıtsızlık olarak görüyorum. Modernleşme sürecindeortaya çıkan ideolojiler zaman içerisinde felaketler yaratan uygulamalarla kitleleri umutsuzluğa ittiler. Yunanistan’da yaşanan ekonomik kriz, yakın dönemde demokrasiye olan inançsızlığın önemli bir örneğini gösterdiler. Merkel ve Sarkozy, dünyaya pazarlamaya çalıştıkları demokrasiye  ne kadar inançsız olduklarını, Papandreu’nun referandum kararına verdikleri tepkiyle belli ettiler. Onlara göre demokrasi, halk karar vermediği ve şirketlerin çıkarları korunduğu sürece doğru bir sistem. Sistemi kullanarak iktidara gelenlerin dahi inanmadığı bir sistemden kitleler nasıl umutlu olsun?

İnsanoğlu ne zaman yaşamım umutsuzluğuna kendisini kaptırsa, umudun kapsının aralanması için gözlerini sanata çevirir. Modernleşmenin geldiği son noktadan bunalan kitlelerin hisleri, bu yazıya konu ettiğimiz iki filmde de görülebilir. Malick sinemasında modernizm karşıtlığı her filmde kendini gösterir; ancak en belirgin metaforlar makinelerin çıkardığı gürültülerdir. Days of Heaven’da, sanayi kentinde yükselen sesler bizi cinayet işleyecek ruh haline büründürür. The Tree of Life filminde ise uçak gürültüleri, babanın oğlunun ölüm haberini duymasını engellemektedir. Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor filminde ise, zamanında ülkesindeki komünistleri öldüren bir adamın hayatının son günlerini görürüz. Sitemin üzerine yüklediği hırs ve tutkulardan kurtulmak, dinginlik ve huzura kavuşmak için doğaya dönmek teşvik edilir. İnsanın doğayla olan bütnüleşmesinin gerekliliği, insan doğa arasında cinsel ilişki kurulması üzerinden açıklanır.

Sistemin getirdiği çıkışsızlığın yönelttiği yeni arayışlar modernizmi tahrip ederken, modernizmde oluşan gediklerin içinden dinler de giriş yaptılar. Bu girişin arkasındaki nedenlerden birisi, modernleşmenin sınır tanımaksızın ilerlemesine karşı doğanın hala denetime alınamaması ve alınacak gibi de görünmemesi. Fukuşima nükleer santralinin deprem sonrası hasar görmesi ve sonrasında Almanya’da 2022 yılına kadar bütün nükleer santrallerin kapatılmasına dair karar alınması, bir noktada doğanın mutlak hakimiyetinin kabulü anlamına geliyordu. Zaten örnek aldığımız iki film de, dini referansları kadar belirgin şekilde doğaya olumluluk atfetmektedirler.  

Toplumsal sorunların her geçen gün daha çok ilgisizlikle karşılandığı kültür ve sanat dünyasında, önümüzdeki yıllarda dini referansları bolca bulacağımız kanaatindeyim. Peki dindarların ve sekülerlerin birbirlerini dinleyecekleri bir zemin sinema tarafından yaratılabilir mi? Modern toplumlarda çoğunlukla seküler eğilimleriyle bilinen sanat dalları olası bir uzlaşmanın öncülüğünü mü yapıyor? Belki de en önemlisi, böyle bir uzlaşma zemini mümkün mü ve buna gerçekten ihiyacımız var mı? Yazının başında elimizde cevapsız bir soru varken, sorular soruları doğurdu ve cevaplar yine eksik kaldı. Yine de bu durumdan pişman değilim; bazen zihnimizi açmak için sorulara yanıtlardan daha çok ihityacımız oluyor.

Dipnot - Yazıyı din ile zamanın ruhunun bağlantısına dair sorularla bitirmişken, geçtiğimiz hafta Gündüz Vassaf’ın Radikal’de çıkan yazısındaki bazı soruları da burada paylaşmak istiyorum:

"Zengin yoksul farkı açılırken, kapitalizmin işsiz bıraktığı, sokağa mahkum ettiği, aç koyduğu, intihara sürüklediği insanların ızdırabı karşısında neden din adamları sessiz? Düzene, sermayenin vurdum duymazlığını, sermayedara bekçilik eden siyasetçiyi tasvip mi ediyorlar? Her şeyin fiyatının bilinip değerinin bilinmediği günümüzde neden din adamları suskun? Doğal afet kurbanlarına tanrıdan rahmet dileyenler, neden söz etmezler düzenin mağdurlarından? Neden görmezden gelirler, neden sahiplenmezler, adalet adına, fırsat eşitliği adına, siyasetin sermayeden arınması adına, dünyaya yayılan “%99 biziz” Occupy Wall Street hareketinden?"


Kaynakça:


Jürgen Habermas - Doğalcılık ve Din Arasında, YKY Yayınları
Gündüz Vassaf - Dinlerde Ahlak Sorunu, radikal.com.tr
Bernd Ulrich, Wir haben die Wahl, Die Zeit - 10.11.2011

16 Kasım 2011 Çarşamba

Bir Derdim Var Bin Dermana Değişmem Asla Serisi



Şike iddiaları gündeme geldiğinden beri Beşiktaş hakkında bir tane dahi yazı yazmadım. Gerek Demirören'in gün be gün kulübü kimiliğinden uzaklaştırması, gerek izlediğimiz maçların ne kadar adil olduğuna dair bir fikrimin olmaması beni yazmaktan soğutan esas sebeplerdi. Bu süre zarfında ne Simao'ya havaalanında siyah-beyaz bilekliklerimi vermemden, ne Egemen'in aradığımız mücadeleci ruhu bize bir nebze de olsa geri kazandırmasından, ne de Euro 2000 elemelerinden bu yana Ukrayna milli takımının kalesini koruyan Shovkovskiy'nin 90+3'te kalemizde gol aradığı pozisyondan bahsettim. Ancak, Gençlerbirliği maçında Egemen'in kendi kalesine attığı gol, öyle hatıraları beraberinde getirdi ki, onları yazmadan rahat edemeyeceğimi fark ettim.

Beşiktaş tribünlerinin bu sezon söylemeye başladığı, benim de Antalya maçında kapalı alt tribünde eşlik etme mutluluğuna eriştiğim güzel bir tezahürat var. "Bir derdim var, bin dermana değişmem asla" dizesiyle biten tezahürat, Beşiktaşlıların takımlarına dair hislerini gayet güzel açıklıyor. Sadece bu yıl, 3-0'ın rövanşında kahır çektiğimiz Alania maçı, 90+'da yenilen golle (ki buna şaşıran Beşiktaşlı olduğunu hiç sanmıyorum)kaybedilen Kiev deplasmanı, Ersan'ın ve bir maç bile göremediğimiz Bebe'nin 6 aylık sakatlıkları, Beşiktaş'ın dertlerinin bitmeyeceğini bize yeniden hatırlattı. Hoş, Beşiktaş'ın bu ara menajerlerin ve basiretsiz yöneticilerin elinde oyuncak olması hepsinden çok acı veriyor; ama yine de saha içinde kalmaya gayret ederek son 10 yılın içimize dert olan 10 maçına bakmak istedim. Maçların içinde içimizi burkan saha dışı hikayeler de varlıklarını bir şekilde hissettireceklerdir nasıl olsa.

Serinin açılış yazısını ise bu listede yer almayan bir maça ayırdım. Listeye girmemesi üzerimizde bıraktığı etkinin azlığından değil, maçın on yıldan fazla bir zaman önce oynanmış olmasından kaynaklanıyor. Yoksa, listede zirveyi zorlaması fazlasıyla muhtemeldi bu maçın. On yıl sınırını da, aklımın ermediği Valerenga, Steagul Roşu vs. maçlarını dışarıda bırakmak için özellikle seçtim; ama Egemen'in geri pasıyla aklıma gelen maça bir kıyısından değinmem gerekiyordu. Teleon'dan yayınlandığı için izleyemediğim bu maçın sonucunu öğrendiğim andan özetleri görene kadar Sead Halilagiç'e kızmakla meşguldüm. Özetlerde ise Türk futbol tarihinin en büyük kişisel travmasına tanıklık etmşitim.

Gollerini yukarıda görebileceğiniz maçın içinde anlatılacak o kadar çok hikaye var ki aslında. "Kaptan" Şifo Mehmet'in Beşiktaş ile özdeşleşen hırsı (Beşiktaş - Antalya maçları başlamadan Şifo'yu tribünlere çağırdığımız anlarda hep bu gol gözümün önüne gelir), önümüzdeki yıllarda Galatasaray - Beşiktaş maçlarının en çok yuhalanan ismi olan Ayhan Akman'ın Beşiktaş formasıyla Şifo'ya yaptığı güzel asist ve şampiyonluğu Galatasaray'a getiren Sead Halilagiç(k.k.) golü. Fevzi'nin başını ellerinin arasına almasıyla karısının gözyaşlarının art arda verildiği sahne Beşiktaşlılar için dayanılacak gibi değil. Liste dışı saydığım bu maçla hem bir derdim var serisinin açılışını yapalım, hem de hafta sonu oynanacak olan derbi maçına blogu hazırlamış olalım. Haklısın Güntekin, çok ters bir hareket.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Arcade Fire - Ready to Start




All the kids have always known 
That the emperor wears no clothes 
But they bow to down to him anyway 
It's better than being alone 

Kanadalı Arcade Fire grubunun 2010 yılında çıkardığı "The Suburbs" albümü üzerine yazılacak çok şey var ve benim de niyetim onları en kısa sürede buraya yazmak. Açılışı, albümün ikinci parçası olan Ready to Start'ın güzel klibiyle yapalım, zira 2010'un en iyi albümünü incelemeye artık hazırım.

10 Kasım 2011 Perşembe

A Milli Takım: 11. Adam Kim Olacak


2010 Dünya Kupası'na katılamadıktan sonra yeni hedefimiz Euro 2012 elemelerini geçmekti. Teknik direktör Guus Hiddink ile çıktığımız bu yolculukta zor zahmet de olsa play-off'lara kalmayı başardık. Şimdi sırada, kurada bize çıkmasıyla birlikte bir önceki Avrupa Şampiyonası'nı bizlere yeniden hatırlatan Hırvatistan var. 11 ve 15 Kasım tarihlerini, Semih'in mucizevi golüyle penaltılara taşıdığımız çeyrek final mücadelesinin yanına yeni unutulmaz zaferler eklemek için beklemeye başladık. Maç öncesi değerlendirmeler yaparken bu çağrışımı silmek mümkün olmadığı için de, hem yazıyı o maçtan yola çıkarak kurguladım, hem de o maçın fotoğraflarını kullandım.

Aşağıdaki fotoğrafta milli takımımızın Euro 2008'de Hırvatistan ile oynanan maça çıkan ilk on birimizin fotoğrafını görüyorsunuz. Play-off maçları için açıklanan kadroda o maçın ilk on birinden 5 isim bugünkü kadroda yer almıyorlar. Gökhan Zan'ın sakatlığı nedeniyle kadroya alınmazken, Tuncay o günlerdeki performansından oldukça uzak olduğu; Nihat, Rüştü ve Emre Aşık da futbolu veya milli takımı bıraktıkları için kadroda yer almıyorlar. Ayrıca yedekten gelen 3 isim Uğur Boral, Gökdeniz ve Semih (ki sırf şu sus işareti için kadroya alınabilirdi) de kadroda yer almıyor. Toplamda, Euro 2008'e giden 23 kişilik kadromuzdan yalnızca 10 kişi dün açıklanan aday kadroda yer alıyor. Genel olarak bakıldığında en ciddi kaybın hücum bölgesinde yaşandığı söylenebilir.


2008 kadrosuyla yaptığımız bu karşılaştırma, milli takımımızda büyük bir yenilenmenin yaşandığı izlenimini veriyor. Hiddink'in, özellikle Almanya ve Azerbaycan maçlarında alınan mağlubiyetlerin ardından bir yenilenme hamlesi yaptığını gördük. Euro 2008 kadrosunun üzerine iki ana eklemenin yapıldığı bu yenilenme operasyonunu blogda da takip etmeye çalıştım. İki ana parçanın biri olan Almanya kökenli gurbetçi oyuncuların henüz ilk 11'e dahil olamadıklarını görüyoruz. İleriye dönük olarak, bekler haricinde sağlam bir omurga vaat eden Serdar Kesimal, Ömer Toprak, Mehmet Ekici, Gökhan Töre, Cenk Tosun ve Madridista Nuri Şahin, Hırvatistan maçlarında temel görevleri üstlenen isimler olmayacaklar.

Yenilenme hareketinin ikinci parçasını oluşturan Trabzonspor 2010-11 yılı kadrosunun yerli oyuncuları ise, gurbetçilerin aksine play-off turunda kilit roller üstlenecekler. 8 yıl önce Konfederasyon Kupası'na götürdüğü yeni jenerasyonu, Letonya maçlarında kullanmadığı ve turu geçemediği için görevine son verilen Şenol Güneş'in milli takım seviyesine getirdiği Egemen, Selçuk İnan ve Burak Yılmaz, Euro 2008 kadrosunu çekirdeğine eklenerek Hırvatistan karşısındaki takımımızı oluşturacaklar. (Yine eski bir milli takım teknik direktörü olan Ersun Yanal'ın da Burak Yılmaz haricinde bu isimleri Trabzon'da topladığını ve bu süreci başlattığını hatırlatalım.)


Hiddink döneminde yaşanan değişim hareketini inceledik. Şimdi Hırvatistan maçlarında sahaya sürülmesi muhtemel kadro üzerine kafa yoralım. Hırvatistan maçlarında sahaya çıkacak on ismin, sakatlıklar veya sürpriz taktik değişiklikler olmadığı takdirde, tahmin edilebilir olduğuna inanıyorum. Yukarıdaki resimde gördüğünüz tahmini on birimdeki kaleci ve defans dörtlüsünün değişmesi zor görünüyor. Orta sahada Emre, hücumda da Burak ve Arda'nın pozisyonları değişmeyecektir. Hamit sağ kanatta olduğu takdirde Selçuk inan da ilk 11 başlayacaktır. Sahadaki 11. kişinin kim olacağı ise, bize Hiddink'in kafasındakiler hakkında ipucu verecek. Aşağıda, 11. isim kim olabilir ve bu tercihin maça tesiri nasıl olur sorularına değineceğim.

1) Selçuk Şahin: Hiddink, bir play-off karşılaşması önemindeki Belçika deplasmanında Selçuk'u kullandığı için ilk sıraya onu yazdım. Modriç, Rakitiç ve Mandzukiç gibi isimlerin etkinliklerini kısmak için defansın önünde geniş alanlar bırakmamak ve duran toplarda defanssa yardımcı olmak (belki bir duran topta üstünlük sayısını kaydetmek) adına Selçuk Şahin kullanılabilir. Ancak, Belçika maçının sonlarında top hakimiyetini rakibe bırakmayı kabul eden bir milli takım vardı, bu maçta ise gol yememek kadar gol bulmanın da önemli olduğunu unutmamak gerekiyor.


2) Sabri Sarıoğlu: İlk 11'de Sabri'yi iki şekilde kullanmak mümkün. Sabri ilk olarak, alıştığı bir mevkide, yani Gökhan Gönül'ün önünde sağ kanat olarak maça başlayabilir. Hırvatistan'ın esas sol beki Striniç ve sol stoper Lovren'in sakat oldukları da hesaba katıldığında, bu ikilinin dinamizmi bize aradığımız üstünlüğü getirebileceğini görüyoruz. Sabri'nin bize katacağı bir diğer artı da ön alan presi olacaktır. Hiddink, ikinci bir opsiyon olarak Sabri'yi orta sahada kullanabilir; ancak bu tercih defans ile orta saha arasında Hırvatların iyi kullanacağı geniş bir alan yaratacağı için risk taşıyor.

3) Kazım Kazım: Sabri maddesinde orta sahanın sıkıntılı olduğundan bahsettik. Eğer savunmadan hücuma uzun toplarla çıkma düşüncemiz varsa, Kazım rakibin sıkıntısından yararlanmamızı sağlayacak isim olacaktır. Bu seçenek, eğer Kazım (örneğin Dirk Kuyt gibi) ikinci forvet rolünü üstlenseydi çok daha faydalı olabilirdi; ancak Kazım'ın çizgi oyununu tercih eden yapısı bize ciddi bir avantaj getirmeyebilir.

4) Mehmet Topal: Bire bir mücadelelerde rakibi bozarak topu kazanma konusunda Selçuk Şahin'den daha iyi bir alternatif olan Mehmet Topal; duran toplar ve rakibin şişirdiği uzun topları karşılama konularında mevkidaşının gerisinde kalıyor. Topu oyuna sokma konusunda her iki ismin de zaman zaman sıkıntı yaşadıklarını ekleyelim. Euro 2008'deki Hırvatistan maçına ilk 11'de çıkan Mehmet Topal, forma giydiği takdirde defans önünde alan daraltma görevini üstelenecek. Ne var ki, Hiddink bundan önceki karşılaşmalarda Selçuk Şahin ve hatta Aurelio'yu Mehmet Topal'ın yerine tercih ettiği için ben de ona son sırada yer verdim.


Son olarak cuma günü oynanacak maç üzerine kısa bir değerlendirme yapalım. 2010 Dünya Kupası'nda yer almayan Hırvatistan'ı Euro 2012 elemelerinde de izleme şansı bulamadığım için, yalnızca Hırvat oyuncular hakkındaki genel bilgilerim üzerinden yorum yaptığımı eklemeliyim. Milli takımımızın mevcut sorunlarına yukarıdaki başlıklarda değindim; ancak bir kez daha yazmakta sakınca yok. Milli takımımızın çeşitli sorunları içinde en çok can sıkanlar, rakibin etkili alanlarda top kullanmasını engelleme ve skoru değiştirecek isimlerin azlığı olacaktır. Arda bu seviyede kendini ispatlamış tek gole dönük oyuncumuz olarak görünüyor, Burak'ın ise mutlaka bu maçların baskısından etkilenmeden Trabzonspor'daki performanısını görstermesi gerekiyor. Selçuk - Emre - Hamit - Arda dörtlüsünün, gerektiğinde ceza sahasını kalabalıklaştırmak da dahil olmak üzere, Hırvatistan'ın Rakitiç - Modriç - Srna - Mandzukiç dörtlüsünden beklediklerini gerçekleştirmeleri halinde durumu dengeleme ihtimalimiz var. Sol bek ve sol stoperlerinin sakatlığı bize sağ kanatta yararlanabileceğimiz bir alan yaratabilir. Duran topların maçların sonucuna etki etmesi de ihitmal dahilinde.

12. adam görevindeki İstanbul seyircisinin de maça etki edecek kadar aktif olmalarını bekliyorum. Unutmayalım ki omurgası Euro 2008'de görev alan bu Hırvatistan'ı yenebileceğimizi daha önce gösterdik. Cuma günü de, her şeyden önce o maçta olduğu gibi son ana kadar inancımızı korumak Euro 2012 biletini bize getirecektir.

30 Ekim 2011 Pazar

Occupy


Türkiye'nin son günlerdeki yoğun ve üzücü gündeminde ne kadar yer buldu bilemiyorum; ancak dünyada son dönemin en ses getiren olaylarından birisi, ABD'de "Occupy Wall St." (Wall Street'i işgal et) sloganıyla başlayan ve yavaş yavaş tüm dünyaya yayılan "Occupy" hareketiydi. Bu kapitalizm karşıtı hareketi inceleyen güzel bir yazı geçtiğimiz hafta Guardian Weekly gazetesinde yayınlandı. Esther Addley imzasıyla yayınlanan yazının Türkçe çevirisini aşağıda bulabilirsiniz.

Küresel Mesajı Olan Yerel Hareket

Madrid'de onbinler "Eller yukarı! Bu bir soygun!" diye bağırarak Puerta del Sol meydanına akın etti. Santiago'da, 25000 Şilili, şehir boyunca yürürken, ülkenin milyarder başkanına hakaretler yağdırmak için başkanlık sarayının önünde mola verdiler. Frankfurt'ta, 5000'den fazla insan Avrupa Merkez Bankası'nın önünde toplandı ve bu sahneye Berlin'den Stuttgart'a, Almanya'nın 50 kadar şehir ve kasabasındaki gösteriler eklendi. Barcelona'da altmış bin, Manila'da 100, Auckland'de 3000, Kuala Lumpur'da 200, Tel-Aviv'de 1000, Londra'da ise 4000 insan toplandı.

Wall St.'de 1000 kadar kişinin, şirketlerin açgözlülüğüne ve sosyal eşitsizliğe olan tepkilerini duyurmak için toplanmasından bir ay sonra, kampanyayı düzenleyenler New York'ta bir hafta sonu gerçekleştirilen mütevazı yürüyüş üzerine yeniden düşünüyorlar.

Occupy kampanyası başka yerlerde benzer tepkileri harekete geçirmeyi umabilirdi; ancak çok azı, dört hafta içinde bütün dünyada 900'den fazla şehirde koordine edilen, Occupy hareketiyle bağlantılı gösteriler düzenleneceğini öngörebilirdi.

Prostecuların nefretinin hedefi, şehirden şehre ve ülkeden ülkeye farklılık gösteriyor; ancak pek çok yerde sayıları az olsa da, aktivistler, geçtiğimiz cumartesi (15 Ekim) günü düzenlenen ve bir kısmı hala devam etmekte olan gösterilerin sosyal ve ekonomik adaletsizliğe karşı gittikçe büyüyen nefreti açığa çıkardığını iddia ediyorlar.

Ülkesindeki protestolarda kilit figürlerden birisi haline gelen ve bu hafta Avrupa'daki protesto hareketleriyle ittifak kurmak için Avrupa'ya seyahat eden Şilili öğrenci lideri Camila Vallejo, "Bu gençliğin veya Şili toplumunun savaşı değil." diyor ve ekliyor: "Bu bütün sınırları aşan bir dünya savaşı. "

BM genel sekreteri Ban Ki-moon, hareketi tetikleyen unsurun küresel mali kriz olduğunu belirterek şunları söyledi: "Wall Street'te başlayan ve bütün dünyada görülen protestolarda, insanlar hayal kırıklıklarını gösteriyorlar."

Bir ay boyunca hareketin Anti-Wall Street hissine ilgisizce empatisini sunan açıklamalardan sonra, Barack Obama'nın sözcüsü protestocuların terimini benimseyerek kendilerine "yüzde 99" yakıştırmasını yaptı. Beyaz Saray sözcüsü Josh Earnest: "Başkan, ekonomik iyileşmemizi desteklemek için Washington'da daha fazlasının yapılması gerektiğine dair ihtiyaçla ilgili olan kendisinin de paylaştığı hayal kırıklığını tanımaya ve Amerikalıların %99'unun çıkarlarının iyi temsil edildiğini garanti etmeye devam edecek." açıklamasını yaptı.

Protestolar, Occupy hareketinin önerdiği gibi 15 Ocak tarihinde ortaklaşa düzenlenmiş olabilir; ancak halkların öfkesini yansıtan dalga, tabii ki, New York'da başlamadı. Occupy Wall Street, Arap Baharı'na olan borcunu dile getirdi. Kanada temelli Adbusters kampanya grubu da harekete ilham kaynağı oldu ve ilk aşamalarda hareketin bir bölümü bu grup tarafından organize edildi. Şili ve İsrail'deki protestolar da ABD'dekilerden önce başlamıştı.

Her hareketin kendi yerel tadı vardı. İsrailliler barınacak yer, pahalı yaşam koşulları ve "sosyal adalet" konularından şikayetçiydiler. Şili'de eğitim sorunu katalizördü. Yunanistan'da, tasarruf önlemlerine karşı tepkiler görüldü. Filipinler'de ise ABD emperyalizmi açıkça hedef alındı. Ama hareketleri birleştiren unsurlar da vardı: Çadırlar, sosyal medya ve "insan mikrofon" - topluluğun konuşmacı tarafından söylenen sözleri yüksek sesle tekrarladıkları ve anlaşma için ellerini havaya kaldırıp parmaklarını oynattıkları bir düzen. Kapitalist düzen ve şirketlerin açgözlülüğüne duyulan öfke açıkça ortaya kondu.

İtalyan medyası, geçen hafta Roma'daki protestoları düzenleyenlerin pek çoğunun daha önce İtalya'nın kuzeybatısındaki Val di Susa bölgesinde eğitim aldıklarını iddia etti. Bu bölgede protestocular yeni bir yüksek  hızlı tren hattının inşasını engellemeye çalışmışlardı.

İtalyan La Repubblica gazetesi pazartesi günü, kendisinin de dahil olduğu bir grubun Yunanistan'a giderek oradaki protestoculardan öneriler aldıklarını söyleyen bir isyancıdan alıntı yaptı.

Tehlikeli ekonomik durumu dikkate alındığında, en iyi odaklanmış toplumsal öfkenin görüldüğü Yunanistan'da, geçen cumartesi bir araya gelen yüz kişilik topluluk oldukça ufak kaldı. Bu hafta, grevler, iş durdurmalar ve oturma eylemleri iki günlük genel iş bırakma ile tavan yapacak.

Berlin'de polis, tarihi Reichstag parlamentosunun önünde kurulan çadırları söktü ve uyku tulumlarına el koydu; çünkü Reichstag etrafındaki bölgedeki protestoya kapalı alanda yapılan bütün gösteriler kanun dışı kabul ediliyor. Pazartesi günü bir protestocu, Berlin'deki Occupy hareketinin henüz gelişme aşamasında olduğunu ve en iyi nasıl ilerlenileceğine dair bir konsensüs aradıklarını belirtti. Protestocu, Reichstag'ın geniş girişinin üstünde asılı duran ve Rsichstag'ı "Dem Deutschen Volke"ye, yani Alman halkına adayan meşhur yazıtı işaret ederek "bu sembolik açıdan önemli" dedi ve ekledi: "Bizim de demokraside bir rol oynamamız gerekiyor."

Kaynak: "Local Action with Global Message", Eshter Addley, Guardian Weekly, 21-27 Ekim sayısı


Occupy Wall Street hareketi hakkında bilgi edinmek için: 
http://occupywallst.org/
http://wearethe99percent.tumblr.com/

Nuri Bilge Ceylan - Kurgu Günlüğü



1 Ocak 2010, Cuma

Bugün yeni yıla girdik. Bugün öğleden sonra pek yapmadığım şekilde, adeta yılların yorgunluğuyla, yatağa uzandım. Öylece elbiselerimle birkaç saat uyuyakalmışım. Gözlerimi açtığımda çok tuhaf hissettim. Deyim yerindeyse, yeni bir algılama biçimine uyanmışım gibi geldi. Öyle güzeldi ki. Sessizliğin içinde gözümün önünde flu bir şekilde hareketsiz duran odamın nesneleri beni sonsuz bir şefkatle kuşatıyor gibiydi. Beynimde farklı bir algılama düzeyinin kapıları aralanmış gibiydi. Bir saat kadar orada öylece gözlerim açık olarak yattım. Gözlerim flu kitapların üzerinde dolanırken kitaplardan biri usul usul netleşti.Ne zaman aldığımı ya da oraya nasıl geldiğini bile hatırlamadığım bir kitap adeta bir vahiy gibi varlığını bana gösterdi. Yalçın Koç'un yazmış olduğu "Anadolu Mayası". Yalçın Koç yanlış hatırlamıyorsam Boğaziçi Üniversitesi'nde okurken kendisinden bir iki ders almış olduğum biri. Kitabı öylesine okumaya başladım. 20 sayfa su gibi okudum. Algılarım o kadar açıktı ki. Bu açıklık hayattan öyle derin bir haz almamı sağlıyordu ki. Yaşadığımız hayat ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, onu algıladığımız oranda onu yaşadığımız gerçeğini yeniden duyumsadım. Hayat, kendi irademiz dışında bile değişecek olsa algılama şeklimizin de ona bir şekilde ayak uyduracağını kabul etmek lazım. Hayatın bir şekilde yavaşlaması algılama gücümüzü nasıl da arttırıyor. Çok hızlı yaşadığımız için yaşadığımız hiçbir şeyin duygusunu gerçekten algılayamadığımı duyumsadım. Sadece haz duyulması gereken bir şeyin hazzının layıkıyla duyumsanması değil, aynı zamanda acı vermesi gereken bir durumun da daha doğru dürüst varlığını hissettirmeden başka bir olay tarafından unutturulması söz konusu oluyor. Algılarımızın keskinliğini artırmamız için hayatımızın temposunu düşürmemiz gerektiği aşikar. Neden yavaş tempolu filmleri sevdiğim ve böyle filmler yapmak istediğimin nedenleri de burada yatıyor zaten. Bugün uyandığımda varlığını hissettiren ruh hali, ancak nazlı bir yavaşlık temposunda ortaya çıkabilir çünkü.

Kaynak: Bir Zamanlar Anadolu'da Kurgu Günlüğü, Nuri Bilge Ceylan, Altyazı dergisi Ekim 2011 sayısı eki

26 Ekim 2011 Çarşamba

Days of Heaven


"Günahıyla sevabıyla Terrence Malick" başlıklı yazıda, Malick sinemasıyla ilgili genel bir inceleme yapmıştım.Bu yazıdan hareketle Malick'in, insanların kovulduğu cennete yeryüzünde ulaşmak için günahlardan geçen bir yolu seçen iki aşığın başına gelenleri anlatan, 1978 tarihli Days of Heaven filmine dair notlarımı paylaşmak istiyorum.

Terrence Malick'in yönettiği ilk film olan Badlands(1973), görüntülerinin etkileyiciliği ve öykü anlatıcısının varlığıyla Malick üslubunun habercisiydi. Nedensiz işlenen cinayetler ve medyanın katilleri popülerleştirme hevesiyle Bonnie and Clyde'ı (1967) hatırlatan film, Amerikan proleteryasının varoluşunun git gide anlamsızlaşmasına yaptığı vurguyla Yeni Hollywood'un kilometre taşlarından biri olmuştu.Yine de, Badlands'deki 70'ler havasının Malick'in üslubunu biraz gölgelediği söylenebilir. Badlands'den 5 yıl sonra gösterime giren Days of Heaven ise, Malick'in uğraştığı sorunları daha iyi anlamamızı sağlıyor. 

Malick'in şiir-filmlerinden birisi olan Days of Heaven'ın açılışında seyirci, Jonh Williams'ın düşlere daldıran etkileyici müziği ve eski fotoğraflar eşliğinde geçmişe, 20. yüzyılın başına bir yolculuk yapmayı kabul eder. İlk durak, bir endüstri kenti haline gelen Chicago'dur. Endüstrileşmenin beraberinde getirdiği şehir gürültüsü, işçilerin kömür attıkları kızgın ocağın görüntüleriyle birleşerek seyircileri rahatsız eder. Bu rahatsızlık sayesinde, az sonra cinayet işleyecek olan ağır sanayi işçisi Bill'in ruh halini anlar hale geliriz.


İşlenen cinayetin mecburi hale getirdiği yolculuk sonrasında, öykünün esas mekanı olan buğday tarlalarına gelinir. Buğday tarlalarına vuran güneş ışığı, Malick'in sadık hizmetkarı olarak filmi sarı-sıcak renklere büründürür. Filme hakim olan sarı - turuncu tonları adeta paletinden seçmiştir Malick. Bu tonların altında gördüğümüz kurbağa, eşek, çekirge, horoz, at, tavşan ve hindinin hikayeye; hikayenin çiftlikte geçtiğini anlamamızdan öte bir katkısı yoktur belki; ancak doğanın da seyirciler gibi hikayeyi bir yandan gözlediğini bize hissettirirler. Hepsi de, kurgu masasında geçen iki yılın ardından filme dahil olmayı başarmışlardır.

Işığın yüzünü esirgemediği bu topraklardan, pek çok dinin kendisine dair bir referans olarak gördüğü tanrı yüzünü esirgemektedir. En azından, Bill'in küçük kardeşi olan öykü anlatıcımız Linda böyle düşünmektedir. Buğday tarlalarından bahsederken seyirciye şöyle seslenir: "Oradaysanız tanrı sizi duyamaz. Siz kendi sesinizi dahi duyamazsınız." Her ne kadar günlük çalışmanın sonu papazın İncil okumasıyla da gelse, çalışanlar Tanrı'nın cennetinden hayli uzaktadırlar. Malick, tarım işçilerinin hayatını gösterirken, bizi vicdani bir sorgulamaya iter, zira sömürü düzeni bu çalışanları basit; ama kapitalist sistemde değiştirilmesi mümkün görünmeyen bir gerçekle avucunda tutmaktadır. Öykü anlatıcısı filmin içinde bu gerçeği bizimle paylaşır: "Onların size ihtiyacı yoktur, her zaman (sizin yerinize) bir başkasını bulabilirler."


Bill ise artık ihtiyaç duyulan bir insan olmak, yani var olmak istemektedir. Ne var ki hayat ona, var olmak için günah işlemekten başka bir seçenek sunmamaktadır. Zaten cennetin kapıları ona, Chicago'da işlediği cinayet nedeniyle kapanmıştır. Onun mutluluk için kalan tek çaresi, cenneti yeryüzüne indirmekten geçer. Aradığı fırsatı ona, doktorun arabasından ilaç çalarken tanık olduğu konuşmalar verecektir. Çiftlik sahibinin bir yıl içinde öleceğini duyan ve çiftlik sahibinin sevgilisine olan ilgisini bilen Bill, bir plan hazırlar. Sevgilisini çiftlik sahibiyle evlendirecek ve onun ölümünün ardından mirasa el koyacaktır. Evli olmayan aşıklar, laf çıkmasın diye kendilerini kardeş olarak tanıtmaya alıştıkları için, planı yürütmek kolaylaşır. Ancak, Adem'in yasak elmayı yemesiyle cennetten kovulan insanoğlu için cennete geri dönmek sanılandan zordur.

Days of Heaven, Yeni Hollywood'un, sistemin her geçen gün özgürlük ve mutlu gelecek hayallerinden kopardığı alt tabaka insanına geçmişten bir bakış atarak, Amerikan topraklarında bir sürekliliği bize yansıtıyor. Film, doğanın gücünün (ki aşkı da bu doğal gücün içine katmak gerek) mutlaklığını vurgularken, izleyicisinde varoluşun kötücül olduğuna dair bir izlenim yaratıyor. Zengin - fakir arasındaki ayrım ve fakirlerin mağduriyeti vurgulanıyor; ama film zenginin de fakirin de çile çekmekten kurtulamadığı fikrini aktarıyor. Nihai eşitliği ise ölüm sağlıyor. Yaşanan bütün trajedinin sonunda, öykü anlatıcımız kendi yolunda gitmeye devam ediyor, etmek zorunda. Tıpkı binlerce yıldır bizi umursamadan izleyen doğa gibi.

Nat King Cole - A Blossom Fell - Badlands




A blossom fell from off a tree
It settled softly on the lips you turned to me
The gypsies say and I know why
A falling blossom only touches lips that lie

A blossom fell and very soon
I saw you kissing someone new beneath the moon
I thought you loved me, you said you loved me
We planned together, to dream forever
The dream has ended, for true love died
The night a blossom fell and touched two lips that lied

A blossom fell and very soon
I saw you kissing someone new beneath the moon
I thought you loved me, you said you loved me
We planned together, to dream forever
The dream has ended, for true love died
The night a blossom fell and touched two lips that lied

Blogda Terrence Malick ile olan yolculuğumuza devam ediyoruz. Sırada, Badlands´in aşıkları Red ve Kit´in kaçış yolculukları sırasında radyoda dinledikleri Nat King Cole şarkısı "A Blossom Fell" var. Sözlerin, filmin sonuna dair ipucu barındırdığını da eklemek gerekiyor.

20 Ekim 2011 Perşembe

Euroleague'yi İzlemek İçin 5 Sebep



1. Galatasaray



Eleme turlarında Rytas'ı Litvanya'da mağlup edip tarihinde ilk defa Euroleague katılmaya hak kazanan Galatasaray, kuşkusuz Türkiye'deki Euroleague reytinglerini arttırıcaktır. Özellikle ülkemizde herhangi bir branşın, 3 büyükler tarafından sürüklendiğinde izleyici kitlesini arttıtrdığı ortada (Geçen seneki GS-FB bay ve bayan basketbol final serileri gibi). Zaten o yüzden hala Efes'in neden Beşiktaşla birleşmediğini anlayamıyorum. GS'ye geri dönersek, dün Prokom karşısında rakibini 18 sayıdan oyuna ortak etmesine rağmen deplasmanda kazanmasını bildi. Açıkçası Top 16'e bu sene 3 takımımızında kalıcağını düşünüyorum ki bu nerden baksa 8 iç saha maçı demek. Final Four'unda İstanbul'da olduğu düşünülürse, bu sene çok daha fazla türk seyircisinin Euroleague'ye ilgi göstereceğini düşünüyorum.

2. CSKA Moskova ve Mini-Dream Team'i



AK-47 'in 10 yıllık memleket hasretinin son bulmasıyla şu anda tartışmasız Avrupa'nın en iyi kadrosuna sahip olan CSKA, ilk hafta Zalgiris maçında bir parça da olsa potansiyelini gösterdi. Avrupa'nın en yetenekli guard kombosu (Teodosiç ve Shved), Siskauskas, Lavrinovic, Khryapa, Krstic ve şu an Avrupa'nın en iyi oyuncusu AK-47 (ilk maçta 17 sayı 15 reb 5 as 4 blk) ile şu anda Barcelona ve Panathinaikos gibi takımların 1-2 adım önünde CSKA.

3. Barcelona'nın Tarihin En İyi Kadrolarından Birini Kurma İhtimali



Bildiniz gibi NBA'de lokavt sürmekte ve sezonun iptal olucağı iyiden iyiye dillendirilmekte. Şu an ilk 2 hafta maçları iptal oldu ve sezonun iptal edilmesi gerçekleşirse daha birçok Avrupalı yıldızın gelmesi gündemde. Ki bunların başında Gasol kardeşler geliyor. Şu anda zaten Barcelona ile antremanlara katılan iki yıldız oyuncu, takıma katılmak için NBA'den haber bekliyor. Bunlara bir de Rubio 'da eklenebilir. Bu durumda Lorbek, Pau, Marc, N'Dong, Vasquez ve Perovic gibi match edilemeyecek bir uzun rotasyonun yanında Navarro, Eidson, Rubio ve Huertas gibi bir guard rotasyonu oluşursa, Barcelona'nın yenilgisiz bir şekilde şampiyon olucağını düşünmek hiç de uzak bir ihtimal değil.

4. NBA'den Gelen Oyuncularla Kadro Kalitelerinin İnanılmaz Yükselişi



Sadece süperstarlar değil, rol oyuncularında Avrupa'ya gelmesiyle özellike atletizm yönünden inanılmaz bir seviye artışı söz konusu. Batum,Gallinari, Fernandez, Sefolosha, Reggie Williams, Alonso McGee, Ersan İlyasova tarzı oyuncular sayesinde, her maçta artık NBA'de gördüğümüz kalitede highlightlar görebilme şansına sahibiz.

5. NBA'de Lokavtın İptal Olma Durumu



Eğer bu gerçekleşirse, Nowitzki, Ginobili, Scola, Splitter, Ibaka, Enes, Ömer Aşık, Pekovic, Dragic tarzı Avrupa'da sükse büyük sükse yapıp öyle NBA'e giden oyuncuların Avrupa'ya dönmesiyle (hatta belki daha fazla NBA yıldızlarının da) Avrupa tarihinin en çekişmeli Euroleague sezonunu izleyebiliriz. Ah bi de Parker Asveli seçmeseydi:D

17 Ekim 2011 Pazartesi

Günahıyla Sevabıyla Terrence Malick


Cannes Film Festivali’nde gösterilen The Tree of Life filmiyle Altın Palmiye’yi kucaklayan Terrence Malick üzerine bir yazı yazma fikri, kısa aralıklarla The Tree of Life ve Days of Heaven’ı gördüğümden beri kafamdaydı. Amerikan sinemasının, kanımca tarihinin en verimli dönemini geçirdiği 70’lerin üslubunu oluşturmasına önemli katkıları olan, felsefe mezunu bu yönetmenin filmlerinin üzerine eğildiği konuları içeren bir yazı yazmaya karar verdim. Malick’in anlatımdaki tercihleri, kendine mesele ettiği konular ve içinde yetiştiği sinema dönemine olan etkilerinin yer aldığı yazı bir eleştiri niteliği taşımıyor, daha ziyade yönetmenin bize aktarmaya çalıştıklarına değiniyor.

Terrence Malick’in filmleri pek çok kaynakta şiir-film olarak görülüyor. Şiir ile filmler arasında bir ilişki, filmlerin senaryo aşamasındaki yazım süreci üzerinden kurulabilir; ancak Malick’in filmlerini bir yazın türüyle ilişkilendirmeyi denediğimde, aklıma ilk olarak, dış anlatıcının varlığı nedeniyle roman geliyor. Şiir- film tanımının ardında yatanın ise anlam yaratma sürecinde aranması gerekiyor. Zira bir şairin günlük yaşamda gerekenden az sayıda kelime ile hissiyatını aktarması gibi, Malick de az sayıda diyalog ile anlam yaratmayı tercih ediyor. Hem görüntülerde, hem de diyaloglarda sürekliliğin olmaması da bir rüyanın içinde olduğumuz izlenimini uyandırıyor. Bu şiir filmlerde Malick’in, ışığı mürekkep niyetine kullandığı hissine kapılıyorsunuz.

Malick’in hikâyesini diyalog yerine görüntüyle anlatma tercihine oldukça basit bir örnek verelim. Days of Heaven filminde işçiler çalışmak için buğday tarlalarına geldiklerinde, onlara çiftçinin evinin yakınından bile geçmemeleri buyurulur. İşte o zaman Bill’in (Richard Gere) eve attığı bakışlar, Malick’in anlatacağı hikâyenin bir özeti gibidir. Bu ve bunun gibi pek çok örnekte, anlam yaratmada görüntü kurgusu kadar ses kurgusunun da önemli bir yeri var. Mailck diyalogları minimize etse de, müzik ve dış seslerin etkili kullanımıyla hikâyesinde bütünlük oluşturmayı başarıyor.

Terrence Malick’in üslubunun bir parçası haline gelen, yukarıdaki paragraflardan birinde değindiğimiz öykü anlatıcısının üzerinde biraz daha duralım. Anlatıcının bu şekilde kullanımı Malick filmlerine mitsel bir hava katıyor, onları bizim yaşantımızdan uzak, dokunulmaz bir noktaya koyuyor. Özellikle ana karakteri gözlemleme imkânı bulan ikinci karakterin anlatıcı görevini üstlenmesi, bizi başkalarının hayatlarını dinlediğimize ikna ediyor ve ana karaktere ağızdan ağıza yayılan bir mit havası katılmış oluyor. Konuşanların genellikle bir trajediden (veya dini tabirle günahtan) etkilenen masum kişiler olmaları da bu masalsılığı destekliyor.

Terrence Malick’in filmlerinde günah işleyenleri bulmak da, öykü anlatıcısı bulmak kadar kolay. Malick adeta her filminde günahların peşinde koşuyor. Ne var ki, 70’lerde çektiği filmlerde hikâyenin merkezinde günah işleyenler doğrudan yer alırken, yeni dönem Malick filmlerinde, insan aklıyla kurulmuş daha büyük bir varlığın (doğrudan vurgu yapılmasa da, bu varlık savaşları yöneten devlet olabilir) işlemeyi tercih ettiği günahlardan etkilenen mağdurlar var. Daha geniş bir açıdan baktığımızda ise, Malick’in “Yeni Hollywood”un bir parçası sayılan 70’lerdeki filmlerin ana karakterlerinin de, esasında insan eliyle oluşturulmuş bir eşitsizliğin (zenginlik -fakirlik) mağdurları oldukları görülebilir.


Bu noktada Yeni Hollywood için de bir parantez açalım. Yeni Hollywood’u, biraz eksik de olsa, sinemanın stüdyodan ve tiyatro estetiğinden kopuşu ve Fransız Yeni Dalgası’nın getirdiği auteur’lük kavramının Amerikan sinemasına bir daha çıkmayacak şeklide girişi olarak tanımlayabiliriz. Genellikle, Amerika’nın 2. Dünya Savaşı sonrası eriştiği görkeminden sıyrılıp, soğuk savaş ve Vietnam ile birlikte bunalıma sürüklendiği bir dönemde, ABD’nin kurucu felsefesinin temelini oluşturan özgürlük vaadinin bir yanılsama olduğunu gören kuşağın yaptığı filmleri içermektedir. Yeni Hollywood’u, Amerikan Sineması’nın Amerika üzerinde en çok durduğu dönem olarak da görebiliriz. Bu Amerikanlık hali, Malick filmlerinin olmazsa olmazlarındandır.

Yeni Hollywood döneminin alamet-i farikalarından birisi de anlatım odaklı olmayan filmlerdir. Hikâyenin giriş-gelişme-sonuç şablonuyla sunulması yerine, filmin içine serpiştirilmişçesine konulan görüntüler Malick’in filmlerinde, bütünü temsil eden bir varlığın altında sürdürülen yaşamlar olduğu hissiyatını uyandırmaktadır. Malick belki de, bu bütünü temsil eden varlığı (yani Tanrıyı) seyircinin belleğine kazımak için filmlerinde buğday başaklarına, hayvanlara, yani doğaya; ana karakterlere olduğu kadar yer vermektedir. İnsanın dışında da bir yaşam devam etmektedir ve insanın yaratmadığı diğer canlılar her an etrafımızdadırlar.

İnsanın yaratmadığı doğanın bir yaratıcısı olması gerektiği fikri, dinlerin bir yaratıcının varlığı için sunduğu temel savlarından biridir ve bu sav Malick filmlerinde pek çok kez kendini göstermektedir. Doğayı Tanrı’nın nimeti olarak gören bu anlayış, kusursuzluğu doğada ararken, modern dünya ve uygarlık, bizi vaat edilen cennetten uzaklaştıran etkenler olarak görülmektedir. Mailck’in film okuluna gitmeden önce felsefe bölümünden mezun olduğunu ve bir Heidegger kitabını İngilizceye çevirdiğini hesaba katarak, bu doğa-insan çatışmasının arkasında, varoluşa dair soruların yer aldığını da ekleyelim. The Tree of Life filminin Sight and Sound dergisinde yer alan analizinde Nick James, Malick’in, bir ebeveynin çocuğunu kaybetmesi üzerinden hem varoluş bilmecesinin hem de yaratıcıya olan inancın test edildiğini yazmış. Aslında hem yaratıcıyı hem de varoluşu sorgulayan bu ikili anlatım tarzı, Malick’in diğer filmlerine de egemen olan doğa insan mücadelesinin temelinde yatar.


Malick’in filmlerinde yer alan doğa – insan mücadelesi, yağmur ormanlarını ve doğal hayat süren yerlilerin topraklarını fethederken doğa şartları ile mücadele eden “uygar” sömürgecilerin tek taraflı mücadelelerinden farklıdır. Malick filmlerinde doğa alt edilmesi gereken bir rakipten ziyade, cennetten kovulan insanın kötülük içinde debelenmesini dışarıdan (veya yukarıdan)seyreden bir gözlemci konumundadır. Bu doğa-insan çatışmasının bir örneği, The Tree of Life filmindeki ebeveynlerin arasındaki çatışmada görülebilir. Dinozorlardan beri doğada var olan şefkati evlatlarına sunan anne, insan doğasındaki kötülükleri yansıtan babanın çatışması, kişinin çocukluktan ergenliğe geçiş dönemine dair hatıralarında en önemli yeri tutmaktadır.

Yazıyı bitirmeden önce, daha iyi bir Malick analizi yapabilmek için Martin Heidegger ve Hristiyan kültürü üzerine araştırma yapmanın faydalı olacağına inandığımı eklemeliyim. Terrence Malick’in bugün yeniden gündeme gelmesinin ardında konuşulması gereken şeylerden biri de, dini vurguları bu kadar ön plana çıkan filmlerin neden gün geçtikçe sinema dünyasında daha fazla yer kapladığıdır. Bunu, kapitalizmden bunalan kitlelerin arayışının doğal bir parçası mı, yoksa egemen güçlerin adaletsizliğin devamını sağlamak adına din kartını yüzyıllardır olduğu gibi bir kez daha sahneye sürmesi olarak mı değerlendirmek gerektiğini okuyucunun takdirine bırakıyorum.

Kaynaklar: 

Sight and Sound dergisi Temmuz 2011 sayısı

Days of Heaven: On Earth as It Is in Heaven, Adrian Martin – criterion.com