1960'lı yılların Paris'inde bir samurayın ne işi var sorusunun cevabını arıyorsanız, cevabını Melville'in 1967 tarihli Le Samourai filminin girişine bakmanız yeterli olacaktır. Ekranda beliren "Bu dünyada Samuray'ınkinden büyük yalnızlık yoktur; ancak ormadaki bir kaplanla karşılaştırılabilir, o da belki" yazısıyla açılan filmde, filmin baş kahramanı Jef Costello'nun (Alain Delon) hayatını özetleyen iki kavramı birden görebiliyoruz. Samuray'ın kitabından yapılan bu alıntıda vurgulanan yalnızlık ve avcılık duygusu, kiralık katilimizin yabancı olmadığı kavramlar.
Yalnız bir avcı olarak tasarlanan karakterin içinde bulunduğu çıkmaz da, açılış sahnesinde kendini belli ediyor. Kurşuni renklerin hakimiyeti altındaki iki pencereli bir odada Jef'in varlığını ancak sigarasından çıkan duman sayesinde fark edebiliyoruz. Adeta kendi yarattığı dünyada kaybolan Jef'e bir gönderme de odasındaki bir kafeste kapalı olan kuşla yapılmış. Bu ögeleri dikkate aldığımızda, filmin gidişatını öngörebilmek adına oldukça işlevsel bir açılış sahnesine sahip olduğunu görüyoruz.
Ölüme yürüdüğünü bile bile bu işe devam eden Jef Costello'nun savaşçı kimliği, Alain Delon'un yüzündeki zarafet ile kibarlaştırılıyor ve böylece karşımıza stilize bir gangster çıkıyor. Bunun ne kadar gerçekçi bir kavram olduğunu sorgulayabiliriz; ancak Melville'in gerçek hayattaki gangsterleri "hastalıklı kaybedenler (pathetic losers)" olarak tanımlaması, ana karakteri gerçekçi olma kaygısı taşımadan yarattığını ortaya koyuyor. Renkli bir film olmasına karşın, film noir türünden etkilendiği için siyah-beyaz ve grinin tonlarını tercih eden Melville'in baş kahramanı Jef Costello da, bu renklerin birleşimiyle oluşturduğu giyim tarzıyla, özellikle de kurbanına yaklaşırken taktığı beyaz eldivenleri ve ince siyah karavatı ile adeta bir moda ikonu durumunda.
Zarif katilin taşıdığı karizma ve Melville'in karakteri yaratırken dayandığı akımlar, film boyunca kendini belli ediyor. Amerikan sinemasının kilometre taşlarından Film Noir türünü "modern dünyanın trajedileri" olarak gören Melville, Humphrey Bogart tipi bir yağmurluk ve şapka taşıyan kahramanını adeta bu filmlerden çekip 60'lar Paris'ine taşımış gibi görünüyor. Bireysel özgürlük ile yalnızlık arasında sıkışan erkek kahramanın içinde bulunduğu tekinsiz atmosfer, aynı zamanda şehir hayatının bir yansıması hailne geliyor. Hem şehirlere hem de filme hakim olan gri ton da, şehirde yaşanan yalnızlığa yapılan bir vurgu niteliği taşıyor. Ayrıca filmde zaman zaman gördüğümüz, karakterin yüzünü ekranın tam ortasına alarak yapılan çekimler de Western filmlerinden çıkmış gibi duruyor. Jef Costello'nun barda viski istediği sahnenin de Western'e yapılan bir diğer gönderme olduğuna inanıyorum.
Tabii ki, film noir'in bir başka olmazsa olmazı da, kahramanımızın çekimine kapılan kadın karakterler. Filmdeki iki kadın karakter, farklı yapılara sahipler; ancak Jef Costello'dan etkilendikleri de açık. Jane Lagrange, başka erkeklerle de beraber olmasına karşın, özellikle polis soruşturmalarında Jef Costello'ya oldukça sadık kalıyor. Piyanist olan diğer karakter de, Jef'in cinayeti işlediğini bilmesine karşın, polis soruşturmlarında yalancı şahitlik yapıyor. Yine de filmin ilerleyen dakikalarında, femme fatale olarak tanımlamak biraz zor olsa da piyanistin güvenilmez bir karakter olduğu ortaya çıkıyor. Jef'in karizmasının tavan yapmasını sağlayan da sınırlı diyalglarında verdiği "ultra cool" cevaplar tabii ki. Poker masasında kaybederse diye para getirmesini söyleyen adama "Ben asla kaybetmem" diye cevap verdiği an, işlerin nasıl Jef'in kontrolü altında olduğunu gösterir nitelikte.
Le Samourai'ın başarılı bir gangster filminde aranan karizmatik kahraman, güzel kadınlar, suçlu-polis kovalamacası ve gangsterler arası ihanet gibi pek çok unsuru içinde barındırıyor ve genel olarak da başarılı bir filmi ortaya çıkarıyor. Bunun yanında Melville'in, Fransız Yeni Dalgası içinden gelmesinin getirdiği, zekice kurgulanmış diyalogları ve adeta bir oyuncu olarak karşımıza çıkan Paris'i de hesaba katarak Melville'in hedeflediği seyirci memnuniyetini yarattığını belirtelim. Buna karşın, Amerikan kültüründen etkilendiğini belli eden Jef ismi, Japon kültürünün simgesi samuray ve paris sokakları, henüz küreselleşmenin gerçekleşmediği 1960'larda biraz uyumsuz bir birleşime yol açıyor ve ister istemez filmi biraz "hafifletiyor". Kendi adıma, gangsterler üzerinden toplumsal kavramların sorgulandığı filmleri daha çok beğendiğimi söylemeliyim.
Yalnız bir avcı olarak tasarlanan karakterin içinde bulunduğu çıkmaz da, açılış sahnesinde kendini belli ediyor. Kurşuni renklerin hakimiyeti altındaki iki pencereli bir odada Jef'in varlığını ancak sigarasından çıkan duman sayesinde fark edebiliyoruz. Adeta kendi yarattığı dünyada kaybolan Jef'e bir gönderme de odasındaki bir kafeste kapalı olan kuşla yapılmış. Bu ögeleri dikkate aldığımızda, filmin gidişatını öngörebilmek adına oldukça işlevsel bir açılış sahnesine sahip olduğunu görüyoruz.
Ölüme yürüdüğünü bile bile bu işe devam eden Jef Costello'nun savaşçı kimliği, Alain Delon'un yüzündeki zarafet ile kibarlaştırılıyor ve böylece karşımıza stilize bir gangster çıkıyor. Bunun ne kadar gerçekçi bir kavram olduğunu sorgulayabiliriz; ancak Melville'in gerçek hayattaki gangsterleri "hastalıklı kaybedenler (pathetic losers)" olarak tanımlaması, ana karakteri gerçekçi olma kaygısı taşımadan yarattığını ortaya koyuyor. Renkli bir film olmasına karşın, film noir türünden etkilendiği için siyah-beyaz ve grinin tonlarını tercih eden Melville'in baş kahramanı Jef Costello da, bu renklerin birleşimiyle oluşturduğu giyim tarzıyla, özellikle de kurbanına yaklaşırken taktığı beyaz eldivenleri ve ince siyah karavatı ile adeta bir moda ikonu durumunda.
Zarif katilin taşıdığı karizma ve Melville'in karakteri yaratırken dayandığı akımlar, film boyunca kendini belli ediyor. Amerikan sinemasının kilometre taşlarından Film Noir türünü "modern dünyanın trajedileri" olarak gören Melville, Humphrey Bogart tipi bir yağmurluk ve şapka taşıyan kahramanını adeta bu filmlerden çekip 60'lar Paris'ine taşımış gibi görünüyor. Bireysel özgürlük ile yalnızlık arasında sıkışan erkek kahramanın içinde bulunduğu tekinsiz atmosfer, aynı zamanda şehir hayatının bir yansıması hailne geliyor. Hem şehirlere hem de filme hakim olan gri ton da, şehirde yaşanan yalnızlığa yapılan bir vurgu niteliği taşıyor. Ayrıca filmde zaman zaman gördüğümüz, karakterin yüzünü ekranın tam ortasına alarak yapılan çekimler de Western filmlerinden çıkmış gibi duruyor. Jef Costello'nun barda viski istediği sahnenin de Western'e yapılan bir diğer gönderme olduğuna inanıyorum.
Tabii ki, film noir'in bir başka olmazsa olmazı da, kahramanımızın çekimine kapılan kadın karakterler. Filmdeki iki kadın karakter, farklı yapılara sahipler; ancak Jef Costello'dan etkilendikleri de açık. Jane Lagrange, başka erkeklerle de beraber olmasına karşın, özellikle polis soruşturmalarında Jef Costello'ya oldukça sadık kalıyor. Piyanist olan diğer karakter de, Jef'in cinayeti işlediğini bilmesine karşın, polis soruşturmlarında yalancı şahitlik yapıyor. Yine de filmin ilerleyen dakikalarında, femme fatale olarak tanımlamak biraz zor olsa da piyanistin güvenilmez bir karakter olduğu ortaya çıkıyor. Jef'in karizmasının tavan yapmasını sağlayan da sınırlı diyalglarında verdiği "ultra cool" cevaplar tabii ki. Poker masasında kaybederse diye para getirmesini söyleyen adama "Ben asla kaybetmem" diye cevap verdiği an, işlerin nasıl Jef'in kontrolü altında olduğunu gösterir nitelikte.
Le Samourai'ın başarılı bir gangster filminde aranan karizmatik kahraman, güzel kadınlar, suçlu-polis kovalamacası ve gangsterler arası ihanet gibi pek çok unsuru içinde barındırıyor ve genel olarak da başarılı bir filmi ortaya çıkarıyor. Bunun yanında Melville'in, Fransız Yeni Dalgası içinden gelmesinin getirdiği, zekice kurgulanmış diyalogları ve adeta bir oyuncu olarak karşımıza çıkan Paris'i de hesaba katarak Melville'in hedeflediği seyirci memnuniyetini yarattığını belirtelim. Buna karşın, Amerikan kültüründen etkilendiğini belli eden Jef ismi, Japon kültürünün simgesi samuray ve paris sokakları, henüz küreselleşmenin gerçekleşmediği 1960'larda biraz uyumsuz bir birleşime yol açıyor ve ister istemez filmi biraz "hafifletiyor". Kendi adıma, gangsterler üzerinden toplumsal kavramların sorgulandığı filmleri daha çok beğendiğimi söylemeliyim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder