8 Mart 2010 Pazartesi

Oscar'lar bize ne anlatmaya çalıştı?


Oscar ödülleri, en iyi yönetmen ödülünü ilk kez bir kadın yönetmene vererek 2000'lerin ilk on yılını noktaladı. Ödülün The Hurt Locker filmine gitmesi bekleniyordu zaten, yine de Avatar'ın gişe başarısı da Akademi'nin seçimini etkiler mi diye herkesin aklında bir soru işareti vardı. Sanıyorum Akademi, sinema değerlendirmelerinin üstüne, yukarıdaki fotoğrafın cazibesine de kapılarak Avatar'a kapıları kapattı. Nitekim ödüllerin açıklanmasına bir hafta kala Oscar'lar ile ilgili haberlerin pek çoğu Akademi'nin ilk defa bir kadın yönetmene Oscar verip vermeyeceği sorusu üzerineydi. Ayrıca Akademi, 2000'lerin ilk on yılının değerlendirmesini yaparken, bu döneme damgasını vuran Irak Savaşı'nı görmezden gelemezdi. The Hurt Locker'ın bu çekici unsurları, biraz zayıf bir aday listesinde kolaylıkla ön plana çıkıverdi. Kişisel kanaatim de, The Hurt Locker'ın oldukça özenli kurgusu ve Kathryn Bigelow'un ince işçiliğiyle, biraz zayıf olan senaryosuna karşın doğru tercih olduğu yönünde.


Bu yılın adaylarına baktığımızda, Akademi'nin, Amerika'nın gündemindeki sorunlarla ilgilenmeyi öncelikli olarak düşündüğünü gördük. Irak Savaşı, 2000'lerde bir politika unsuru haline gelen çevrecilik, ekonomik kriz sonrasında yaşanan işsizlik sorunu ve Harlem'de yaşayan bir genç kızın sorunları, en iyi film ödülünün kuvvetli adaylarının gündemindeki esas konulardı. Açıkçası son yıllarda bu kadar çok kendi gündemiyle uğraşan bir film listesini uzun yıllardır görmemiştik, hatta Akademi (ve genel olarak Amerikan sineması) özellikle politik gündemden uzak seçimleri nedeniyle tartışılmaktaydı.


Bu atmosferde, en iyi film ödülünün The Hurt Locker filmine verilmesini, Amerikan gündeminde Irak Savaşı'nın kapladığı yere yapılan bir vurgu olarak da okuyabiliriz. 2010 yılının Eylül ayında askerlerini Irak'tan çekeceğini açıklayan Obama'nın siyahi olmasıyla beyazların dünyasında yarattığı liberal dalganın bir benzerini de, Kathryn Bigelow'un bir kadın olarak, erkeklerin egemen olduğu sinema dünyasında yarattığını gördük. Ne yazık ki bir kadın yönetmen ilk defa, düpedüz erkeklerin dünyasını anlatan bir film sayesinde ödüllendirildi ve bu kadınlık meselesinin bu kadar ön plana çıkarılması, sanki kadınların sinema dünyasında yer almak için biraz erkekleşmeleri gerektiği gibi olumsuz bir imaj oluşturdu. Umarım ileride Akademi bir kadının gözüyle kadınların dünyasını anlatan bir filmi ödüllendirmeyi de ihmal etmez ve bu imajı bir şekilde düzeltir. (Bahsettiğim filmlere bir örnek olarak Jane Campion'un The Piano filmini gösterebilirim.)

Amerikan medyasındaki genel kanı gecenin kaybedeninin Avatar olduğu yönünde; ancak ben 5 ana kategoride 4, toplamda 6 adaylık alan Up in the Air'in geceyi ödül alamadan tamamlamasının ve genel olarak bağımsız tanımına giren filmlerin ana ödüllerde es geçilmesinin daha büyük bir hayal kırıklığı yarattığı kanısındayım. Avatar zaten görselliği dışında pek bir numarası olmayan bir filmdi ve görsel efekt, sanat yönetimi ve sinematografi kategorilerinde aldığı ödüllerle Akademi, Avatar'ın görselliğini ödüllendirdi. Sinematografi dalında Avatar'a giden ödül de Akademi'nin klasik çekimleri, The Hurt Locker'ın kullandığı aktüel kameraya tercih ettiğinin bir göstergesiydi.

Bu ödül töreninde Akademi'nin devam ettirdiği bir diğer politika da, yukarıda vurguladığım gibi bağımsız filmlerin görmezden gelinmesi oldu. Burada bağımsız filmlerden kastım, stüdyodan bağımsız olan filmler değil elbette, zaten Amerika film dünyasında bunun gerçekleştirilebilir olduğuna inanmıyorum. Bağımsız sıfatı, 90'larda ortaya çıkan ve Soderbergh, Tarantino, Coen kardeşler gibi isimlerin başını çektiği, yönetmenin varlığının daha fazla hissedildiği filmlerin oluşturduğu bir akımda yer alan veya bu akımdan etkilenen filmlere veriliyor. Zaten bağımsız kavramının ne kadar çelişkili bir kullanımı olduğunu, bu yılın bağımsız adaylarından Up in the Air ve Inglourious Basterds'ın Clooney ve Brad Pitt gibi starlara sırtını yaslamasında bir kez daha gördük.


Bağımsız isimlerin en meşhuru olan Tarantino'nun bir filmi daha Akademi'nin dikkatini çekmeyi başaramadı, hem de sinema dehası olarak kendi filminin çok altında kalan filmlerle yarışırken. (Fotoğrafta görülen Waltz'ın, harika performansına verilen en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülü, Inglourios Basterds'ın aldığı tek ödül oldu.) Tarantino'nun filmlerini Cannes'da gösterime sokması Akademi'yi rahatsız mı ediyor diye düşünmeden edemiyorum, zira son yıllarda Cannes, sinema dünyasında belirleyici olma rolünü Akademi'den ciddi anlamda kapmış durumda. Das Weisse Band ve Un Prophete'i de Cannes etiketi taşıdığı için görmezden gelmiş olabilir Akademi üyeleri. Modern dönemin Cary Grant'i olarak gösterilen George Clooney de Oscar ödüllerinden eli bir kez daha boş dönerek, kaderinin de siması gibi Grant'e benzediğini gösterdi. Bu notlarla ve önümüzdeki yıllarda daha kaliteli adaylar görmek dileğiyle Oscar gecesinin yorumlarını sonlandıralım.

Hiç yorum yok: