Bu yıla dair listelere başlamadan önce, yıl sonu listelerinde geçmişe dönük eksikleri tamamlama vaktidir. Öncelikle, 2010 yılında çıkan dinlemeye değer albümlerin listesini bir yılı aşan bir gecikmenin ardından bloga ekleyelim. Liste önem sırasına göre değil, grupların isimlerinin alfabetik sırasına göre hazırlandı. Daha önce blogda hakkında bir şeyler karaladığım albümlerin isimlerine tıklayarak bu yazılara ulaşabilirsiniz.
1. Arcade Fire - The Suburbs
2. The Black Keys - Brothers
3. Belle and Sebastian - Write About Love
4. Gogol Bordello - Transcontinental Hustle
5. Tame Impala - Innerspeaker
25 Aralık 2012 Salı
15 Ekim 2012 Pazartesi
A Milli Takım – “Türk Milli Takımı Brezilya’ya Gidemiyor Mu?”
2010 Dünya Kupası
vuvuzela ve ahtapot Paul ile olduğu kadar, 4-2-3-1 dizilişinin diğer dizilişlere
olan üstünlüğü ile de hatırlanacak. Bu kupayı ilk üç sırada tamamlayan İspanya,
Hollanda ve Almanya’nın, çeşitli farklılıklarla benimsediği bu diziliş,
santraforların ve onların arkalarındaki üçlülerinin etkinliğinin belirleyici
faktör olmasını sağlamıştı. Forvet arkalarında konumlanan bu üçlülerin ön plana
çıkmalarında; hücum oyuncularının defans dörtlülerinin pozisyonlarını kaybetmeleri
için maç boyunca sürdürdükleri topsuz hareketler; Xavi, Iniesta, Mesut Özil,
Müller, Sneijder ve Robben gibi oyuncuların bireysel yetenekleri kadar önemli
bir rol oynamıştı. Topsuz oyunun hala belirleyici olduğunu, Romanya’dan
yediğimiz golde Marica’nın orta sahaya doğru yaptığı koşu ile bir kez daha gördük.
Koşu sonrasında stoperin onu kovalaması defansta boşluk yaratı ve o boşluğa
doğru yapılan koşu, Volkan’ın hatasıyla birleşip maçın tek golünü meydana
getirdi.
4-2-3-1’in futbolda
egemen hale gelmesinin arkasında basit bir matematik yatıyor. Dört bant
üzerinde oynanan sistem orta saha oyuncularının hücum alanına yaklaşmasını ve santraforların
alan boşaltmak için yaptıkları koşulardan 4-4-2 sisteminde olduğu gibi bir
değil üç oyuncunun faydalanmasını sağlıyor. Oyunun gün geçtikçe artan hızına uyum
sağlayıp hareketin edenlerin ve iki hamle sonrasını önceden hesaplayabilenlerin
avantaj elde etmelerini sağlayan bu diziliş, bugün Real Madrid, Bayern Münih,
Dortmund, Chelsea, Manchester United, Arsenal gibi pek çok üst düzey takımın
tercihi haline geldi.
Santraforun
arkasındaki üç oyuncunun da tempolu oynaması gerektiği için, dizilişteki
değişim doğal olarak 10 numara olarak bilinen oyuncuların rollerinde de
değişimi beraberinde getirdi. Örneğin, Real Madrid’in eski 10 numarası Zidane ile
merkez kanat olarak da nitelenen yeni 10 numara Mesut Özil’in topla
buluştukları bölgeler arasında yapılacak bir karşılaştırma, oyundaki değişimin
daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır. Milli takımda Arda’nın rolü üzerine
konuşurken, bu detaya dikkat etmek gerektiği için bu değişimi ayrıca not etmek
istedim.
Milli takımın
sorunlarını tespit edebilmek için, 4-2-3-1 dizilişi üzerine bu uzunca girişe
ihtiyaç var. Girişte paylaştığım notlar, öncelikle Abdullah Avcı’nın neden bu
düzeni tercih ettiğini anlamamızı sağlayacaktır. 3-0 mağlup olarak Euro 2012’ye
gitme şansımızı kaybettiğimiz Hırvatistan maçında 4-3-3 dizilişiyle sahadaydık.
Hücum organizasyonlarımızı gerçekleştirmek için hücumda Arda – Burak – Hamit’in
etkinliğine, orta sahada da Selçuk İnan – Emre Belözoğlu’nun yaratıcılığına
güvenen düzen, oyun merkezinin rakip sahanın çok gerisinde kaldığı, hücumda
çoğalamayan bir milli takım yaratmıştı. Abdullah Avcı bunu aşabilmek için Arda’nın
merkez kanat rolüne soyunduğu ve üç skor katkısı verilen oyuncu tarafından
desteklenen bir yapıyı tercih etti. Almanya’nın 2010 Dünya Kupası’nda
kullandığı Mesut + Podolski – Klose - Müller
dörtlüsüne benzetilebilecek yeni yapı, hazırlık maçlarında Umut, Sercan ve
Burak’ın birlikte oynarlarken skora katkı vermeleriyle bizleri ümitlendirdi.
Elemelerde üç maç
sonunda 3 puanda kalmamız ise, yazın oluşan ümitlerimizi tükenme noktasına
getirdi. İç sahada Romanya’ya kaybedilen maçı, deplasmandaki Romanya veya
içerideki Hollanda maçlarında telafi edemediğimiz takdirde, üst üste üçüncü
Dünya Kupası’nı kaçıracağız. Turnuvaya bir buçuk yıldan fazla bir süre varken
içine düştüğümüz karamsar tablodan çıkabilmek için, öncelikle planların neden
tutmadığına göz atmak gerekiyor. 4-2-3-1’i mükemmelleştirme amacındaki
Nationalmannschaft’ın oyuncularının rolleri ile bizim oyuncuların rollerini
karşılaştırmak, bu konuda bize faydalı veriler sunabilir. Bu karşılaştırmayı
yaptığımda, stoperlerimizin hem oyunu yönlendirmede hem de rakibi karşılamada
güçsüz kalmalarının, Khedira – Mehmet Topal farkının ve hücum üçlümüzün top
kontrol etme, boş alan yaratma ve pas trafiğine katılmada etkisiz kalmalarının
temel farkları yarattığını düşünüyorum.
Almanya’nın
elindeki oyuncuların bireysel kaliteleri ile yapılacak bir kıyaslamadan ziyade,
elimden geldiğince oyuncularımızın biçilen rollere uygunluğunu sorgulamak
istiyorum. Bunun için de örneğin, Gökhan Gönül ile Philipp Lahm arasındaki devamlılık,
oyun temposu ve skora doğrudan etki gibi unsurlarda gözlemlenebilecek kalite
farkını, oyun içinde kendilerine biçilen benzer role uygunlukları nedeniyle göz
ardı etmek gerekiyor. Zaten bek oyuncularımız, 4-2-3-1’de kendilerine çizilen
role uygun şekilde hareket ederek bize pek problem çıkarmıyorlar. Romanya maçının
ikinci dakikasında Hasan Ali’nin Sercan – Arda ve Emre üçlüsüyle birlikte
geliştirdiği sol kanat akını, ortanın etkisizliğini bir kenara bırakırsak maç
içindeki olumlu hareketlerimizden biriydi. Arda’nın merkez kanat rolüne uygun
biçimde, özellikle sol kanadı etkili işletmesi de Hasan Ali’nin olumlu bir
görüntü vermesini sağladı.
Mehmet Topal –
Khedira karşılaştırmasında ise, özel bir rol üstlenen iki oyuncu arasındaki
kalite farkından bahsetmeden, oyunun gidişatına olan etkilerini
değerlendiremeyiz. Günümüz futbolunda kıymeti en az bilinen oyunculardan birisi
olduğunu düşündüğüm Khedira, sahadaki her çime ayak basmaya gayret eden oyun
yapısıyla Alman takımının makine düzeninde işlemesine en çok katkı yapan
oyuncuların başında geliyor. Defansta ve hücumda gerek kanat gerekse merkezden
gerçekleştirilen bütün organizasyonlarda takımının bir kişi fazla olmasını
sağlayan Khedira, defanstan orta sahaya taşıdığı topları kanatta bekleyen Mesut
ile buluşturunca görevini tamamladığına inanmayan, yeri geldiğinde stoperlerden
biriyle eşleşip rakip defans hattını ceza sahasına iterek Schweinsteiger’e,
yeri geldiğinde kanattaki oyuncu sayısını dörde çıkararak bir oyuncunun kale
çizgisine inmesini sağlayan, en az dört ciğer gerektiren bir oyun tarzına sahip.
Buna karşılık Mehmet Topal, toplu oyunda hiç görünmemesi, pas trafiğine
katılmaması, öte yandan da hücuma çıkan beklerin kademesine geçerek defansı
üçlememesi nedeniyle milli takıma katkısı oldukça sınırlı bir oyuncu
görünümünde. Topal eleme maçlarında, kendisine 4-2-3-1 düzeninde verilen role
hiç uygun olmadığının işaretlerini verdi. Hiddink’in Mehmet Topal’ı oynatmaması
ciddi bir eleştiri konusuydu; ancak onun bu performansı Hiddink’e biraz
haksızlık ettiğimizi düşünmeme yol açıyor.
Almanya’nın zaten
zirvedeki kadrosunu bir seviye daha yükselten hamle Hummels’in ilk 11’e dahil
olmasıydı. Almanya böylece fizik kalitesinden ödün vermeden defans ve orta saha
arasında bağlantıyı güçlendirmeyi başardı. Türkiye yıllarca stoperlerinin pas
yeteneğinin sınırlı olmaları nedeniyle oyun kurmakta zorlanan bir takım oldu.
Semih Kaya, bu anlamda bize nefes aldıracak bir oyun tarzına sahip. Ne var ki
Semih, Hummels gibi takımın hücumcularının topsuz koşularından fayda
sağlamasını sağlayacak oyun görüşüne sahip değil. Zaten pek çok ana sorunu olan
takımımızda Emre’nin defans orta saha bağlantısını sağlaması nedeniyle Semih’in
katkısı çok önemli görünmüyor. Buna karşılık, Semih’in stoper pozisyonu için
fizik yetersizliği, rakiplerin bire bir avantaj yakalamasına neden oluyor. Romanya
maçında Ömer Toprak da pek parlak bir performans gösteremedi; ancak Marica’nın
özellikle Semih ile eşleştiğinde takımın ileri çıkmasını çok kolaylaştırdığına,
nihayetinde skoru değiştiren hamleyi yaptığına şahit olduk.
Maçın
incelemesine dönelim. Ortalardaki isabetsizlik konusunu, Romanya’nın
stoperlerinin üstün performansını da takdir ederek inceleme altına almak
gerekir. Sorunun oyuncuların doğru alanlarda bulunmamalarından mı, ortaların
zamanlamalarının yanlış olmasından mı, yoksa topsuz koşularla rakibin dengesini
bozamamaktan mı kaynaklandığını görebilmek için, kornerle sonuçlanan bir sağ
kanat akınında oyuncuların rollerini inceleyelim. 6 kişinin aktif olarak katıldığı bu akının
hazırlayıcısı olan Emre, ara pasını Arda’nın sola koşarak orta sahayı boşaltmasına
borçluydu. Arda koşusunu ceza sahasında sağ bek ile eşleşerek tamamladı. Ortayı
yapan Gökhan Gönül de, aynı Arda’nın Emre’ye yaptığı gibi, Hamit’in sağ
kanattan sahanın ortasına yaptığı koşudan yararlandı. Umut’un ön direğe yaptığı
koşuyla birlikte Sercan da ceza sahasına girerek ikinci stoperle eşleşti. Maçın
içindeki az sayıdaki etkili hücumlarımızdan birini, hem yukarıda saydığım
etkenler, hem de oyuncularımızın hiçbirinin rakiplerine bire bir üstünlük
sağlayamamaları nedeniyle gole çeviremedik.
Almanya’nın benzer
bir aksiyonu golle sonuçlandıracağını söylemek gerçekçi olur. Bunu söylerken,
Alman oyuncuların rakiplerine kaşı bire bir üstünlüklerinden ziyade oyun
temposunu öncelikli görüyorum. Maalesef oyun ve pas tempomuzun yerlerde
sürünmesi, doğru hamlelerin hücumda beklenen sonuçları vermesinin önüne
geçiyor. Kanat akınlarında kale çizgisi hizasına bir türlü gelemememizin ve ceza
sahası dışından şut imkanları yaratmakta çok yetersiz kalmamızın ardında da bu
yavaşlık yatıyor. Pozisyon kıtlığı
yaşamamızda ise bu hantallık kadar; Sercan, Umut ve Mehmet Topal’ın pas
trafiğine hemen hemen hiç katılmamalarının da payı var. Abdullah Avcı 3 hücumcu
tercih ettiği sistemdeki sorunu görerek yeni bir pas seçeneği yaratmak için Hamit’i
ilk 11’e yerleştirmişti; ancak bu da çözüm getirmedi. Ayrıca, Hamit ile Umut’un
kanat akınlarında stoperleri paylaşamamaları, dörtlü defansı bozamamaları hücum
etkinliğimizi iyice kısıtladı.
Biz hücumda bu
kadar etkisizken, Romanya oyunun merkezindeki stoperleri ve orta saha
oyuncularının oluşturdukları hatlar orta alanı kontrol altına almayı başardı. Maçın
kilit oyuncusu ise yukarıda belirttiğim gibi Marica’ydı. Stoper ikilisini bütün
maç boyunca meşgul eden Marica, kontrol ettiği toplarla takım arkadaşlarının
defans arkası koşular yapmasını sağladı. Romanya’yı hiçbir alanda rakipten
fazla oyuncuyla karşılayamayan ve pas kanallarını kapatamayan Türkiye,
savunmada rakibine göre pozisyon alıp onların hamlelerini bekledi.
Macaristan maçı
öncesinde, zaten az sayıda alternatifimizin olduğu kadroda iyice daralma
yaşadık. Arda’nın merkez kanat rolünün alternatifi olacak bir oyuncunun
olmaması maç öncesi en ciddi sıkıntımız. Boş alan yaratmaya dayalı 4-2-3-1
düzenine tempomuz yetmediği için zaten ayak uyduramamışken, işleyen az sayıdaki
parçalardan birisinin de dışarıda kalması umutları iyice azaltıyor. Yine de, bu
maçtan çıkacak bir galibiyetin bir anda tabloyu değiştirme ihtimalinin olduğunu
aklımızda tutmamız gerekiyor. Bu eksiklikler belki, alanı genişleten kanat oyuncularına
dönmemizi ve Hamit-Emre- Nuri gibi pas alışkanlığı olan bir üçlü ile 4-2-3-1
ile 4-3-3 kırması bir düzende daha fazla şans yaratabiliriz.
Son paragrafta
başlığı neden tırnak işareti içine aldığımı açıklamak isterim. Bu yazının
başlığını 1949 yılında basılmış Türkspor dergisinden aldım. O dönem Suriye’yi
7-0 yenerek 1950 Dünya Kupası’na katılma hakkı elde eden takımımızın, Türkiye
Futbol Federasyonu Brezilya’ya seyahatin getirdiği maddi külfeti taşıyamayacağı
için turnuvaya katılamayacağı konuşuluyordu. Türkspor dergisindeki yazı, bu
sorunun çözüleceğine dair iyi niyetini belirterek sonlanıyor. Geçmiş
katılımlarımıza bakanlar, bu iyi niyetin karşılıksız kaldığını bilecektir. 63
yıl sonra bugün, Türkiye’nin en büyük ‘sektör’lerdinden biri haline gelen
futbolun federasyonunu bir para babası yönetiyor ve Suriye ile bir futbol maçı
yapma ihtimalimiz Kaf Dağı’nın ardında. Soru ise her nasılsa aynı kalmış. Ben
de o gün yazılan yazının iyi niyetine sadık kalarak “Hayır, gidiyor” demek
istiyorum. Umarım milli takımımız da böyle düşünüyordur.
Not: Fotoğraflar ntvspor.net internet adresinden alınmıştır. 4-2-3-1 ve futbol hakkındaki pek çok bilgi için zonalmarking.net adresi referans olarak kullanılmış ve kullanılacaktır.
7 Ekim 2012 Pazar
Doğu - Kardeş Türküler
Doğu tabiri Türkiye'de, Ankara sınırına teğet çizilen
dikey bir çizginin sağında kalan Türkiye topraklarını belirtir. Yüzyıllardan
beri dini, mezhepsel, özellikle son yüzyıl içinde de ulusal, etnik ve sınıfsal
iktidar ihtirasları nedeniyle bölgede yaşanan faciaların toprak altına
gömülmeye çalışılması, bahsettiğim görünmez sınıra, ülkenin tarihi ve politik
gerilimlerini yüklenmiş bir fay hattı niteliği kazandırmıştır. François
Georgeon, milliyetçiliğin harita üzerinde kabaca sınırlar çizmeden önce, bireyler arasında görünmez ve acı verici
sınırlar çizdiğini belirtir. Doğu tabiri, Türkiye’de bu görünmez sınırın
varlığını açık eder. Bu sahte sınırı ortadan kaldırabilmenin umudunu ve inancını
taşıyan Kardeş Türküler grubunun bugüne kadar albümlerine verdikleri tek lokal
ismin “Doğu” olması, haliyle bu albümü mevcut arka planı da göz önünde
bulundurarak değerlendirmeyi gerekli kılar.
Kardeş
Türküler’in albümünün adı üzerine düşünürken; Doğunun Türkiye tarihinde,
Cumhuriyetten çok önce ortaya çıkan bir başka büyük kırılmanın adı olduğunu
unutmamak gerekir. Edward Said Doğu’yu, ötekini tespit edebilmek için ‘Batı’nın
ürettiği, manipülasyona açık bir kavram olarak görür. Oryantalizmin genellemeler,
klişeler ve ötekileştirmeler üzerinden kurduğu Doğulu kimliği, sayılamayacak
kadar çok sayıda birey için kolektif bir kimlik oluşturmanın ne kadar sorunlu
olduğunu gözler önüne serer. İslam hukuku, Çin diyalektleri ve Hindu dinleri
gibi birbirinden bağımsız konuları aynı kefeye koymanın anlamsızlığını bir
kenara koyarsak, sorunun özünde kendini Batılı gören toplumların, Doğu üzerinde
kurdukları hegemonyayı meşrulaştırma amaçlarının yattığını görürüz.
İki sıradan
coğrafi terim arasında onulmaz bir ikilemin varlığı, ülkemiz düşünürleri
arasında da sıkça dile getirilmiştir. Bu iki ayrı dünya arasında gidip gelme
durumunun yarattığı tekinsizlik, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Şark’ı “hem şifasız
hastalığımız hem de tükenmez kudretimiz” olarak tanımlamasına yol açmıştır. Öte
yandan Nazım Hikmet, Şark imgesi altında yatan emperyalist niyetleri ön plana
çıkarmayı tercih ederek, oryantalistlerin kültürel tahakkümüne başkaldırır.
“Bin bir yaşında bir şah, gümüş tepsilerde raks eden sultan ve burunları kınalı
kadınların ayaklarıyla gergef dokudukları Şark” imgesi yaratarak hayal satma
peşindekileri, Piyer Loti’nin şahsında eleştirdikten sonra, kendi gördüğü
gerçekleri şu dizeleriyle duyurmaya başlar:
“Şark
üstünde çıplak
esirlerin
aç geberdiği toprak!
Şarklıdan başka herkesin
orta malı olan memleket!
Açlığın kıtlıktan olduğu diyar!”
Doğu albümü,
sadece ismiyle Türkiye tarihinin iki büyük kırılmasına değinmekle kalmaz.
Albümdeki türküleri bir araya getirdiğimizde, grubun esas amacının bu ana
kırılmaların dallanıp budaklanarak, bir noktadan sonra da iç içe geçerek toplum
içinde yarattığı tahribata dikkat çekmek olduğu anlaşılır. Albümün tanıtım
yazısında, müzikal tahribata yol açan tehlikenin; Anadolu, Mezopotamya ve komşu
bölgelerin müziklerinin homojenleştirilmesi olduğu iddia edilir.
Homojenleştirme işleminin ‘soft’ format ve kibar bir Türkçe ile yürütüldüğüne
değinilen yazıda, etnik ve bölgesel-kültürel farklılıkların şablon düzlem
içinde eritilmesinin hedeflendiği vurgulanır. Yazının içerdiği bu tespitler,
Doğu isminin çağrıştırdığı iki kırılmanın ayrı ayrı yarattıkları tahribatların
nasıl aynı kökenden geldiğini de gözler önüne sermektedir.
Aristo, ortak
iyiyi beslemek niyetiyle insanların düşünce karakterini şekillendirmenin ve
onları daha iyi insanlar haline getirmenin gerekli olduğunu savunur. Bu düşünce
hem tek tanrılı dinlerin, hem de modernleşmenin merkeze alındığı
ulus-devletlerin ideolojilerini belirleyici rol oynamıştır. Bu ideolojilerin,
mutlak iktidar hedefiyle hemen her alanda kendi doğrularını yerleştirmek için
başlattığı hareketler, ister istemez toplum içinde iktidarı tehdit eden ötekileri de yaratır. Kardeş
Türküler’in şikâyet ettiği ‘soft’ format ve kibar Türkçe, ‘kulak tırmalayan,
şiveli sesler çıkaran’ ötekini dışlayan kültürel hegemonya hareketini örnekler.
Dışlamanın amacı ise, ortak iyiye götüren şablonlar içinde ötekini eritmek, ona
egemen olmak ve nihayetinde tehdidi ortadan kaldırmaktır.
Tarihin tebeşir
izlerini silerek yeniden yazmaya başlayabileceğimiz bir karatahta olmadığını
belirten Edward Said, çeşitli insanlar, diller, tecrübeler ve kültürler
barındıran coğrafyayı yarı-mitik hikâyelerle tektipleştiren Oryantalist anlayışa
karşı çıkar. Ne var ki, toplumları hafızasız bırakmak, egemenlerin tahakküm
kurmanın aracı olarak sıkça başvurdukları bir yöntemdir. Hafızasız bırakmanın
etnik, dini ve sınıfsal farklılıkları yok edeceği sanrısı, Türkiye’de
Oryantalist söylemleri kendi Doğu’su için kullanan bir hâkim söylem
oluşturmuştur. Kardeş Türkülerin albüm yazısında eleştirdikleri, türkülere turist
zihniyetiyle ve arkeolojik bir hevesle yaklaşmanın özünde yatan bu hafızasız
bırakma politikasıdır. Hafızasız bırakma kültürel dışlamanın, kültürel dışlama da
toplum dışı bırakmanın içselleştirilmesini sağlamaktadır.[1]
Kardeş Türküler
grubu Doğu albümüyle kurulmak istenen kültürel hegemonyanın karşısında
durmaktadır. Grup, kolektif bir kimlik yaratmak amacıyla türküleri bir kalıba
sokmak yerine, çeşitli insanlar, diller, tecrübeler ve kültürler barındıran bu
coğrafyanın hazinelerini birlikte yaşamı ön plana çıkararak bir araya getirmeyi
tercih etmiştir. Karacaoğlan'ın, Aşık Mahzuni Şerif’in eserlerine yer verilmesi,
Yaşar Kemal’in “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana” eserinden bir bölümün Yezidileri
tanıtmak için kullanılması, kültürel mirasa sahip çıkmanın bir ayağını
oluşturur. Kürtçe, Arapça, Ermenice, Süryanice,
Türkçe eserlerin bir arada okunması ve Alevilerin, Yezidilerin bu kompozisyona dâhil
edilmeleri, ortak mirasımızın çok kültürlü yapısını gözler önüne serer.
Charles Taylor, bünyesinde
bir kültürün üstünlüğüne dair hiyerarşik anlayışı barındırdığı için hoşgörünün
yerine saygının konulması gerektiğini ifade eder. Kardeş Türküler farklı etnik
kültürlere ait türküleri bir araya getirerek ortak bir söylem oluşturmuş, bu
sayede “sen git bir köşede türkülerini söyle; ama benim egemenlik alanıma müdahil
olma” anlamına gelen hoşgörü söyleminin bir kenara bırakıldığını, karşılıklı
saygı ve tanınmanın öncelikli olduğunu göstermiştir. Albüm bir bütün halinde, mevcut
gerilimleri aşmak için inkârın terk edilmesinin ve hakikatlere dayalı bir
yüzleşmenin önemini duyurmaktadır.
Bu noktada,
yalnızca farklı kültürleri temsil eden türküleri bir araya getiren; ama bir
araya gelen türkülerin bütünlükten uzak şekilde daldan dala atladığı yanılgısına
düşmemeli. Tarihsel gerilim noktalarının üzerinde dolaşan albümün, taşıdığı
sorumluluğunun hakkını fazlasıyla verdiğini gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.
Albümün açılış
parçası olan Dargın Mahkum, umudun ve kederin iç içe oluşturdukları duygusal gerilimin
üzerine inşa edilmiştir. Aşık Mahzuni Şerif’in eserinin ardında yatan gerilimi
açığa çıkarmanın Kardeş Türkülerin bilinçli bir tercihi olduğu, albüm yazısında
da ifade edilmiştir. Nevruz Türküsü’nün coşkunluğu da, aşkın ve yitirme
korkusunun geriliminden kaynaklanır. De Bila Beto’nun “ıssızlığın içinde bir
gülüm, kaldım kışın ortasında” sözleri, coğrafyanın kaybolan oğullarına yakılan
bir ağıttır. Dersim Alevilerinin Dile Mi Sevda türküsü de ortak bir temayı
içerir, evlat acısını anlatan babanın imdadına ise Hızır yetişir. Ermeni
türküsü Bingöl’ün “Ben göçmenim, bu yerlerin yabancısıyım” sözleri, yüzyıla
yaklaşan bir sürede coğrafyada acıların hala bitmediğini bize hatırlatır.
Kerwane’nin hareketli ritmleri, atıl Doğu imgesini yalanlamakla kalmaz, Yezidiler
üzerinden bölgenin bitmek bilmeyen göç hikâyeleriyle bizi gerçeklerle
yüzleşmeye çağırır. Böylelikle, yaşanan acıların bir arada olmanın önünde engel
olmadığı; ama karatahtada geçmişin tebeşir izlerini silerek barışa kavuşmanın imkânsız
olduğu anlaşılır.
Özetle Doğu
albümü, ortaklaşa biriktirilen kültürel mirası sahiplenmesiyle geçmişe; bir arada
olmanın, çoksesliliğin imkânını bize tekrar hatırlattığı için geleceğe referans
olmayı başarır. Kardeş Türküler; etnik, dini ve sınıfsal dışlamaların
karşısında yer alarak sadece bir ekonomik üretim ve paylaşım sistemi önermeyen,
aynı zamanda inanç, felsefe, kültür, moral-ahlak ve idealler üzerinden
şekillenen sol söylemin barış dilini oluşturacağını bizlere gösteriyor. Doğu
albümünün ruhuna inanmak, adaletsizliğe karşı son kalemizin
hümanizma olduğunu hatırlayarak yeni söylemler geliştirmemizi sağlayacaktır.
Kaynakça
François Georgeon - Osmanlı-Türk Modernleşmesi
Kardeş Türküler - Doğu Albümü Tanıtım Yazısı
Edward Said - Orientalism
Ahmet Hamdi Tanpınar - Huzur
Nazım Hikmet - Piyer Loti
Charles Taylor - Çokkültürcülük: Tanınma Politikası
[1] Türkye’de
devlet hegemonyası kendine İslami tonda yeni bir dil yaratırken,
homojenleştirme tutkusundan vazgeçilmediğine, Alevi-Bektaşi kimliğinin
temsilcilerinden Neşet Ertaş’ın cenaze töreninde üzüntüyle şahit olduk. Bunu da
bir dipnot olarak düşmek gerekir.
15 Eylül 2012 Cumartesi
Neden Blair'i Geri Çevirdim
Amerika Birleşik
Devletleri ve Büyük Britanya’nın, Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğunu
yalanına dayanarak 2003 yılında Irak’ı işgal etmelerinin ahlaksızlığı dünyayı,
tarihteki diğer tüm çatışmalardan daha fazla istikrarsızlaştırdı ve kutuplaştırdı.
Yaşadığımız
dünyanın gittikçe çoğalan karmaşık iletişim, ulaşım ve silah sistemlerinin; küresel
dünyayı bir araya getirecek bilge liderliği gerektirdiğinin farkına varmak
yerine, o zamanki ABD ve Büyük Britanya liderleri oyun bahçesi kabadayıları
gibi davranıp bizleri birbirimizden daha da uzaklaştırdılar. Bizleri şu anda bulunduğumuz,
önümüzde İran ve Suriye’nin hayaletlerinin bulunduğu uçurumun kenarına
sürüklediler.
Eğer liderler
yalan söyleyebilirse, o zaman gerçeği kim söylemeli? George W Bush ve Tony
Blair Irak’ın işgalini emretmen günler önce, Beyaz Saray’ı aradım ve o zaman
ulusal güvenlik danışmanı olan Condoleezza Rice ile; Birleşmiş Milletler silah
denetçilerine, Irak’ta kitle imha silahlarının varlığını doğrulamak veya
yalanlamak için biraz daha fazla zaman verilmesini istemek için konuştum. Eğer
böyle silahların varlığını doğrularlarsa, bu tehdidi ortadan kaldırmak için
hemen hemen bütün dünyanın desteğini alacaklarını iddia ettim. Sayın Rice buna
itiraz etti ve çok fazla risk olduğunu, bu nedenle başkanın kararı daha fazla
erteleyemeyeceğini söyledi.
Hangi
gerekçelerle Robert Mugabe’nin Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne gitmesi
gerektiğine, Sayın Blair’in uluslararası konuşmacılar arasına katılmasına,
Usame Bin Ladin’in öldürülmesine; ancak Irak’ın da kitle imha silahları
barındırdığı için değil de Saddam’dan kurtulmak için işgal edilmesi gerektiğine
karar veriyoruz?
Irak’ı,
tartışmasız bir despot ve katil olan liderinden kurtarma kararının bedeli, başta
Irak olmak üzere herkes için şok edici oldu. Iraq Body Count project’e (IBC)
göre geçtiğimiz yıl, intihar saldırıları ve bomba yüklü araçlarla gün başına
ortalama 6,5 insan yaşamını yitirdi. 2003’ten bu yana süren çatışmalar, 110.000’den
fazla Iraklının ölümüne ve milyonlarca insanın yerlerinden edilmelerine neden oldu.
Geçtiğimiz yılın sonuna kadar geçen sürede,
4.500’e yakın Amerikan askeri öldürülmüş ve 32.000’den fazlası da
yaralanmıştı.
Terörist
saldırıların gerçekleşme potansiyeli azaldı mı? Sözü geçen Müslüman ve
Yahudi-Hristiyan dünyalarını birbirlerine yaklaştırmakta, anlayış ve umudun
tohumlarını ekmekte ne ölçüde başarılı olduk?
Liderlik ve ahlak
birbirlerinden ayrılamazlar. İyi liderler ahlakın muhafızlarıdırlar. Soru
Saddam Hüseyin’in iyi mi kötü mü olduğu veya kaç insanını katlettiği değildir. Sayın
Bush ve Sayın Blair’in kendilerini onun (Saddam’ın) ahlaki seviyesine düşürmemeleri
gerekirdi. Eğer liderlerin bir yalana dayanarak şiddetli eylemelere girişmeleri
ve bu yalan ortaya çıktığında bir onaylama veya özür belirtmemeleri kabul
edilebilirse, çocuklarımıza ne öğreteceğiz?
Benim Sayın Blair’den
ricam, liderlik üzerine konuşmak yerine onu sergilemesidir. Bizim ailemizin,
Tanrı’nın ailesinin bir üyesisiniz. İyilik, dürüstlük, ahlak ve sevgi için
yaratıldınız. Aynı, Irak’taki, ABD’deki, Suriye’deki, İsrail ve İran’daki
kardeşlerimiz gibi.
Geçtiğimiz hafta
Johannesburg’da düzenlenen Discovery Invest Liderlik Zirvesi’nde bu tartışmayı
yürütmeyi uygun bulmadım. Zirve tarihi yaklaştıkça, Sayın Blair ile “liderlik”
üzerine bir zirveye katılmak konusunda derin bir rahatsızlık hissettim.
Discovery’e, zirveyi düzenleyenlere, konuşmacılara ve delegelere, katılmama
kararımın gecikmesi nedeniyle naçizane ve içten özürlerimi sunarım.
Desmond Tutu (Nobel
Barış ödülü sahibi eski Cape Town Başpsikoposu)
Not: Bu yazı, Guardian Weekly gazetesinin 07.09.2012 tarihli sayısından alınnmıştır.
14 Ağustos 2012 Salı
A Milli Takım: Kilit Merkezde
Almanya’da sezon öncesi hazırlık turnuvası olan Liga
Total Cup, HSV’nun kuruluşunun 125. yılı şerefine Hamburg’da düzenlenince, Bundesliga’nın
zirve kulüplerini ve Shaqiri ile Reus gibi yeni transferleri görme şansı
yakaladım. Turnuvadaki herhangi bir takımı desteklemediğim için gömlek-kot gibi
günlük bir kıyafetle yola çıkıyordum ki, gömleğimin yeşil ağırlıklı olduğunu
fark edince duraksadım. Kuzey’in birbirine yakın iki şehri Hamburg – Bremen arasındaki
rekabetin kuzey derbisi olarak adlandırılmasından ötürü, yeşil bir gömleğin ev
sahibi takımın taraftarlarına sempatik gelmeyeceğine inandım ve üstümü değiştirerek
maça gittim.
Hikayenin devamını tahmin etmek zor değil: Dortmund,
Münih, Bremen, HSV taraftarları yan yana bira içip muhabbet ederken, rengarenk formalı
çocuklar ve kimi zaman çocuğununkinden farklı bir takımın formasını giyen
annelerin ailece gelinen bir Pazar eğlencesine dönüştürdükleri bir stadyum.
Kimi zaman atışmalar, çok çok “Scheiss Bremen” yazılı atkılarını Bremenlilere
gösteren Nordtribun sakinleri, etrafta üç beş tane polis. Neyse, derdim lafı
buradan Erzurum’a getirip sözüm ona “medeniyet” dersi vermek değil; zira
Türkiye’de vahşi kapitalizmin daha çok para kazanmak, daha çok forma satmak,
daha çok dekoder aldırmak için sürekli sıcak tutmaya gayret ettiği nefret
odaklı pazarlama sistemini görmemek için kör olmak lazım. Yine de, Türkiye’de
futbola dair yazı yazmak için gönülsüz olmanın ardında, şiddetten hemen hemen
arınmış daha iyi bir düzenin (pazarlama düzenine tabi olsa dahi) mümkün olduğunu bilmenin getirdiği hüznün
yattığını ifade etmek istedim.
En iyisi bu mevzuları bırakıp, Shaqiri ve Reus ile
yeni bir sayfa açmak ve oradan milli takıma dönmek. Ön liberolar ve 4-3-3
düzeninin yaygınlaşmasıyla etkinliği sınırlanan 10 numaralar, esasen 4-4-2
sistemindeki kanat oyuncularının ileri çıkması ve bir forvetin orta sahaya
yaklaşmasıyla evrimin son halkası olarak ortaya çıkan 4-2-3-1 ile görkemli bir geri
dönüş yaptı. Bu yeni düzende en ciddi dönüşüm de 10 numaranın tarifinde
yaşandı. Rakip savunmaların pozisyonunu bozmak ve kilit alanlarda boşluk
yaratabilmek için gittikçe hızlanan oyunda, çok yönlü hücumcuların gittikçe
daha fazla önem kazandığını görüyoruz. Yeni düzende 10 numaraların sadece orta
alandaki değil, kanatlardaki boşlukları da kullanmaları, zaman zaman orta
sahadaki alanı boşaltarak orta ikilideki oyun kurucuya alan açmaları ve oyunun
temposuna ayak uydurabilmeleri bir zorunluluk halini aldı. Mesut Özil’in
kanatlarda topla buluşup rakip kanat savunmacılarına karşı 3’e 2 üstünlük
yarattığı ve Schweinsteiger’in merkezde boşaltılan alanı kullandığı
Nationalmannschaft 4-2-3-1’i bu yeni oyunu iyi örneklemekte. Shaqiri ve Reus
henüz Mesut’un hassas pas yeteneğine erişemeseler de, çabukluklarıyla hem kanatları
hem de orta sahayı işletmeleri ve çerçeveyi bulan sert şutları ile yeni 10
numaranın portföyünü gittikçe genişletiyorlar.
Abdullah Avcı ile Milli Takım’da yaşanan değişimin kilidi de bu yeniden
tanımlanan 10 numara pozisyonunda gizli. İBB gibi taraftar desteğinden yoksun
bir takımda sessiz sedasız işleri yürüten teknik direktör, Hiddink’in bir türlü çözemediği hücumda
çoğalma ve alternatif golcüler çıkarma sorununu, Arda Turan’ı merkeze kaydırıp
kanatta ikinci bir forvet nitelikli oyuncu ekleyerek aşmayı hedefliyor. Temel planda, Arda merkez kanat oyuncusuna benzer
bir rol oynayarak hücumun şekillendiği kanatta sayısal üstünlük yaratmaya
çalışırken, diğer kanattaki açık oyuncusu ceza sahasına girerek hücumcu
seçeneklerini çoğaltacak. Arda da; Reus, Shaqiri, Mesut gibi oyuncuların gün
geçtikçe genişlettikleri on numara portföyüne ne kadar uyum sağlarsa,
takımımızın başarılı sonuçlara ulaşması o kadar kolaylaşacaktır. Havuzda, Arda’nın
bu yeni rolüne alternatif olmaya en yakın isim olan Mehmet Ekici’nin milli
takıma çağrılmaması bu anlamda ilginçti. Sanıyorum Abdullah Avcı onu orta
sahanın ortasındaki alternatiflerden birisi olarak değerlendiriyor ve bu
bölgedeki şişkinlik nedeniyle Mehmet’i tercih etmedi. Mehmet Ekici’nin bu sezon
Bremen’de 4-3-3’ün ortasında oyun kurucu olarak görev alacağını ve Liga Total
maçında Dortmund’a bir gol atarak sezona hazır olduğunu gösterdiğini de merak
edenler için not düşelim.
Daha önce önem sırasına göre yazdığım havuzu,
artık pozisyonlara göre düzenlemeye karar verdim. Oyuncuların farklı pozisyonlarda
oynayabildikleri ve değişen sistemlerin, yukarıda belirttiğimiz merkez kanat
oyuncusu gibi yeni görevler üreterek klasik pozisyonları sürekli
çeşitlendirdiği gerçeğine karşın, incelemeler için klasik pozisyonlara dayalı
listelerin hala daha aydınlatıcı olduğuna inanıyorum.
Kaleciler
Kadrodakiler: Volkan Demirel (FB), Tolga Zengin (TS),
Mert Günok (FB), Cenk Gönen (BJK)
Havuzdakiler: Sinan Bolat (Standard Liege)
Sol Bek
Kadrodakiler: Hasan Ali Kaldırım (FB), İsmail
Köybaşı (BJK)
Havuzdakiler: Hakan Balta (GS)
Stoper
Kadrodakiler: Semih Kaya (GS), Bekir İrtegün,
Egemen Korkmaz (FB), Ömer Toprak (Leverkusen)
Havuzdakiler: Eren Güngör (Kayseri), Giray Kaçar
(Trabzon), Serdar Kesimal (FB), Serdar Aziz (Bursaspor – U21)
Sağ Bek
Kadrodakiler: Gökhan Gönül (FB)
Havuzdakiler: Serdar Kurtuluş (Gaziantepspor)
*Gökhan Gönül’ün sakatlığında Hamit Altıntop sağ
bekteki ilk alternatif olarak görünüyor.
Defansif Orta Saha
Kadrodakiler: Mehmet Topal (FB)
Havuzdakiler: Selçuk Şahin (FB)
Orta Saha
Kadrodakiler: Selçuk İnan (GS), Emre Belözoğlu (A.
Madrid), Nuri Şahin (Real Madrid)
Havuzdakiler: Mehmet Ekici (Werder Bremen), Soner Aydoğdu (TS)
Kanat
Kadrodakiler: Caner Erkin (FB), Gökhan Töre (Rubin
Kazan), Sercan Sararer (Fürth), Hamit Altıntop (GS)
Havuzdakiler: Olcan Adın (TS), Olcay Şahan (BJK)
Ofansif Orta Saha
Kadrodakiler: Arda Turan (A. Madrid), Kerim Frei
(Fulham)
Havuzdakiler:
Engin Baytar (GS), Alper Potuk (Eskişehirspor – U21)
Forvet
Kadrodakiler: Burak Yılmaz, Umut Bulut (GS),
Mustafa Pektemek (BJK), Mevlüt Erdinç (Rennes), Tunay Torun (Stuttgart)
Havuzdakiler: -
Kaynak: zonalmarking.net - "How the 2000s changed tactics" serisi
12 Ağustos 2012 Pazar
Hey, Siz Yukarıdakiler
ABD'li eski kısa kulvar koşucusu John Carlos, 67, ile günümüzün sporcuları ve 1968 Mexico City Olimpiyatı'ndaki meşhur protestosu üzerine.
SPIEGEL: Londra Olimpiyatları’nda atletlerden
politik hareketler bekliyor musunuz?
Carlos: Umarım, madalyanın ışıltısının gözlerini
kamaştırmasına izin vermeyen sporcular bulunur. Açlık, AIDS ve cehalete dikkat
çeken işaretlerin hepsini görmek isterim. Hastalıklar bundan dolayı
iyileştirilemez, savaşlar sona ermez. Saf değilim. Ama Olimpiyatlardaki
atletler, bütün dünyada milyonlarca insanın takip ettiği yarışmalarda bir diyaloğu
başlatabilirler.
SPIEGEL: Neden sporcular politik veya toplumsal
konular hakkında çok seyrek görüş bildiriyorlar?
Carlos: Profesyonelleşme ile birlikte pek çoğu çok
iyi kazanmaya başladı, böylece varoluşsal problemlerle bir ilgileri kalmadı.
Ayrıca profesyonellerin nasıl davranacaklarını belirten kontratları var.
Tereddütlü durumlarda çenelerini kapıyorlar.
SPIEGEL: 1968’de Mexico City’de 200 metre yarışında
üçüncü oldunuz. Tommie Smith ile birlikte madalya töreninde siyah bir eldiven
giyerek ve yumruğunuzu gökyüzüne doğru kaldırarak, ABD’deki siyahlara karşı
ayrımcılığa dikkat çektiniz. Neden bu hareket spor tarihinde bugüne kadarki en
meşhur protesto?
Carlos:
Çünkü bu hareket Afrika kökenli Amerikalıların çıkarlarından daha fazlasını ifade
ediyor. Biz insaniyet talep ettik. Hemen her çatışma, yukarıdaki insanların
yönetmesi ve aşağıdakilerin onlara uymak zorunda kalmasıyla şekilleniyor. Bizim
hareketimizin evrensel bir mesajı vardı: “Hey, siz yukarıdakiler! Bir gözümüz
üstünüzde.”
SPIEGEL: Protesto eyleminin ardından ABD takımından
kovuldunuz, ölüm tehditleri aldınız, daha sonraları bir benzin istasyonunda
çalışmak zorunda kaldınız. Hiç bu hareketinizden ötürü pişman oldunuz mu?
Carlos: Ondan sonraki dönemde suçlu ilan edildim. En kötüsü, ilk eşimin bu nedenle hayatını kaybetmesidir. (wikipedia notu: John Carlos’un eski eşi 1977 yılında intihar etti.) Her şeye karşın, bu hareketimiz gerekliydi. Çok çalkantılı zamanlardı: Vietnam savaşı, Martin Luther King’in öldürülmesi, vatandaşlık hakları hareketi. O zamanlar haksızlığa karşı başkaldırmak için iyi nedenlerimiz vardı. Aynı bugün olduğu gibi: Geçen Ekim ayında New York’taki Occupy Wall Street hareketinde diğer insanlarla birlikte gösterilere katıldım.
Fotoğraf: http://en.wikipedia.org/wiki/1968_Olympics_Black_Power_salute
(Tommie Smith ve John Carlos'un protestosu hakkında daha fazla bilgi için linke tıklayabilirsiniz.)
9 Ağustos 2012 Perşembe
Tenha Olsun
- Ne düşünüyorsun?
- Sinemaya gidenlerde ortak bir duygu olduğunu düşünüyordum, dedi. Film görmeye gelenlerde elbet. Çünkü bu salon başka amaçlar için de kullanılıyor. Yağmur dininceye dek beklemeye, ısınmaya, uyumaya, yanına oturacak tanımadığı bir kadına ya da erkeğe sürtünmeye gelenler çoğu. Localar var, ucuz randevu evi odacıkları. Arka sıralarda öpüşmeye gelenler var. Salt film görmeye gelenler salon tenha olsun isterler. Yanlarındaki koltuğun sahibi olup olmadığı sorana kızarlar. Gürültü olmasın, öksüren, konuşan, gülüşen olmasın isterler. Sinemanın güzel sanatlardan biri olduğuna en büyük kanıt bence bu. Ama olmadığına da bu. Çünkü her zaman gülen, öksüren, sümküren bulunur.
- Biliyor musun, yanıma mendil almayı unutmuşum. Ya burnum akarsa?
Aylak Adam - Yusuf Atılgan
1 Ağustos 2012 Çarşamba
The Dark Knight Rises: Sürünün Demokratik Çobanı
Aksiyon – Macera, 1980’lerde ABD’nin neo-liberal
ve küreselleşme yanlısı olarak bilinen politikalarının dünyadaki belirleyici
rolüne paralel olarak Hollywood sinemasının ana akım sinema türü haline
gelmiştir. Aksiyon – Macera türünün genel kabul görmesini sağlayan ilk örnekleri,
1970’lerde Star Wars, Jaws ve Indiana Jones gibi “blockbuster” filmleri üreten
Spielberg – Lucas ortaklığı vermiştir. Terminatör, Rambo gibi türün en bilindik
örnekleri ise, askeri yayılmacı politikalarla dünya sahnesine yeniden çıkmayı
hedefleyen Reagan ve Bush dönemlerinde ortaya çıkmıştır.
Aksiyon – macera filmleri, Vietnam’ın getirdiği psikolojik bunalım ve
ABD’nin vaat ettiği özgürlük hayallerinin boşa çıkmasının getirdiği hüsran
üzerine sistemi eleştirmeye başlayan Yeni Hollywood filmlerinin gözden düşmesinin
ardından, sinemaya egemen olur. Bu filmlerin temel işlevi ise, mevcut düzeni
korumak adına kahramanca eylemler etrafında bir hamaset söylemi yaratarak,
sistemin değişmezliğine olan inancın pekiştirilmesini sağlamaktır. İyi ve kötünün keskin hatlarla ayrıldığı bu
tip filmlerde, düşmanlar Batı kamuoyunda politik olarak itibarsızlaştırılmış
görüşlerin temsilcileridirler. Bazen politik bir kimliğe sahip olmayan bir
köpekbalığını veya uzaylıyı esas düşman olarak görürüz; ama özünde bunların da
politik düşmanlar olarak görülen Naziler ve Komünistlerden pek farkları yoktur.
Önemli olan, bu düşmanların yasalara ve hukuka gerek duyulmayacak şekilde
cezalandırılmalarının mubah olduğu izlenimini yaratmaktır. Bu filmlerde
yaratılan hızlı kurgu ve sürekli şiddet görüntüleriyle panik yaratma taktiği,
uluslararası hukuka aykırı olarak Irak’ın işgal edilmesi sırasında medya
tarafından da keyifle kullanılacaktır.
Irak Savaşı’na sonradan döneceğimiz için şimdilik
araya bir virgül koyalım ve Aksiyon – Macera türünün tanımı üzerinden devam
edelim. Steve Neale, aksiyon –macera türünü incelediği yazısında, bu tür
filmlerin beş ana özelliğinden bahsetmektedir: Olağanüstü fiziksel eylemlere
olan eğilim, kavgalar içeren hikaye yapısı, kovalama ve patlamalar, teknolojinin
eriştiği son seviye sayesinde üretilen özel efektler ve atletik özelliklerin ve
hünerlerin vurgulandığı performanslar. Bu beş özelliğin hepsini içinde
barındıran, hatta filmi esas olarak bu özellikler üzerinden pazarlayan
Christopher Nolan’ın son filmi The Dark
Knight Rises üzerine bir değerlendirme yaparken, türün 80’li yıllarda
ortaya çıkıp günümüze kadar süregelmiş politik arka planını, bir altıncı temel
özellik olarak ele almak zorunludur.
Aksiyon filmlerinin politik içeriği mevcut düzene
destek sağladığı için, bu filmler “bu yalnızca bir film” cümlesiyle
belirginleşen bir tür dokunulmazlığa sahip olagelmişlerdir. Özellikle süper
kahraman filmlerinde, anlatılanın içeriğinin, hikayenin nasıl anlatıldığının
pazarlanması sırasında kaybolup gittiğini görürüz. Nolan’ın 2008 tarihli The
Dark Knight filmi, süper kahraman filmlerine içerik kazandırma çabasıyla diğer
filmlerden ayrılır.
Nolan, işe hikayenin temel unsurları olan zaman ve
mekanı düzenleyerek başlar. Gotham City adında, gerçekte var olmayan bir mekanı
olabildiğince gerçeğe yakın olarak gösterir ve bunun için, küreselleşmeyi de
yansıtır biçimde kahramanını var olan diğer dünya şehirlerine göndermeyi ihmal
etmez. Zamanı da seyircinin içinde yaşadığı döneme denk getirerek gerçeklik
duygusunu pekiştirir. Hikayenin ciddiye alınması için attığı bir diğer adım,
ana karakteri arka plana alarak, gelişen olayları baş köşeye yerleştirmektir.
Filmin pazarlaması yine kafa karıştırıcı hızda ilerleyen kurgusu; patlayıcılar,
kovalamacalar ve kavga sahneleri, beden fetişizmi ve görsel efektler üzerinden
olacaktır. Ancak; filmin afişine yerleşen “Kuralların olmadığı bir dünyaya hoş
geldiniz (welcome to a world without rules)” ibaresi, filmin bütün bu olağandışı
aksiyon filmi numaralarından olduğu kadar, izleyicinin bugününe dair bir
korkudan da beslendiğini göstermektedir. Bahsi geçen sanal dünya, izleyicinin
içinde yaşadığı dünya ile olan bağını koparmayacak şekilde kurgulanmıştır.
Filmin çekiciliğinin çekirdeğini oluşturan bu
korkunun kaynağında, 11 Eylül saldırılarının ardından savaş ilan edilen terör
kavramı vardır. Serinin ilk filmi olan Batman Begins, batıyı yok etmek adına
bir terör örgütü kuran doğuluları içermektedir. Konu böylelikle tam da Bush
döneminde algı yönetimiyle oluşturulan yabancı düşmanlığının üzerine
konumlanır. 2008 yılına geldiğimizde ise, Bush yönetiminin Irak savaşına
girerken halkına gerek teröristler gerekse nükleer silahlar hakkında alenen
yalan söylediği ortaya çıkmış, ABD’nin dünyadaki imajı dibe vurmuştur. İkinci
Dünya Savaşı’ndan bu yana kendisine dünyanın polisi olma rolünü biçen ABD,
suçlu ilan ettiği Saddam’ın işini bitirmiş; ancak demokrasi vaadiyle gidilen
ülkeyi içinden çıkılmaz bir kaos teslim almıştır. Guantanamo’daki hukuk dışı
uygulamalar ve nedensiz savaşın toplumu sürüklediği bunalım, aksiyon – macera
türünde ilk defa bir sorgulamayı da beraberinde getirir.
Nolan, The Dark Knight filminde, süper kahraman
Batman üzerinden ülkenin içinde bulunduğu ruh halini sorgulamaya girişir. Şehrin
adalet sağlamakla yükümlü kurumlarının çürümüşlüğü nedeniyle çözemediği
sorunları gönüllü olarak çözmeye girişen Batman, sahip olduğu üstün kahramanlık
erdemleriyle uyuşturucu kaçakçılarını, katilleri vs. yakalasa dahi, anarşinin
hakim olmasının önüne geçemez. Joker’in sosyal deneyi, güvenlik tehdidi altında
demokratik kararların insanları öldürebilecek kararlara yol açabileceğini
doğrular. Bu tip cinayetlerin önüne geçecek olan ise bireylerin erdemli
davranışlarıdır. (Kimse karşıdaki gemiyi patlatacak olan butona basma
sorumluluğunu üstlenemez.) Katil olan resmi görevlinin kahraman, şehri kurtaran
yasadışı kahramanın katil gibi gösterilmesi, halkın yararına tercih edilirken,
akıllara bir yalan üzerine inşa edilen 5 yıllık savaşın gelmesi kaçınılmazdır.
The
Dark Knight filminde
çekilen karamsar fotoğrafın ardından geçen 4 yıl içinde, Amerikan politikasında
ciddi değişikler yaşanmıştır. Ellerine bulaşan tonlarca kanın inkar edilememesi
nedeniyle söylemini yenileme ihtiyacı hisseden neo-liberal düzen, siyahi bir
başkan seçiminin her kesimden insanın sistemin zirvesine tırmanma şansı
olduğunu vurgulayarak işe başlar. Ne var ki; sağlık reformunun hayata
geçirilmesinde yaşanan zorluklar, ekonomik kriz, terörist şüphesiyle elde delil
olmadan tutuklama yapma imkanının olduğu Guantanamo sisteminin sona
erdirilememesi gibi sorunlar, bu yeni değişim umudunun da çabucak kırılmasını
beraberinde getirir. Libya’ya NATO bünyesinde gerçekleştirilen askeri müdahale
ise, ABD’de aktörlerin değişmesinin emperyalist düzeni değiştirmek için yeterli
olmadığının ispatıdır. Bu şartlar altında, esas değişim umudunu, kapitalizmin
sömürdüğü %99’un ilk uyanışını simgeleyen Occupy hareketi yaratır.
Occupy hareketinin ne kadar başarılı olduğu
tartışmaya açıktır. Ancak, ABD’de toplumun sermayeye kayıtsız şartsız tabi
kılınması için çalışan odakların, bu hareketten korktukları ve hareketi şiddet
yoluyla bastırma tercihini kullandıkları su götürmez bir gerçektir. “Occupy
Wall Street” gösterisi sırasında New York’ta gözaltına alınan Amerikalı yazar Naomi
Wolf, bu şiddetin tesadüfi olmadığını şu sözlerle açıklıyor: “Yasama sürecinin
yakınlarındaki lobicilerin sınırsız para kazanma ayrıcalığını kaybetmeleri ve
Kongre üyelerinin koydukları kanunlardan kişisel kar sağlamasına göz yuman bir
sistemde hesap defterlerinin açılması, seçmenlerin oluşturduğu İşgal
hareketinin iki adım ötesindeyse, bunu önceden durdurmak için birliklerden
yardım istersiniz elbette.”
Sistemin kendine yönelik tehdidi kırabilmek için şiddetin
dışında başvurduğu ikinci bir gücü de dezenformasyondur. Gündüz Vassaf’ın
McMedya olarak nitelediği propaganda amaçlı tekelci medya imparatorluğu,
düzenin sadık destekçisi olarak görevini yerine getirir. Ancak, bu
propagandanın unutulmaması gereken diğer ayağı Hollywood, özelde de aksiyon –
macera türü filmlerdir. Bu filmlerde karşılığını bulan ve özellikle Christopher
Nolan’ın büyük bir ustalıkla kullandığı nabız yükselten kurgunun medya
imparatorluğunda yol açtıklarını Gündüz Vassaf şöyle ifade eder: “Günümüzde
kullanılan haber teknolojisi `İzleyicinin aklında ne kadar az şey kalırsa o
kadar başarılıyız’ anlayışı üzerine kurulu. Özellikle ekrandan aynı anda gelen
çeşitli simge ve imajlarla izleyici boğulurken, karşılaştığı bolluk önünde de
bilgilendirildim diye kandırılıyor. Düzen böyle ayakta duruyor.”
The Dark Knight Rises filmi, bu politik
gelişmelere uygun biçimde yeni tehdit algısının içerdeki düşmanlar üzerinden
kuruyor. Böylelikle Batman üçlemesi, ilk filmdeki dış tehdit ve ikinci filmdeki
ideolojik temelden yoksun post-modern terör tehdidinin ardından, toplumdaki
eşitsizlikler ve işsizlikten faydalanan bir yapılanmayı da tehdit olarak
gösteriyor. Tabii, bu noktada iç tehdidi
yaratan örgüt lideri Bane’in Batı medeniyeti dışında yetiştiği için esasen bir
dış tehdit olduğunu, şiddetin her filmde hükümete veya kolluk kuvvetlerini
değil doğrudan sivilleri tehdit ettiğini ve terör olgusunun, hatta bütün
filmlerin dini söylemlerden tamamıyla arındırıldığını hatırlatmak gerekir.
Fransız Devrimi sonrasındaki terör dönemini andıran mahkemeler ile terör
tarihsel bir bağlama da oturtulur. Ama bu tarihsel bağlam ve filmin genel
ideolojik tavrı bütünsellikten oldukça uzaktır. The Dark Knight Rises filminde
gözümüze çarpan daha çok, imgelerle seyirciyi boğan McMedya anlayışının ustalıklı
bir sunumudur. Örneğin, Doğu medeniyeti; peçeler, veba, çöl, ruhun bedenin
önünde tutulması gibi atıştırmalık imgelerle seyircinin yabancı algısını
oluşturmasına yardımcı olacak kavramlarla sunulur.
Doğu medeniyetine karşı bu oryantalist yaklaşımdan
çok daha zarar verici olan ise, filmin anti-kapitalistleri tutsak
tüketicilerinin tehdit algısı içinde konumlandırarak, toplumsal hareketleri
itibarsızlaştırma çabasıdır. Yetimhanedeki çocuğun, “yeraltında yer
üstündekinden daha çok iş var” vurgusu ve borsa çalışanının borsadaki paranın
herkese ait olduğunu söylemesinin ardından polis memurunun “benim param yastık
altında” cevabı sistemin sorunlarının yok sayılmadığını gösterir. Ancak,
sistemin tek alternatifinin bir terör yapılanması olarak gösterilmesi ve İşgal
(Occupy) hareketinin de kullandığı halkın iktidarı söylemlerinin bir terörist
söylem içinde eritilmesi, filmin politik söyleminin bu hareketi itibarsızlaştırmaya
dönük olduğu izlenimini uyandırır. Mevcut düzenin sorunlu olduğu kabul edilir;
ancak halkın çıkarları için yalan söylemeyi alışkanlık haline getiren iktidarın
tek alternatifinin bir grup Vandal olduğu izlenimi ısrarla yaratılır. Adam Cook’un da belirttiği üzere, Gotham’ın
işçilerinin çimentoya patlayıcı karıştırdıkları sahne, bu itibarsızlaştırma hareketini
adeta işçi sınıfını ayaktakımı sayan bir hakarete çevirir.
Halk hareketinin bu anarşiye meyleden yapısına
karşılık, zenginlerden çalmayı ahlaken meşru gören Selina Kyle karakterinin
bireysel meydan okuması erdem olarak sunulur. Kitlelerin kaçınılmaz ahlaki çöküşünü
engelleyecek olan bu bireysel inisiyatif meselesi, Joker’in demokrasi testinden
sonra bir kez daha karşımıza çıkar. Selina Kyle’ın şehri kurtarmak için
çalışması, filmin ana karakteri Bruce Wayne’in kahramanlık için gerekli görülen
bireysel erdeminin ve sorumluluk bilincinin sınıfsal farkların aynasında
oluşmuş bir simetrisi olarak ortaya çıkar. Hem burjuva sınıfı, hem de “ayaktakımı”
genel bir çürüme içindedir; ancak bizi bu karanlıktan kurtaracak olan, Batı
medeniyetinin üstüne kurulduğuna inanılan bireyin cesaretidir. (Burada ayaktakımı
ibaresini, mücevher hırsızı Selina Kyle’ın toplumsal ahlak kurallarının dışında
hareket eden bir kahraman olmasının aynı patlayıcı delisi işçiler gibi bilinçli
bir tercih olduğuna inanarak kullandım.) Kitleler, Batman üçlemesi boyunca pasif
ve çözüm üretmekten uzaktır, bu nedenle de canını ortaya koymaktan çekinmeyen
yarı-tanrılara olan ihtiyaç sürmektedir.
Batı medeniyetinin eriştiği noktada ürettiği son
kahraman olan Batman, aranılan adam olarak bu şartlar altında ortaya çıkar. Soylu
ve yüksek sayılan değerlere gerek hayırsever burjuva kimliğiyle, gerekse
kimsenin tırmanamadığı kuyudan tırmanma, çeşitli defalar çatışmadan çıkma ve
kırılmış omurilik üzerinde yeniden doğrulma gibi sıradan insanların üzerinden
kalkamayacağı zorluklara göğüs germesiyle layıktır. Maske takarak kanundan
kaçmayı değil, kahramanlığını bir meçhul asker anıtı misali demokratikleştirmeyi
hedefler. Demokratik bir kavram olmayan, hatta üstün nitelikli bir kişinin
yönetimini benimseyecek diktatörlükleri kutsayan kahramanlık bir maskeyle
meşruiyet kazanır. Burjuva kimliğiyle yenilenebilir enerjiye yaptığı yatırımlar,
onun insanlığa olan borcunu bir kez daha ödemekte olduğunu gösterir. Çatışmalarda
hiç adam öldürmemesi onun yaşama hakkına ve hukuka olan saygısından ileri
gelir.
Bütün bu ilkelerine karşın Batman’in ürettiği
bütün son teknoloji ürünü araçlarının neden ateşli silahlarla donatıldığı bir
muammadır. Onlarca ateşli silaha sahip aracı devletten habersiz üretmenin terör
suçu kapsamına girip girmediği de izleyicinin takdirine bırakılır. Daha doğrusu
bu kafa karıştırıcı kurguda alabildiği kadar azını almaya yönlendirilen
seyircinin bu tip soruları sormaya mecali kalmaması beklenir. Sovyetlere karşı yetiştirdiği mücahitleri
terörist ilan edip, müttefiki Pakistan’a yerleştirdiği nükleer bombaların bu
mücahitlerin eline geçmemesi için bütün bir coğrafyayı tarumar eden ABD, vakti
zamanında Pakistan’a nükleer bombalar değil yenilenebilir enerji santralleri
götürmüştür. En azından filmden böyle bir sonuç çıkarmanız olasıdır. Hiçbir
sonuç çıkarmamanız ve ABD’nin güvenlik (savaş) odaklı politikalarını desteklemeniz ise sizi aranan
müşteri konumuna sokacaktır. Her halükarda, The
Dark Knight filmiyle hafiften sorgulanan dünyanın polisi olma kimliği, The Dark Knight Rises ile yeniden
meşrulaştırılır.
SONUÇ
Christopher Nolan, Batman üçlemesini çekerken
temel hedeflerinden birisi, bugüne kadar hafife alınmış olan bir türe saygınlık
kazandırmaktı. Karmaşık ve hızlı değişimlere dayanan kurgusu ile izleyicinin filme
olan ilgisini her an yüksek tutmayı başaran Nolan, süper kahraman hikayelerinin
oluşmasının ardında yatan “dünyanın meşru polisi” olma arzusunu da iyi
yorumlayarak üzerine konuşulmaya değer süper kahraman filmleri yaratmayı
başardı. Buna aksiyon-macera türünün izleyici ilgisini çeken ögelerini başarılı
şekilde kullanmasını ve oyuncuların yıldız kimliklerinin yarattığı psikolojik
etkiyi de eklemek gerek. Özellikle serinin ikinci filminde Heath Ledger’in sergilediği
unutulmaz performansın, oyuncunun trajik ölümünden sonra seyirci ile film
arasındaki duygusal bağı güçlendirmesi de bu formüle eklenirse, eskiden yalnızca
gişe başarısı üzerinden tartışılan; ancak eleştirmenler tarafından ciddiye alınmayan
Batman filmlerinin neden Hollywood’un en değerli projeleri haline geldiği
görülür.
Yukarıda sayılan bütün bu etkileyici unsurlara
karşın, Nolan’ın süper kahraman filmlerinin ciddiye alınması için, süper
kahraman hikayelerinin yapısında barındırdığı gerçekliğe dair çatışmayı çözmeyi
başarsa da, daha derinde yer alan politik çatışmayı çözmekte tereddüt etmesi,
filmlerin değerini düşürüyor. Maske takan iyilerin, maske takan kötüleri
yendiği saçma dünya ile seyirci arasındaki mesafeyi, günümüze Batı dünyasında
yaşanan tartışmaları filmine yedirerek aşmayı başaran Nolan, Batman ile
burjuva-demokratik toplumun etik değerlerini korumayı kendine görev bilen bir erkek
kahraman yarattı. Üçlemenin finalinde, maske gerçek dışı bir unsurdan herkesin
kahraman olmasını sağlayan demokratikleşmenin sembolüne dönüşürken, yüzeysel iyi-kötü
çatışması dünyayı daha yaşanabilir bir yer yapmak için uğraşan burjuvaların
karşısına yerleştirilen terör tehdidi ile günümüz konjonktürüne uygun hale
getirildi. Burjuvaların da düzenin çürümesinde rol oynadıkları iddiasını filme
katarak, gerçekçilik iddiası pekiştirildi. Ancak, yasalar üstü bir kahramanın
varlığının doğrudan düzene zarar verdiğine dair
The Dark Knight filminde yer alan sorgulama, The Dark Knight Rises ile bir kenara bırakılıyor ve bu kahraman
kavramının kendisinin demokratik olmadığı gerçeğinin üstünün örtülmesine neden
oluyor.
Süper kahraman filmlerinin temel çatışması, kahramanın
düzenin kurulmasının önünde bir engel olmasıdır ve tam da bu nedenle Batı
medeniyetinin son ideali olarak Batman’i görmek, türlü demokratikleştirme
çabalarına karşın yersizdir. Pasif toplumsal kitlelerin kurtarıcısını bekleyen sürüler
olarak sunulduğu bir hikaye, sürünün çobanı ne kadar demokratik hassasiyetlere
sahip olsa da, demokratik bakış açısından sorunlu kalmaya mahkumdur. Yazıyı, Tanıl
Bora’nın Birikim dergisinde yayınlanan “Enkazda Altın Tozları” başlıklı
makalesinden bir alıntı yaparak tamamlamak istiyorum: “Toplumsal bir varlık
olarak insanlığın kurtuluşu davasını kahramanlara / kahramanlığa emanet edemeyiz.
İnsani kahramanlık, bir tür doğal afet gibi dışsallaştırılan `kötü’ politikanın
afet işlerine indirgenmemeli; ondan, politikanın kurucu işlevini yerinde getirmesi beklenmemeli.”
Kaynakça
Gündüz Vassaf, McMedya.
Radikal Gazetesi, 21.03.2004
Tanıl Bora,
Enkazda Altın Tozları. Birikim
Dergisi, sayı 277
Naomi Wolf, Wall
Street İşgalcilerine Uygulanan Şiddetin Ardındaki Şok Edici Gerçek. The
Guardian, 25 Kasım 2011 – Çev. Esin Eşkinat, Cogito Dergisi sayı 68-69
Steve Neale, Action
– Adventure. The Cinema Book, 3rd Edition.
Ignatiy Vishnevetsky, Adam Cook, Mike Archibald, Josh Timmermann, The Big Murk: A Conversation About Christopher Nolan's "The Dark Knight Rises" – mubi.com, 27.07.2012
Ignatiy Vishnevetsky, Adam Cook, Mike Archibald, Josh Timmermann, The Big Murk: A Conversation About Christopher Nolan's "The Dark Knight Rises" – mubi.com, 27.07.2012
Fotoğraflar
Afiş - wikipedia.org
Bruce Wayne / Batman - telegraph.co.uk
25 Temmuz 2012 Çarşamba
Yılın Enleri 2011: Popüler Kültür Ödülleri
1. Yılın Türk Filmi: Bir Zamanlar Anadolu’da
“Boş arazide bulduğu kavunları evine
götürmek için onları bir cesedin yanına koymaktan çekinmeyen Arap karakteri,
doktora şöyle sesleniyor : “Anlatırsın doktor, bir zamanlar Anadolu’da diye”.
İşini kayıtsızca yapan, karısından ayrıldıktan sonra hayatına yeni bir yön
çizemeyen ve Anadolu’da yağmurların varlığı ile kendi varlığı arasındaki zaman
farkının bunalıma sürüklediği Doktor’un taşra günlerinden “anlatmaya değer” bir
hikaye, belki de yegane hikaye. Nuri Bilge Ceylan’ın son filminde; Doktor
Cemal’in savcı, komiser, jandarma gibi bürokratlardan oluşan heyet ve cinayet
zanlısı ile cinayete kurban giden bir adamın cesedini aradığı bir güne tanıklık
ediyoruz.”
Hakikat nedir? Kimileri için Kuran’a el basılan anlarda dile
gelmesi gereken sözlerdir, kimileri içinse kızının vicdanıyla verdiği karardır.
Vatandaşı olduğunuz ülkeden neden
ayrılmak istersiniz? Kimilerinin yaşadığı ülkeye dair sayılmaz derecede
kaygısı vardır ve tüm bu kaygılarında haklı olduğuna inanır, kimileri ise bir
ülkeyi yaşanmaz kılanın sadece ve sadece bu ülkenin yaşanılmazlığına dair
düşünceler olduğuna. Sasaniler neden iki
sınıftan oluşur? İşte bunun cevabı
uzun. Hiddet anlarında, çoğunlukla masum
olan üçüncü kişiler mi zarar görür? Maalesef öyle. Bir adama kızarsınız
karısını yaralarsınız. Bir kadına kızarsanız karnındaki çocuğu yaralarsınız.
Eşinize kızarsınız, ayrılık kararıyla çocuğunuzu yaralarsınız. Peki, bir çocuğun annesiyle babası arasında seçim
yapmak zorunda kalması, esasen ayrılığın tek seçenek olduğu bir Hobson seçimiyse,
çocuğun yanıtının bir önemi var mı?
3. Yılın Albümü: Çocuk
Haklı – Kardeş Türküler
Kardeş Türküler; kan ve gözyaşının durmadığı coğrafyamızda, bağlamanın telinden yayılan tınıyı, kardeşliğe inanların nefesiyle harmanlayarak umudu somutlaştıranların adıdır. O nedenle, onların yeni bir albümlerine kulak verdiğim yılda, dönüp başka albümlere bakmaya pek de gerek kalmadı. Çalıp söyledikleri kadar yazmaktan da hoşlandıkları için benim lafı fazla uzatmama gerek yok. İçinden kısa bir alıntı yaptığımız sayfaları okumak isteyenler buradan yola devam etsinler. Bir sonraki albüm tez vakitte hazır olsun, bir de üstat Neşet Ertaş’ın tabiriyle “Kardeş Türküler’in kraliçesi” olan Feryal Öney’in sesini bir dahaki sefere biraz daha fazla duymak nasip olursa ne ala.
"Çocuk
Aklı” diye gülüp geçmeyin, bir daha bakın her gün baktığınız,
Baka baka ezberlediğiniz tabloya.
Bir de bakmışsınız ki bozulmuş ezber,
“Çocuk Haklı”ymış meğer.
4. Yılın Performansı: Maral Üner – Hüzzam
Ankara’ya döndüğüm kısa dönemlerde, sanki hiç ayrılmamışım gibi hissettiğim anlar oldukça nadirdir, olduğu zaman ise bu anlar genellikle beni tiyatroda yakalıyor. Bahsetmeye çalıştığım aynı mekana dönmenin ötesinde bir duygu, zaten Hüzzam adlı oyunun oynandığı Oda Tiyatrosu’nda ilk defa bulunuyordum. Yalnızca 60 kişilik bu daracık ama sevimli salonda benim için değişmeden kalan şey, perdenin açıldığı anda hissettiğim heyecan olsa gerek.
Hüzzam oyununda Maral Üner’in 2 saatlik nefes kesici performansını, oyunun
ilk sahnelenişinden 27 yıl sonra izleme fırsatına eriştim. Kendisinin Mahpeyker
rolündeki akıl almaz kuvvetteki performansı, izleyen az sayıdaki şanslı insanı
kısmen güldürdü, çokça da hüzünlendirdi. Oyunun sonunda ise istisnasız tüm
izleyenleri kendisine hayran bıraktırdı. Duymayacağını bilsem dahi, o günden kalan
hayranlığımı kendisine iletmek için benim elimden gelen yegane şey, bu uydurma
ödülü kendisine takdim etmektir.
5. Yılın Klibi: Lotus Flower - Radiohead
Radiohead: Lotus Flower from nn on Vimeo.
Thom Yorke,“rock yıldızı” kavramını yapıbozuma uğratırken.
30 Haziran 2012 Cumartesi
Bunlar Adam Olmaz #2
Tüm ülkeler için bir gurur anı olan olimpiyat oyunlarının açılış seremonisinde, an itibariyle 46 erkek ve 59 kadın sporcu bayrağımızın arkasında yürüyecekler. Voleybol kadın takımımızın ardından basketbol kadın takımımızın da olimpiyatlara katılım hakkı elde etmesiyle, sporcu kadınlarımız erkeklerin sayısını hayli aştı. Kadın sporcuların bu açılışta göğsümüzü kabartacak olması bana ve Türkiye'deki spor dünyasını az çok bilen herkese ayrı bir gurur yaşatıyor. "Adam olmaya", normalleşmeye, düzene isyan ederek, "kadının yeri..." diye başlayan saçma cümlelere aldırmayarak, "kadın" demeye utanıp "bayan" diye kıvıran kravatlı dangalakların arkasında dişlerini sıkarak, tüm ömrünü kadınların bedenlerini tahakküm altına almaya adamış kudretli şahsiyetlerin gölgelerinden kaçarak, boğazına kadar pisliğe batmış futbol düzeninin üstünde puro tüttüren para babalarının her gün boy boy fotoğraflarının yer aldığı, "spor demeye bin şahit" sayfalarında kendilerine yer ayırmayanlara inat, zirveye çıktılar. Sporun, verilen emeklerin karşılığının alındığı adaletli oyunlar olduğu gerçeğini bizlere yeniden hatırlattılar. Sağ olsunlar, var olsunlar, mümkünse adamlara hiç bakmayıp, kendi yollarında devam etsinler.
Son bir rica: Eğer toplumun başlarına açtığı bunca zorluğa karşın, Türkiyeyi temsil eden kadın sayısı erkek sayısından fazlaysa, açılış seremonisinde bayrağımızı taşıma onuru da kanımca bir kadına verilmelidir. Umarım bayrak taşıyanı seçecek olan kişiler bu gerçeği dikkate alırlar.
Not: Fotoğraflar ntvspor.net adresinden alınmıştır
Not: Fotoğraflar ntvspor.net adresinden alınmıştır
23 Haziran 2012 Cumartesi
Raoui: Kalbimizdeki hikayeler
Camus'den ve hikayelerden bahseden bir yazı yazınca, bir Cezayir havası almak için Souad Massi'den Raoui dinlemek de farz oldu. Kendisini Ramallah -Filistin'de verdiği konserden bir videoyla blogda, başımızın üstünde ağarlayalım.
Moonrise Kingdom: Sığınılacak bir Wes Anderson Koyu
Wes Anderson’ın filmlerine aşina olanlar, onun filmlerinin “Bir Wes
Anderson filmi” ibaresine ihtiyaç duymayacak biçimde bariz karakteristik
özelliklere sahip olduğunun farkındadırlar. Hatta, bir Wes Anderson filmini
sevmek için öncelikle bu şablonu kabullenmenin gerekli olduğunu söyleyebiliriz.
Bu nedenle, Moonrise Kingdom filmine dair izlenimler paylaşmak için, öncelikle Wes
Anderson şablonuna göz atmakta fayda var.
Filmlerinde, gerçeğin bir kopyasını yaratmaya çalışmak yerine, kendi
arızalı dünyasını kurmayı tercih eden bir yönetmen Wes Anderson. Sabit hızla
sağdan sola, yukarıdan aşağıya kayan kamerası ile odağı çerçevenin tam
merkezinde tutan (ve bazen Anderson’ın simetri hastalığı olduğunu düşündüren)
çekimleri, seyircilere ilk anlardan itibaren gerçeklikle olan bağın kesilmesi
gerektiğini anlatmaktadır. Anderson, hem çekim hem de hikaye kurallarını kendi
icat ettiği bir oyunu oynamaktan sıkılmayan bir çocuk gibidir ve kendi masum
dünyasını kurarak, bir anlamda eksik bulduğu mevcut dünyaya olan itirazını
sunmaktadır.
Mizah anlayışı ve diyalog yazma gücü, Wes Anderson’ın ayrıt edilir
özellikleri olarak ilk akla gelenler. Bütün bu özelliklerini fark edilir kılansa,
zorunlulukların getirdiği çatışmadan beslenerek yarattığı hikayeler. Bu
zorunlulukları, hayatta karşılaştığımız can sıkıcı durumlar ve bir hikaye /
film yaratmanın tanımından doğan zorunluluklar olarak ikiye ayırmak mümkün.
Çocukluk döneminde okulda veya bir araya gelinen mekanlarda dışlanmış,
depresyona girmiş, arızalı; ancak bir o kadar da ilgi çekici karakterler,
Anderson’ın filmlerinin değişmez kahramanlarıdırlar. Wes Anderson,
hikayelerinde bu karakterlere sahip çıkarken, oklarını düzenin mevcut
çarpıklıklarına çevirir; ancak, bolca mizah içeren diyaloglar ve enstantaneler
sayesinde oklarının sivri uçlarını köreltmiştir. (Bu örneği verirken köpeğin
öldüğü sahneden yola çıktığımı hatırlatmama gerek var mı bilmiyorum.) Düzene
dair çarpıklıklar, politik veya sosyolojik çıkarımlara varabilecek çok katmanlı
bir eleştiri almaz. Filmin sonunda akılda kalanlar daha yüzeyseldirler, hatta
yalnızca dikkat çekici unsurları olan görüntülerden ibarettirler. Zaten
karakterler de, genele dair sonuçlar çıkarılacak bir dönüşümden uzak duran arızalı
bireyler olarak bulunmaktadırlar.
Moonrise Kingdom filminde, tufan vaktinde sosyal hizmetler, hukukçu aile ve
polis arasındaki diyaloğun, durumun ciddiyetine olan kayıtsızlığı, günlük
hayatımızda bürokrasi ile olan çatışmaları temsil eder. Zaten Tilda Swinton’ın
oynadığı “Sosyal Hizmetler” karakteri, bürokrasinin hayatımızdaki can sıkıcı varlığının
gülünç bir tiplemesi olarak karşımıza çıkar; ama gerek kostümün gerekse diyaloglarının
oluşturduğu gülünç parodi, arka plandaki eleştirinin sertliğini götürür.
Sonunda aklımızda yalnızca karikatür bir tipleme kalır. Wes Anderson filmleri
bu bürokrasi örneği gibi; ailede iletişimin kopması, dışlanmak, yetim kalmak
gibi insan hayatına dair pek çok çatışmayı barındırır. Ancak, yönetmenin
üslubu, filmin sonunda bu çatışmalardan pek azının aklımızda kalmasına izin
verir. Onun hikayeleri için bu çatışmadan doğan mizah önceliklidir ve bu
nedenle mevcut düzene olan itiraz daha yüksek sesle dillendirilmez. 1968’in
gençlik hareketinin hemen öncesinde geçen ve çiçeklerin takılı olduğu saçlar
gibi hippileri hatırlatan referanslar da içeren Moonrise Kingdom filmi, ABD
tarihinin kırılma anlarından birine ve onun getirdiği özgürlük talebine dair
daha fazla sorgulamaya gerek duymaz.
Bir hikaye yaratmanın doğası gereği belirli şartlar içermesi de Wes
Anderson’ın mizahına konu olmaktadır. Bir hikayeyi, “zaman ve mekan içinde
gerçekleşen ve neden – sonuç ilişkisi içeren olaylar zinciri” (Bordwell and
Thompson, Film Art) olarak tanımladığımızda, tanım gereği hikayeyi parçalara
böleriz. Bu parçalar arasında bulunan kırılma anları, Wes Anderson’a mizah
yeteneğini gösterecek alanlar açar. Moonrise Kingdom’da, çocukların tanışmasını
gösteren flashback sahnesi, olay örgüsünün kurulması sırasında ortaya çıkan
mizaha güzel bir örnektir. Karakterlerin nasıl bir araya geldiğini bilinmemesi
ve bu eksik bırakılan bilginin uyandırdığı merak, Nuh’un Gemisi piyesinde
kullanılan mizahi üslubun daha akılda kalıcı olmasını beraberinde getirir.
Zaman ve mekanın tanıtılmasının zorunluluğu ise Moonrise Kingdom’a ayrıca bir
karakter katmıştır. Normal şartlarda hikayenin ana karakterlerinden biri
olmadığı takdirde ekran önünde pek görmediğimiz anlatıcı; bu filmde kostüm,
objeler ve diyalog yoluyla, zorunlulukların meydana getirdiği çatışmayı mizaha
dönüştüren bir karakter olarak karşımıza çıkar. Moonrise Kingdom’da, bir filme
oyuncu seçmenin zorunlu olmasından da bir çatışma doğurmayı başarmıştır Wes
Anderson. Bruce Willis’in seyircinin algısında yer eden yıldız kimliği ve
oynadığı karakterin kaybeden kimliği arasındaki gerilimle, oyuncu seçimi de
mizahi üslubu destekleyen unsurlardan biri haline gelir.
Yukarıda ana hatlarını belirtmeye çalıştığım bu alışılageldik şablon
(aslında gönül bağı kurulan objeler, Bill Murray ve Jason Schwartzman’ı da bu
şablona bir yerinden mutlaka eklemek gerekir) sayesinde, Wes Anderson
filmlerini izlediğimizde eski bir tanıdıkla karşılaşmış gibi hissediyoruz. Nasıl
eski tanıdığımızın tavrından onun duygu ve düşüncelerini çıkarmak daha kolaysa,
Wes Anderson karakterlerini anlamak da aynı nedenle daha kolay. Peki, bu
olağandışı karakterleri kendi tecrübelerimize bağlayan nedir? Bu soruya, “bir
film yalnızca üslubu için sevilir mi” sorusunu da ekleyerek, filmi anlamlandırma çabamızı biraz daha
genişletelim.
Yalnızlık, kişinin kitapların, filmlerin, şarkıların içinde kendine
alternatif bir dünya yaratma çabasını da beraberinde getirir çoğu zaman. Filmin
ana karakterlerinden olan kızın (Suzy) kitaplarla olan ilişkisinin seyircilerde
sempati uyandırmasını, filme giden insanların da benzer bir motivasyona sahip
olmalarında aramak mümkün. Ancak, Camus’den alıntılarsak, mutlu insanlar da
roman okurlar ve tam da bu nedenle roman okumak eylemi salt kaçışla
açıklanamaz. Mutlu insanlar haliyle, roman okudukları gibi filmlere de giderler,
o vakit bu sözü filmlere uyarlamakta bir sakınca görünmüyor.
Camus’nün belirttiği gibi, romanda (ve filmde) gerçeğin yadsınması vardır;
ancak insanlar özünde dünyaya bağlıdırlar. Biz okuyucuları (ve izleyicileri)
hayattaki gerçeklere dair rahatsız eden, tamamlanmamış gerçeklere sahip
olmamızdır. Sanat eserleri bize, bu tamamlanmamış parçaları bir araya getirme,
onları anlamlı bir bütüne ulaştırma şansı verirler. Romanlar gibi sinema da
ciddiyetini bu bir araya getirme tutkumuzdan alır. Camus, insanın yaşamda eksik
olan bu birliği sağlamak için kendini yiyip bitirmesini şu cümleyle özetler:
“Yaşamak yetmez, bir yazgı gerekir.”
Camus’nün bu sözlerinden yola çıkarak, Wes Anderson’ın filmlerinin hakim
duygusu olan çocukluğa özlem ile, seyircinin bir filme gitme motivasyonu
arasında paralellik olduğu sonuca varılabilir. Çocukluğa duyulan özlemin
içinde, kavramların daha basit algılanabilir oluşuna duyulan bir özlem de
yatmaktadır. Moonrise Kingdom filminde, anlamlandırmaya en fazla yeltendiğimiz
kavram olan aşk, 12 yaşında çocukların dünyasına taşınarak daha basit algılanabilir
hale gelir. Yaşı küçülünce masumiyeti büyüyen aşkın, gerçekliği de daha az
sorgulanır. Masumiyet, aşk kavramını tamamlarken; hikayenin bir başı ve bir
sonu olmasının, yani hikayenin çerçevelenebilir olmasının getirdiği bütünlük
duygusu aşkı kavramamızı kolaylaştırır.
Wes Anderson, Sight&Sound dergisine verdiği röportajda, o yaşlardaki
çocukların fantezilerinin gerçeğe dönüşmesini sıklıkla dilemelerinden
bahsediyor. Dünyadan izole edilmiş bir
adada çevrelerinden izole edilmiş şekilde yaşayan iki çocuğun birbirlerini
bulmaları, gözünü yaşadığı evden dışarıya çeviren kızın okuduğu kitaplardaki
gerçek olmasını çok istediği öykülerden birinin Wes Anderson yardımıyla
sinemanın sahte gerçekliğinde hayat bulduğu hissiyatını veriyor. Böylelikle
Moonrise Kingdom, gerçeklerden daha “derli toplu” olduğu için, gerçeklikten
daha çok sevdiğimiz diğer filmlerin yanında yer almaya hak kazanıyor.
Moonrise Kingdom filmi ismini, 12 yaşındaki aşıkların kaçıp bir gece
geçirdikleri koya verdikleri isimden alıyor. Çocuklar aşklarını, yaklaşmakta
olan tufandan korumak için tıpkı balıkçı kayıkları gibi koya getiriyorlar. Filmi
izlerken, koyda geçirilen gecenin ardından filmin temposunun düştüğü fikrine
kapıldım. Belki de, hikaye o noktada sona erseydi daha güzel bir sona sahip
olacağımızı düşündüm. Ama, Wes Anderson’ın dünyasında kuralları sorgulamaya
başlarsam, beni düş dünyasına davet etmemesinden korktuğum için bu düşünceleri
kafamdan atmaya karar verdim. Sahte bir papazın kıydığı nikahın, resmi
evliliklerden daha güçlü bir bağ kurabildiğine inanmak için, sahte papazın
Jason Schwartzman ve resmi evlilerden birinin de Bill Muray olmasının zorunlu
olduğu bu dünyayı fazla kurcalamadan, kendimiz için gerçeklikten sığınacak bir
koy haline getirmek ve Wes Anderson’ın hikayesiyle bizi sarıp sarmalamasına
izin vermek en iyisi. Salt gerçeklikten kaçış için değil, zira bazen mutlu
insanların da sığınacak bir koya ihtiyaçları vardır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)