15 Mart 2010 Pazartesi

Arhaveli İsmail'in Hikayesi


(...)
Arhaveli İsmail
kendi kendine sordu:
«emanetimizle varabilecek miyiz? »
kendine cevap verdi:
«varmamış olmaz.»

gece, Tophane rıhtımında
kamacı ustası Bekir Usta ona:
«evlâdım İsmail, » dedi,
«hiç kimseye değil, » dedi,
«bu, sana emanettir.»

ve Kerempe Fenerinde
düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde,
İsmail, reisinden izin isteyip,
«Şaban Reis, » deyip,
«emaneti yerine götürmeliyiz, » deyip
atladı takanın patalyasına,
açıldı.

«Allah büyük
ama kayık küçük» demiş yahudi.
İsmail bodoslamadan bir sağnak yedi,
bir sağnak daha,
peşinden üç-kardeşler.
Ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer
alabora olacaktı.

Rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor.
Ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor:
Sıvastopol'a giden bir geminin
sancak feneri.

Elleri kanayarak
çekiyor İsmail kürekleri.
İsmail rahattır.
Kavgadan
ve emanetinden başka her şeyin haricinde,
İsmail unsurunun içinde.
Emanet:
bir ağır makinalı tüfektir.
Ve İsmail'in gözü tutmazsa liman reislerini
ta Ankara'ya kadar gidip
onu kendi eliyle teslim edecektir.

Rüzgâr bocalıyor.
Belki karayel gösterecek.
En azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil.
Fakat ismail
ellerine güvenir.
O eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini
ve Kemeraltı'nda Fotika'nın memesini
aynı emniyetle tutarlar.

Rüzgâr karayel göstermedi.
Yüz kerte birden atlayıp rüzgâr
bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi
düştü.

İsmail beklemiyordu bunu.
Dalgalar bir müddet daha
yuvarlandılar teknenin altında
sonra deniz dümdüz
ve simsiyah
durdu.
İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri.
Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine.
Bir ürperme geldi ismail'in içine.
Ve bir balık gibi ürkerek,
bir sandal
bir çift kürek
Ve durgun
ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı.
ve birdenbire
öyle kahrolup duydu ki insansızlığı
yıldı elleri,
yüklendi küreklere,
kırıldı kürekler.

Sular tekneyi açığa sürüklüyor.
Artık hiçbir şey mümkün değil.
Kaldı ölü bir denizin ortasında
kanayan elleri ve emanetiyle ismail.
İlkönce küfretti.
Sonra, «elham» okumak geldi içinden.
Sonra, güldü,
eğilip okşadı mübarek emaneti.
Sonra...
Sonra, malûm olmadı insanlara
Arhaveli İsmail'in âkıbeti..."

Nazım Hikmet'in Kuvay-i Milliye destanının ikinci bap'ında anlatılan Arhaveli İsmail'in hikayesinin benim için yeri ayrıdır. Bu nedenle, hazır bloga Nazım Hikmet ile ilgili bir yazı girilmişken, bu şiiri bilen bilmeyen tüm arkadaşlarımla yeniden paylaşmak istedim. Hikayenin muazzamlığı bir kenara, benim için bu hikayeyi ayrı kılan "Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine" dizesidir. İnandığı uğurda kavga verdiği sürece hayatımızı anlamlı kılacağımızı anlatan ve akıllara kazınan bir dize.

Hayata tutsak olmaz Arhaveli İsmail, bu yüzden mekanın kısıtlayıcılığını önemsemez, o bu dünyaya dalgalarla savaşmaya gelmiştir ve bilir ki emeğinin karşılığını düşmanın yurttan atıldığı gün görecektir. Hayatlarını bir amaç uğruna geçirenlerin; zamanı, mesafeleri ve zorlukları nasıl aşabileceğini gösterir bize Nazım Hikmet bu dizelerde. Ancak, ne zaman dalgalar durulur, İsmail'in kavgası da son bulur. Artık, mekanın sınırlayıcılığı ve yalnızlığı düpedüz önüne serilmiştir ve İsmail, kendi kavgasını veremediği bir hayata yabancı olduğu için yoluna devam edemeyecektir.

Bu dünyaya neden geldiğimizi veya kendi seçimimizle bu dünyaya gelmemizin bir haksızlık olup olmadığını bilmiyorum; ama inandığım bir şey varsa, o da bu dünyada aklımızı kullanacak ve kendi kavgamızı verecek cesarete sahip olduğumuz sürece özgür kalacağımızdır. Biz aklımızı kendimiz kullanma cesaretini göstermediğimiz sürece, bizim emeğimizi sömürmek için bize özgürlük verdiğini iddia eden ve dünyamızı zindana çeviren Naziler her zaman başımıza dikileceklerdir. 12 yıl mahpusta kalan Nazım'ı özgür kılan, bu dünyada kendi kavgasını vermiş olmanın vicdanında yarattığı rahatlıktır. Yazdığı ölümsüz eserlerle, kodesinin sınırlarını ve 62 yıllık hayatını fersah fersah aşmıştır Nazım, yüreğini göğüs kafesinden çıkarıp içine attığı ateş de hala parıldamaktadır.

Dünya mahpusluğundan kurtulmak için, emeğimizi daha hakça bir düzenin var olmasına adamak hiç de fena bir çözüm gibi durmuyor. Belki de toplumu, bizi sınırlayan bir yalnızlık üreteci olarak görmemizin önüne geçecek olan da budur; paylaşmak. En azından paylşamaya çabalamak, emek vermek, mutluluğunuzu farklı sınıflardan, farklı halklardan insanların gözünde de aynı anda görebilmek. Kendi yüreğimizin kabuğunda yaşamak yerine, üreterek - yaratarak yeni ufuklar çizmek. Hayat denen bilinmezde boşluğa düşmek her an olasıdır; ancak ben boşluğa düştüğüm vakit, Arhaveli İsmail'in hikayesini okuyarak çıkış yolunu bulurum. Sizlere de şiddetle tavsiye ederim.