18 Mart 2010 Perşembe

Das Weisse Band - Karanlığın Yükselişi


2000'lerin en önemli auteur'lerinden Michael Haneke'nin, hak ettiği Altın Palmiye'ye ulaşmasını sağlayan Beyaz Bant(Das Weisse Band) filmini Ankara Film Festivali'nde izleme şansı buldum. (Davetimi kabul edip filmi benimle birlikte izleyen julia'ya da bu satırlardan bir kez daha teşekkür ederim.) 2000'lerin ortasına kadar Funny Games, Code Inconnu ve Cache filmleriyle bizlere yaşadığımız dönemi ve toplumu sorgulatan Haneke, bu kez Kuzey Almanya'nın bir köyünde 1900'lerin başındaki toplumsal değişimleri gündeme getiriyor ve iki Dünya Savaşı öncesinde, Almanya'daki atmosferi inceliyor. Haneke, bu dönemin karanlığının masumiyetin beyazlığını nasıl kapattığını göstermek için siyah-beyaz bir film çekmiş ve sinematografide ne kadar usta bir yönetmen olduğunu bizlere bir kez daha ispat etmiş.


Haneke'nin yeni filminde yaşanan zamansal değişim, yönetmenin seyirciyle araya mesafe koyan bir anlatım tarzını seçmesine ve hikayeyi bir anlatıcı (köyün öğretmeni) kullanarak aktarmasına neden olmuş. En sert eleştirileri, seyirciye karşı soğuk olduğuna inanan eleştirmenlerden alan Haneke, anlaşılan bu eleştirileri umursamamış ve risk alarak başarılı olmuş. Zaten bu farklı tercihlere karşın, Haneke filmlerinin karakteristik özellikleri filmin başlangıcından itibaren etkisini hissettiriyor. Şiddeti bizlere göstermeden, yani seyirciyi manipüle etmeden ona hayal edecek alanlar bırakan; ancak şiddetin varlığını hissettirerek seyirciyi huzursuz eden tipik bir Haneke filmiyle karşı karşıyayız. Çekimde kullanılan çerçeveler de, sıkışmışlık hissini yaratmak için özenle seçilmiş. Ekrana ucu ucuna sığdırılan binalar ve kapı pencere aralıklarıyla sınırlanan çerçeveler, çevresel baskıyı adeta seyircinin omzuna yüklüyor.


Haneke'nin, yukarıda bahsettiğimiz filmlerde, 21. y.y. metropollerinde gösterdiği gibi, 1910'ların Almanya'sında da şiddetle çevrili bir ortamın içinde buluyoruz kendimizi. Şiddeti doğuran araçlar, kadın-erkek ilşkilerinden aile-çocuk çekişmesine, Sınıfsallığın getirdiği çatışmadan kendimize duyduğumuz şiddete çok geniş bir spektrumda seyirciye aktarılıyor. Yine de hepsinden daha korkuncu, film boyunca etkisini hissettiğimiz "nedensiz yere uygulanan şiddetin" dayanılmaz varlığı. Bu kadar geniş bir bakış açısına sahip olmamıza karşın, köyde işlenen suçların sorumlularını bulamamamız, hem bu nedensiz şiddet duygusunu güçlendiriyor hem de şüphenin gölgesi altında yaşanan, bireyin kendini özgür hissetmediği ortamın daha iyi anlaşılmasını sağlıyor. Haneke, bütün filmlerinde yaptığı gibi, iyi-kötü karakterler üzerinden taraflı anlatımlar yapmak yerine, bütün karakterlere mesafeli durarak tartışılması gerekenin şiddet kavramı olduğunun altını çiziyor.


Bütün bu şiddet yaratan unsurların gösterildiği filmde aslan payını ise, William Golding'in Sineklerin Tanrısı romanında olduğu gibi çocukların uyguladığı şiddet alıyor. Haneke de, Sight and Sound dergisine verdiği röportajda masumiyetin çocukluğa ve çocuklara atfedilemeyecek bir kavram olduğunun altını çizmek istediği için bu filmi çektiğini açıklıyor. Bu filmi çekmek için ana motivasyon kaynağının çocukların görüntülerinin ardındaki gerçek olduğunu da ekliyor. İktidar kavramının her yaşta ve her çocuk arasında olabileceğini hesaba kattığımızda, Haneke'ye hak vermeden yapamıyoruz. Haneke filmlerinin ortak teması olan aile içi çatışma da, bu sefer çocukların kendi kimliklerini yaratırken aileleri ile yaşadıkları çekişmeler üzerinden anlatılmış. Filmin ismi olan beyaz bant da, bu çekişmeleri önlemek için ailelerin bulduğu çözümlere yapılan bir gönderme olarak karşımıza çıkıyor.


Haneke'nin 1910'lu yılları yaşayan bir köye dönmesi, aynı zamanda burjuvazi ile uğraşmayı bu film özelinde rafa kaldırması anlamına geliyor. Bu filmde kendimizi toprak sahibi (baron), din adamı (peder), okul ve köylünün oluşturduğu feodal yapının içinde buluyoruz. Toprağa dayalı düzenin yarattığı statik yapı; din adamı, toprak sahibi ve aile kurumu tarafından kontrol edilirken, toplumun tasvip etmeyeceği davranışlarda bulunanlar (yaşlarına bakılmaksızın), fiziksel şiddet kullanılarak cezalandırılırlar. Toplumu düzenleyen ahlak kurallarını dayatan bu kurumlar, güçlerini yitirmeye başladıkça daha fazla şiddet üreten yapılar haline gelirler; ancak zamanın akışı karşısında durmaları mümkün olmayacaktır. Bu feodal yapının kırılmak üzere olduğu, kilisede birliğin bozulmasından, pederin ailesini dahi kontrol edememeye başlamasından ve baronun karısının Lombardia'li bir tüccarla, yani yeni hakim sınıftan bir adamla beraber olmasından bellidir. Hakim sınıfların yanında şiddet nedeniyle sinen, umutsuz, aşağılanmış ve kendini kanıtlamak isteyen toplum, artık büyük değişimlere gebedir.


İktidar bunalımına giren toplumun, yeni ve daha büyük ölçekli bir iktidarın büyüsüne kapılması doğaldır. Bu nedenle, toplumsal değişimin yönü ise burjuvazi iktidarındaki ulus-devlete doğru olacaktır. Ulus-devlet yapısında toplumun kendini yöneten sınıfla özdeşleştirmesi, şüphesiz toplumun bütün kesimlerinde yeni bir heyecan yaratcaktır. Final sahnesinde köyün, 1. Dünya Savaşı nedeniyle kilisede nasıl yeniden bir araya geldiğini gördüğümüzde, bu iktidar değişiminin yarattığı heyecanı da daha iyi anlıyoruz. Filmde şiddetin ortasında kendilerini bulan çocukların, 2. Dünya Savaşı öncesi Alman kamuoyunu yaratacaklarını düşndüğümüzde, bu filmin faşizmin yükselişine dair bir film olduğu yorumunu da yapabiliriz.

Yine de bu filmdeki köy özelinden, Naziler hakkında tümevarıma gidilebileceğine pek inanmıyorum. Öncelikle filmde, özürlü çocuğa uygulanan şiddet dışında faşizme doğrudan hiç bir atıfta bulunulmuyor. Ayrıca, ulus-devletle birlikte iktidara geçen burjuva sınıfı hakkında hiç bir ipucuna da rastlamıyoruz. Bu nedenle filmi, faşizme yol açan şiddeti sergileyen film olarak nitelendirmek yerine, Almanya'da feodalitenin çöküşünden ötürü ortaya çıkan şiddet ile ilgili bir film olarak yorumlamak daha doğru olacaktır diye düşünüyorum. Böylelikle filmi ağır bir tarihsel sorumluluğun altına itmemiş oluruz ve filmin başarısını daha iyi takdir edebiliriz. Filmin konusunu ustalıkla anlatan ve Avrupa sineması açısından kısır geçen 2000'lerin sonunda bizleri gerçek bir başyapıta kavuşturan Haneke'ye teşekkürümüzü ederek yazıyı sonlandıralım.

Hiç yorum yok: