31 Mart 2010 Çarşamba

Dünya Kupası Finalistleri #8 - Hollanda


Dünya kupası değerlendirmelerimizde gözümüzü turuncudan alamadığımız için Hollanda'yı yazmaya karar verdim. Avrupa kıtasından Dünya Kupası'na katılma hakkını ilk elde eden takım olan ve elemelerde bütün maçlarını kazanan Hollanda, buna karşın turnuvanın favorilerinden biri olarak görülmüyor. Bunun nedenlerini ve Hollanda'nın turnuvadaki şansını bu yazıda inceleyeceğiz.

Beklentiler:

Van Nistelrooy, Davids, Seedorf, Overmars gibi isimlerle Euro 2004'te turnuvanın en güzel futbolunu oynayan Hollanda, yarı finalde ev sahibi Portekiz'e elendiğinde, pek çok otorite benzer bir görüşte birleşmişti: "Hollandalılar turnuva kazanacak disipline sahip değiller." Ne yazık ki Hollanda, Euro 88 dışında bu söylemin aksini ispat edecek bir turnuva oynayamadı. Oranje, Euro 2004'ten bu yana büyük favoriler arasında gösterilmiyor, bu turnuva sonrasında takıma monte edilen yeni jenerasyonun önemli isimleri de kulüp düzeyinde kendilerini ispatlama şansı bulamadı. 2010'a gelirken kadronun belkemiğini oluşturan bazı isimler, bu turnuvanın büyük bir kulübe gidebilmek veya büyük kulüplerde tutunabilmek adına son şansları olduğunun farkındalar. Bu nedenle favori olmamalarına karşın, baskıyı üzerlerinde hissedecek bir takımla karşı karşıyayız. Bu baskıyı kırmak için en önemli kozları ise grupta yapacakalrı iyi bir başlangıç olacaktır. Elemelerdeki harika performanslarını grupta sürdürebilmeleri durumunda kendine olan güvenlerini kazanarak turnuvada ilerlemeleri mümkün.

İyimser Senaryo:

Sağlam bir performans ortaya koyarlarsa çeyrek finali görmeleri zaten olası. Eğer G grubunda liderliği Portekiz alırsa, Hollanda'nın yarı final ihtimali de artar. Bu ihtimalin gerçekleşmesi durumunda Euro 2004 ve 2006 Dünya Kupası'nda karşı karşıya gelen ve kanlı bıçaklı duruma gelen bu iki takımı çeyrek finalde izlemek oldukça keyifli olacaktır.


Kötümser Senaryo:

Grupta Kamerun veya Danimarka'nın iyi performansının altında kalıp grup ikincisi olmaları durumunda 2. turda İtalya'nın karşısına çıkıp turnuvaya sessiz sedasız veda edebilirler. Bu durumda "Hollanda turnuva takımı değil" diyenlere bir koz daha vermiş olurlar.

Muhtemel Kadro:

Diziliş: 4-5-1
Kaleci: Stekelenburg
Defans: Ooijer-Mathijsen-Heitinga-Van Bronckhorst
Orta Saha: Kuyt-Van Bommel-De Jong-Van der Vaart-Robben
Santrafor: Huntelaar

Van Basten'in 4-2-3-1 dizilişinin benzeri bir diziliş Bert van Marwijk yönetiminde de devam ettirildi ve elemelerde oldukça iyi sonuç verdi. Aynı dizilişe karşın kadroda belirli değişiklikler var. Van der Sar ve Van Nistelrooy gibi kilit oyuncular milli takımda yer almadılar; ancak turnuva öncesi bir geri dönüş olabilir. Takıma katılan önemli bir isim ise Van Basten ile tartıştığı için milli takımda yer almayan Van Bommel. Van Bommel, Hollanda'lılara çok ihtiyaç duydukları sertliği katan isim olabilir. Hücum hattına bakıldığında ise her Hollanda takımında olduğu gibi yetenek bolluğu olduğunu görüyoruz. Gerçi Van Persie'nin sakatlığı bu rotasyonu biraz daralttı; ancak Hollanda hala Sneijder, Robben, Van der Vaart üçlüsünden birinin yedek oturduğu bir kadro zenginliğine sahip.

Yıldız Oyuncu: Arjen Robben(FC Bayern München)



PSV'de yaptığı çıkışla büyük takımların dikkatini üzerine çeken Robben, soluğu Abramoviç'in milyonlar saçtığı Chelsea'de almıştı. Burada Mourinho yönetiminde kazandığı iki şampiyonluğun ardından Real Madrid'in yolunu tuttu ve İspanya başkentinde iki şampiyonluk daha gördü; ancak 6.2'lik Barcelona depreminin ardından yeniden yapılanmaya giden Real Madrid'de kapıya konan isimlerden biri oldu. Onu 24 milyon Euro'ya kadrosuna katan Bayern Münih ise bence transfer döneminin en akıllı hamlelerinden birine imza attı. Bugünlerde Almanya'da attığı muhteşem goller ve giydiği uzun içlik ile gündem yaratıyor. 2006 ve 2008'de Hollanda'nın en çok parlayan yıldızıydı. Özellikle Fransa'ya neredeyse açı yokken attığı gol unutulmaz bir an olarak futbolseverlerin hafızalarına yerleşti. Ondan benzer bir performansı bu turnuvada da beklemek hayalcilik olmaz.

Patlama Yapması Muhtemel İsim: Klaas Jan Huntelaar (AC Milan)




Ajax'ta peşi sıra attığı goller ve Hollanda Ümit Milli Takımı ile kazandığı Avrupa Şampiyonluğu'nun ardından kendisi hakkında beklentiler oldukça yükseldi. Zaten santrafor çıkarmakta uzman olan Hollandalılar'ın son bombası Huntelaar'ın kariyeri, bir önceki sezonun Ocak ayında Real Madrid'e gelmesiyle düşüşe geçti. Zaten krizde olan Real Madrid'de şansını kullanamayan Huntelaar, sezon başında bir başka büyük kulübe geçme şansı buldu ve Milano'nun yolunu tuttu; ancak orada da istikrarı yakalayamadı. Bugüne kadar büyük turnuvalarda Van Nistelrooy'un yedeği olan Huntelaar, artık 11'in değişmezi ismi konumunda. Gol içgüdülerinin kuvvetli olması ve özellikle kanatlardan beslendiği zaman etkili olması, Hollanda'nın kanatları etkin kullanan sisteminde onu yeinden parlatabilir. Takımın bu turnuvada göstereceği performans da van Persie'nin sakatlığının ardından onun bireysel performansına oldukça bağımlı hale geldi.

Bir Portre: Dirk Kuyt (Liverpool FC)


Önce Feyenoord'da gol kralı olarak ismini duyurdu, sonrasında Liverpool'da gösterdiği performans ve hırslı oyun yapısıyla Kop'un favori isimlerinden biri haline geldi. Kop'un kendisi adına ürettiği "put your hands up for Dirk Kuyt - he loves the city" tezahüratı da bunun en güzel göstergesi. Güçlü fiziğiyle hava toplarında etkili olması, Liverpool'un Gerrard ve Torres ile geliştirdiği hızlı atakların başalması adına kilit bir öneme sahip. Hollanda milli takımında da aynı mevkide bu kez Van der Vaart ve Robben'i pozisyona sokmak için sahada olacak. Golcü kimliğiyle özellikle grupların ardından oynanacak eleme maçlarında kilit rol üstlenebilir.

29 Mart 2010 Pazartesi

Kablolar Boğaza Güzelce Dolanır...


Labdan sonra bira
Bir buçuk dürüm var
İnsanlığımız gitti
Aferin çocuklar, aferin çocuklar

28 Mart 2010 Pazar

Beşiktaş 3-2 Eskişehirspor: Beşiktaş Mücadeledir


Cuma akşamı İ.B.B - Bursa maçını izleyen Beşiktaşlıların aklının bir köşesine iki yıl öncesi gelmiştir muhakkak. Lider olarak gittiğimiz Olimpiyat Stadı'nda Holosko'nun golüyle öne geçtikten sonra üztünlüğü koryamayıp 2-1 mağlup olmamız, şampiyonluğun elimizden kayıp gitmesine sebep olmuştu. İki yıl sonrasında Ertuğrul Sağlam yeniden lider olarak, bu kez Bursa'nın başında Olimpiyat Stadı'na çıktı ve bir kez daha Abdullah Avcı'ya takıldı. İnönü'de ise iki yıl önce hayal kırıklığı yaşayanlar, Bursa'nın puan kaybından ötürü şampiyonluk şarkıları söylemeye başlamıştı dün gece. Hayatın ilginç benzerlik ve zıtlıklardan oluştuğunu gösteren onlarca örnekten birisi daha sergilenmiş oldu böylece.

Maçın ilk dakikalarında gelen iki Eskişehirspor golü ise staddaki tezahüratların bıçak gibi kesilmesine yol açtı. Hem de bu iki golde hatayı yapanlar, taraftarın sezon başından beri en çok güvendiği iki isim olan Ferrari ve Ernst olunca stada gidenlerdeki şaşkınlık bir kat daha arttı. Eğer skor 10 dakika içinde daha da farklı bir hal almadıysa, bunda metafizik güçlerin etkisi olduğu da iddia edilebilir. Maçın dönüm noktası ise Nihat ile bulunan gol oldu. Golün ilk yarı içinde gelmesi hem takımı hem de taraftarı umutlandırdı. Bu dakikadan sonra sahada gerçekten şampiyonluk havasına giren Beşiktaş'ı gördük. Özellikle 2. ve 3. gollerin geldiği 25 dakikalık süreç içerisinde atak üstüne atak geliştiren takım, Şeref Bey'in ölümünün ardından siyah formalarla çıktığı maçta geliştirdiği ataklarla Kara Kartallar lakabını kazanan takımın varisi olduğunu gösterdi bize. 3. golün ofsayt olduğunu açıkça gördük; ancak maçın tamamını izleyen kimsenin, Beşiktaş'ın maçı hak etmediğini iddia edeceğini sanmıyorum.

Ernst'in KartalCell reklamında söylediği ve dün akşamki maçtan sonra herkesin aklına gelen bir cümle var: "Beşiktaş mücadeledir" (Gerçi Ernst 'müjadelediv' diyor ama kabülümüz). Aslında takımlar hakkında böyle iddialı cümleleri pek sevmem, ancak Ernst'e ayrıca yakışan bir cümle olduğunu düşünüyorum. Beşiktaş taraftarının mağlup bitirilen maçlardan sonra neden Fabian Ernst'in ismini haykırdığını da açıklıyor. Geçen sezon mağlup duruma düşüp kazandığımız maçlar(1-1 biten Trabzon maçı gibi bazen de kazanamadığımız; ama inancımızı artıran maçlar) , şampiyonluğu bize getiren esas faktör olmuştu, Ernst de bu mücadeleyi simgeleyen isim. Bu sezon pek göstermediğimiz bu inatçı karakterin dün sahada olması bizleri en az 3 puan kadar sevindirdi. 2-0'dan maçı getiren bu karakterli futbol devam ederse Beşiktaş sezon sonunda zirveyi yakalayacaktır, tabii Geçirzinho'yu da tekrar göreve davet etmemiz gerekiyor. Umarız onu bu sene Bursa civarlarında da görebiliriz.

Büyük Başkan


Rahat bir nefes aldık derbi öncesi...

27 Mart 2010 Cumartesi

Dünya Kupası Finalistleri #7 - Fildişi Sahilleri


Dünya Kupası heyecanını yaz gelmeden yaşamak istiyor bünye. Fildişi Sahilleri ile devam ediyoruz. Bu yazıyı neden Yaz Helvası'nın değil de benim yazdığımı tahmin etmek zor değildir herhalde. Şimdi Keita'yı göklere çıkaracağız hep beraber :)

Fildişi Sahilleri 3. torbanın en sağlam takımıydı, dolayısıyla düştüğü grubun ölüm grubu olması da muhtemeldi. Tabii adamlar ölümlerden ölüm beğenerek hakikaten bir ölüm grubu oluşturmayı başardılar, orası ayrı.

Afrika Uluslar Kupası'nın favorilerinden biri olarak Ocak ayında Cezayir'e elenmeleri, beklentilerin en üst düzeyde olduğu, parlak bir nesle sahip Fildişi için hayal kırıklığıydı. Didier Drogba, Toure'ler, Salomon Kalou, Emmanuel Eboué, Didier Zokora gibi isimlere sahip bir nesilin elle tutulur bir başarı yakalayamaması şaşırtıcı. En azından Dünya Kupası'na gidemeyen Mısır'ın bile neler başardığını düşününce... 2006'daki Dünya Kupası da Fildişi için hüsran olmuş ve tek galibiyetle kupaya hemen veda etmişler. Tabii ki bunda, bu sene de örneğini gördüğümüz, "kura şansı" etkili olmuştu, Fildişi'ni Arjantin ve Hollanda'yla aynı gruba düşürerek.

Beklentiler

Parlak bir kadroya rağmen istikrarsızlık ve Halilodziç'in yerine hala bir teknik direktörün gelmemiş olması Güney Afrika'nın Fildişi Sahilleri için kısa bir macera olacağı izlenimini veriyor bana. Ayrıca Fildişi Sahilleri'nin 2006 kuralarındaki kötü şansının devam etmesi bu Dünya Kupası'nda da onları daha ileriki turlarda görmemizi engelleyecek ne yazık ki. Ama yukarıda saydığımız isimlerin yanısıra Hannover 96'da kiralık olarak oynayan Arouna Kone'nin çıkışı, Gervinho'nun şöhret basamaklarını tırmanışı, Lyon'dan sonra bize gelerek kendini bulan Keita'nın Afrika Kupası'ndaki performansı Fildişi Sahilleri için umutları artıran faktörler.

Vahid Halilodzic 23 maçlık bir yenilmezlik serisinden sonra Cezayir'e elenmelerini takımın mental güçsüzlüğüne bağlamış. Avrupa'nın çok yüksek seviyelerinde futbol oynayan oyuncular var bu takımda, baskılara alışkın olmalılar diye düşünmeden edemiyor insan. Ama Halilodzic'in dediği gibi bir baskı durumu varsa bunu görebileceğimiz en güzel yer Dünya Kupası olacak.

Futbol kamuoyundaki genel beklenti, sonunda Afrika'dan Dünya Kupası'na damga vuracak bir takımın çıkabileceği, ve bu takımın da büyük ihtimalle Fildişi Sahilleri olacağı.

İyimser Senaryo

Sağı solu belli olmayan ve kötü bir dönemden geçen bir Portekiz, gruptan elenir. Kore averaj takımı olur. Brezilya'nın ardından Fildişi Sahilleri bir sonraki tura çıkar. "Round of 16" daki muhtemel rakipleri İspanya olacaktır ki bence bu Fildişi için yolun sonu demek. İspanya'nın kötü bir sürpriz yapması halinde İsviçre ile karşılaşabilirler. Bu engeli aşarlarsa İtalya - Fildişi Sahilleri çeyrek finali izleyebiliriz. İtalya Fildişi için alt edilemeyecek bir takım değil, hatta İspanya'ya karşı olduğundan çok daha fazla şansları olur böyle bir karşılaşmada. Ama yarı finalden itibaren devreye Almanya, Arjantin, belki de İngiltere gibi takımlar girecek ki Fildişi bu engelleri aşamayacaktır. Yani Fildişi Sahilleri için iyimser senaryomuz, sayısalı tutturmaları ve yarı finale kadar ulaşabilmeleri. Çok çok iyimser...

Kötümser Senaryo

Portekiz'in, beklentilerin aksine, bir toparlanma sürecine girip iyi bir performans sergilemesi durumunda ikincilik kolay bir hedef olmayacaktır Fildişi için. Halilodziç'in bahsettiği baskı meselesi de Fildişi'nin başını ağrıtırsa gruptan çıkmaları zora girebilir. Ayrıca Drogba'nın performansı başlı başına bir faktör Fildişi'nin Dünya Kupası macerasında.

Muhtemel Kadro

Fildişi için önceden bir kadro tahmini yapmanın zor olduğunu düşünüyorum, zira daha teknik direktör adaylarında bile bir tutarlılık gözükmüyor. 10 gün kadar önce Sven-Goran Eriksson gelecek denirken 2 gün önce Mark Hughes ismi dolanmaya başladı. Yine de bir diziliş vermek gerekirse...

Diziliş: 4-2-3-1
Kaleci: Boubacar Barry
Defans: Emmanuel Eboué, Siaka Tiene, Kolo Touré, Souleman Bamba
Orta Saha: Didier Zokora, Yaya Touré, Gervinho, Bakari Kone, Salomon Kalou
Forvet: Didier Drogba

Yıldız Oyuncu: Didier Yves Drogba Tébily


Chelsea tarihinin en çok gol atan yabancı futbolcusu, Fildişi Sahilleri'nin kaptanı ve milli takım tarihindeki en golcü oyuncu. Kariyerine çoğu Fildişili gibi Fransa'da başlamış. İlk profesyonel kontratını yapmak için 21 yaşına kadar beklemiş. Afrika Futbol Konfederasyonu 2009'un en iyi futbolcusu seçti kendisini. Zaman zaman Anelka'nın yedeği olarak görsek de kendisini, hem kulüp hem milli maçlarda maçı kurtarması için gözünün içine bakılan bir isim Drogba. Dünya Kupası'nda da bu farklı olmayacak.

Kimi zaman asabiyetiyle de gündeme geldi Drogba. Ama Afrika'daki insanların eğitimine ve sağlığına katkıda bulunmak için bir vakıf kuracak kadar da güzel bir insanmış kendisi.

Patlama Yapması Muhtemel İsim: Gervais Yao Kouassi


1987 doğumlu bu FM efsanesinin ismini her gün daha fazla duyar olduk. Lille böyle oyuncuları parlatıp, meşhur edip satan bir kulüp zaten. E o zaman neden olmasın? Gervinho için büyük fırsat olacak bu Dünya Kupası. Ayrıca Gervinho'nun, Lille efsanesi Halilhodzic'in milli takımdan ayrılmasına bir hayli üzüldüğünü de ekleyelim. Umalım da performansını kötü yönde etkilemesin bu olay.

Bir Portre: Abdul Kader Keita


Aslan parçamızın Afrika Kupası'nda sonradan oyuna girdiği maçlarda yaptığı etkiyi hatırlıyoruz. Patlama yapacağına inandığım bir başka isim de Keita açıkçası. Hem milli takım performansı hem de Galatasaray'da yaptığı işler beni umutlandırıyor. Keita da Gervinho gibi yolu Lille'den geçmiş ve 18 Milyon € bedelle Lyon'a transfer olmuş bir isim. Kısacası 5-6 sene önce Gervinho için söylenenler onun için söyleniyordu belki de. Artık futbolunun olgun dönemlerine gelmiş olsa bile performansındaki yükseliş Dünya Kupası'na da yansıyabilir Keita'nın. Aşağıda Keita'nın Afrika Kupası'nda çıldırdığı ve çıldırttığı anları izleyebilirsiniz.




24 Mart 2010 Çarşamba

Dünya Kupası Finalistleri #6 - Gana


Bugüne kadar kupa değerlendirmelerinde kupanın favori takımlarını incelemiştik. Şimdi sırada kupanın ev sahibi kıtasının temsilcilerinden Gana var. 2009'da 20 yaş altı Dünya Şampiyonu ünvanını kazanan genç milli takımlarından 8 oyuncuyu Afrika Kupası'nda oynatan Gana, Mısır'ın yokluğunda turnuvanın en potansiyelli Afrika takımı izlenimini veriyor. Bundan sonraki turnuvaların en güçlü Afrika temsilcisi olması beklenen Gana, 2010 Dünya Kupası ile yeni bir yolculuğun ilk adımını atmış olacak.

Beklentiler:

Afrika'nın futbol dünyasının gündemine oturduğu 2009-2010 sezonu, Ganalılar için altın bir dönem olmaya çoktan başladı bile. Öncelikle 2009 U-20 Dünya Şampiyonası'nda gelen şampiyonluk, sonrasında ise 2010 Afrika Kupası'nda oynanan final, ülkedeki beklentileri iyice yükseltmiş durumda. Bütün bu başarıların yanında, bu turnuvalarda parlayan genç isimler de daha uzun yıllar Gana futboluna hizmet edecek gibi görünüyor. Bu nedenle de Afrika Kupası öncesinde(biraz da sakatlıklardan ötürü) takımda bir gençleşmeye gidildi ve dünya şampiyonu olan U-20 kadrosundan 8 isim çağırıldı. Öyle ki, Afrika Kupası'nda final maçına çıkan ilk on birin yaş ortalaması 24.2'ydi. Sarpei ve Kingston'ı çıkardığımızda ise geri kalan 9 ismin yaş ortalaması yalnızca 22.2. Bu istatistiklere bakıldığında bu kadronun yalnızca bu Dünya Kupası'nda değil, önümüzdeki iki Dünya Kupası'nda daha boy göstermesi muhtemel görünüyor. Bu nedenle Gana'nın bu turnuvadaki öncelikli hedefi geleceğin takımını kurmak olacaktır. Ancak, bu kadar genç bir takımla katıldıkları turnuvada tecrübe eksikliği, fiziksel yetersizlik ve oyuncuların kendini göstermek adına bireysel oyuna yönelmeleri takıma zarar verebilir. Kaderlerini ise, turnuvada oynayacakları ilk maç olan Sırbistan maçı belirleyecektir.

İyimser Senaryo:

Afrika'nın Kara Yıldızları bu zorlu gruptan ikinci tura yükselmeyi başarabilirlerse, altın sezonlarının sonunda unutulmayacak bir başarıya imza atmış olurlar. Çeyrek finale çıkabilmek için ise Almanya veya İngiltere'den birini saf dışı bırakmaları gerek, ki bu pek mümkün görünmüyor.

Kötümser Senaryo:

İlk Sırbistan maçında alınacak kötü bir sonuç, bu genç takımın moralini çabuk bozarsa Gana, Güney Afrika'ya grubun dibine demir atarak veda edebilir.

Muhtemel Kadro:

Diziliş: 4-4-2
Kaleci: Kingson
Defans: Pantsil-Vorsah-Mensah-Sarpei
Orta Saha: A.Ayew-Essien-Annan-Agyemang Badu
Forvet: Gyan-Opoku

20 yaş altı kadrosundan gelen takviyelerle birlikte alternatifli bir kadroya sahip olan Gana'nın 4-4-2 ile 4-3-3'ün çeşitlerini oynayabilecek bir kadrosu var. Yine de önemli isimlerin yokluğunda, Afrika Kupası'nda her iki dizilişte de orta sahanın pas yapmakta biraz zorlandığını gördük. Essien'in kadroya katılması takıma hem sahada hem de liderlik anlamında önemli güç katacaktır; ancak Muntari ile bazı problemler yaşayan hocanın Mauntari'yi 2010 kadrosuna alması güç. Şampiyon olan genç takım kadrosunun önemli isimleri Adiyiah, Opare, Inkoom gibi isimler de şans buldukları takdirde dikkat çekebilirler.

Yıldız Oyuncu: Michael Essien (Chelsea)


Enerjisi hiç bitmeyen, defansta ve orta sahada hemen her pozisyonda oynayabilen Essien, temel pozisyonu olan orta sahanın ortasında çift yönlü modern futbolcu tipinin en iyi örenkelerinden birini sergiliyor. "Orta sahada topla ilerlerken karşınıza çıkmasını istemeyeceğiniz ilk isim" konulu bir ankette açık ara birinciliği alması mümkün. Lyon formasıyla defansta oynadığı bazı maçlarda yeterince enerji harcayamadığı için maç sonrası takım arkadaşları soyunma odasına giderken, onun sahada ekstra koşular yaptığını söylersek herhalde kimse şaşırmaz. Chelsea'ye transfer olduğunda bonservis ücreti nedeniyle Mourinho'yu eleştirenler, Essien'in idolü olan Makalele'nin boşluğunu çok iyi doldurmasıyla kısa sürede pişman oldular. Ön libero oynamasına ilişkin olarak "Ön libero oynadığım zaman ileri çıkmamam gerektiğini biliyorum; ancak hocalarımın buna pek itirazı yok; çünkü geri dönebilecek enerjim olduğunu biliyorlar." yorumunu yapıyor. Sahada bu patlayıcı enerjiye sahip olabilmek adına günde 12-14 saat uyuduğunu da dipnot olarak ekleyelim.

Patlama Yapması Muhtemel İsim: Andre 'Dede' Ayew (AC Arles-Avignon)


Kardeşi Rahim Ayew ile birlikte yazın oynanan 20 yaş altı dünya şampiyonasının yıldızlarından olan Ayew'in bu kadar yetenekli olması tesadüf değil; zira babası Afrika'dan çıkan en büyük yeteneklerden biri olan ve Afrika'da yılın futbolcusu ödülünü üç yıl üst üste kazanan Abedi Ayew, ya da herkesin bildiği ismiyle Abedi Pele. Kariyerine babasının 1993 yılında Şampiyonlar ligi Şampiyonluğu kazandırdığı Marsilya'da başalayan Ayew, bu yıl için 2. lig takımlarından AC Arles-Avignon'a kiralandı. Kariyerinin devamında Marsilya'da babası gibi başarılı olmak da hedefeleri arasında. Babasının hiç bir zaman erişemediği Dünya Kupası'na gittiğinde ise kariyerinde önemli bir hedefi yakalamış olacak. İlk onbirde başlaması da oldukça muhtemel, kendine güvenli oyununu devam ettirmesi halinde parlak bir kariyere doğru ilk adımlarını atabilir.

Bir portre: Dominic Adiyiah (AC Milan)


20 yaş altı Dünya Şampiyonası'nı, hem gol kralı hem de en değerli oyuncu ünvanlarıyla tamamlayan Adiyiah'ın büyük klüplerin dikkatini çekmesi de zor olmadı ve Adiyiah, ocak ayında AC Milan'a katıldı. Mısır'da güçlü, hızlı ve yetenekli bir forvet olarak göz dolduran bir performansa imza attı ve 4-3-3 sisteminde forvet hattının her bölgesinde oynayabileceğini gösterdi. Kendisine yönelik beklentiler hayli artmış durumda; ancak Adiyiah da beklentileri karşılamak adına kendine güveniyor. Milano'ya geldikten sonra yaptığı açıklamada, eski 20 yaş altı şampiyonası yıldızları Messi, Saviola ve Agüero'nun izinden gideceğini belirten Adiyiah'ın idolü ise Brezilyalı santrafor Ronaldo.

22 Mart 2010 Pazartesi

Trabzonspor 1 - 0 Galatasaray: Selvi Gibi Ümitler Döndü Birer İğdeye


Her fırsatta Trabzon ve Fener maçlarının ikisinden de galip çıkamayacağımızı söyleyip durmuştum. Ama sezon geneline bakıldığında ortalamanın üstünde oynadığımız bir maçta malubiyet almak fena koyuyor insana. Zira maç sonunda söylediğim ilk şey "biraz da şans olsun be kardeşim" idi...

Onur'un da hakkını verelim, çok net pozisyonları kurtardı. Keita, Gio, Jô üçlüsünün kötü oynadığını söylemek zor. Özellikle Gio'nun tüm sahayı koşup köşeye gönderdiği şut beni mest etti. Ama olmadı mı olmuyor, Onur onu da aldı.

Takımın Arda'yı aradığı yorumlarına katılmıyorum. Belki de katılmak istemiyorum. Koskoca takımın bir oyuncunun yokluğunda çökmesini içime sindiremiyorum çünkü. Arda olsa işler değişik olur muydu? Belki olabilirdi. Biz koskoca bir takımsak, Arda da dev bir futbolcu. Ama Arda'nın varlığında da bu akşamki sorunlardan muzdarip olmadık mı? Çok olduk... (Bu arada Messi Zaragoza'ya öyle bir gol attı ki, Arda - Messi karşılaştırması aklıma geldi, güldüm.)

Maçın manavları ise Mustafa ve Caner'di. Caner'in her duran topu ön direğe, Trabzonsporlu'ların kucağına kesmesi çıldırtacak cinsten. Her topu şişirmesi ve akabinde Trabzon'un topu kazanması da cabası. Sağ kanattan yediğimiz her akında rakiple arasına 5 metre koyup izliyor karşısındakini. İzle Caner, izle ki adam ölçsün, biçsin öyle yapsın ortayı.

Mustafa'ya diyeceğimi dedim zaten defalarca. Boş boş gezinmeye devam... Kevgire çevirdi adam orta sahayı. Mustafa ve Barış paşa çocuğu gibi maçı seyrederken her topa basan, faul yapan, top kazanan, kendini paralayan ismin sadece Elano olması akıl alır bir şey değil. Barış'ın da bu maçta Mustafa'dan çok farkı yoktu, ama topu daha iyi kullandığı da bir gerçek. En azından topuk pası falan verecek kapasitesi var, ileriye (oynarsa) daha isabetli top kullanıyor. Ne bileyim, topu alınca daha güven veren cinsten bir adam işte.

Yediğimiz gol, iki saniyede iki stoper arasındaki kalite farkını ortaya koyar cinsten. Luc'un meziyetlerini sergilemeye Emre'nin kapasitesi yetmeyince böyle oluyor işte. Luc hakikaten başka bir oyuncu.

Emre'ye de kötü oyuncu demek de büyük haksızlık aslında. Hatasına rağmen Emre Güngör maçın adamlarından biriydi bizim açımızdan. Bir gol yedirmiş olabilir ama 2-3 net pozisyon çıkardığını da unutmamak lazım. Eğer yabancı bir stoper daha alınmayacaksa Luc'un yanında banko oynaması gereken isim kesinlikle Emre. Rijkaard da bu gerçeği görüp aynı şeyleri söyleyerek ne kadar aklı başında bir adam olduğunu gösterdi.


Rijkaard'a gelmişken, adamın saçları gözümüzün önünde beyazladı. Hakikaten üzülüyorum, adam Deco'larla, Xavi'lerle orta saha kurarken Mustafa'larla Mehmet'lerle uğraşıyor. Başkan seçimi alırsa Rijkaard'ın sözleşmesini uzatacağını söyledi. Umarım ikisi de olur. Adamsın Frank.

Son Dakika: Messi Zaragoza maçını tek başına aldı. Sen de hayvansın Messi.

20 Mart 2010 Cumartesi

pazar iddaa'sı...


Bugün ki kuponumuzda Newcastle United biraz bizi yanıltmış olsa da yarın için yine ideal bir kuponumuz var;


349 - Hamburger SV-Schalke 04: Bayern'in bugün frankfurt karşısındaki sürpriz mağlubiyeti ve Dortmund'un da evinde Leverkusen'i farklı geçmesinden sonra Schalke için bu maç liderlik maçı halini aldı. Hamburg isa kötü gidişe bu maçla dur diyerek yeniden yukarılara çıkmayı hedefliyor. İki taraf da sahaya tam kadroya yakın çıkacaklar. Gol atmayı ve yemeyi alışkanlık haline getiren bu iki ekip ilk maçtaki 3-3 kadar olmasa da yine maçı 2,5 gol üstüne taşıyacaklardır.

349-ÜST-1,80


357 - St. Gallen-Basel: İsviçre liginin lokomotifi olan iki ekibin karşılaşmasından, eski günlerini arayan St. Gallen karşısında zirve hesapları yapan Basel'in galibiyetinin 1,75 oranla kaçırılmayacak seçenek olduğunu düşünüyorum. Ama bir İsviçre ligi klasiği olarak bu maçta da 2,5 gol üstü garanticiler için daha uygun bir tercih olacaktır.

357-2-1,70

357-ÜST-1,45


340 - Bari-Parma: Serie A'da ligin iki rahat ekibinin karşılaşmasında biraz oran yükseltmek isteyenler Parma galibiyetini düşünebilir, ancak ben eşitliğin 90 dakika sonunda bozulmayacağı düşüncesindeyim. 0,2 çifte şans en mantıklı seçenek olacaktır.

340-2-3,40

340-0,2-1,50


810 - Oyak Renault-Aliağa Petkim: Beko Basketbol Liginde son haftalar yaklaştıkça alt sıralar da iyice karışmaya başladı. Renault art arda kazanamadığı 8 maçtan sonra son iki maçında Telekom ve Beşiktaş'ı yenerek ligde kalma yolunda büyük bir adım attı. Aliağa is son 3 maçını farklı kaybederek yeniden düşme potasına yaklaştı. İstediği havayı yakalamış olan Renault evinde bu maçı almaya yakın olan taraf olarak bir adım öne çıkıyor.

810-1-1,70


Herkese bol şanslar, bol kazançlı günler...

19 Mart 2010 Cuma

İDDAA


Bu hafta Cumartesi gününden bir kupon yapalım Pazar gününe hazırlık olsun istedim. Bu hafta Cumartesi günkü maçlar biraz çekişmeli olacak gibi görünse de birkaç tahmin yapmak istedim.

277 - PSV Eindhoven-Twente: Hollanda Eredivisie'de haftanın en zorlu maçı zirvenin en yakın takipçisi olmasına rağmen son iki haftada aldığı mağlubiyetlerle bu hafta belki de ligin lideri karşısında son şansını kullanacak olan PSV ile lider Twente arasında oynanacak. Deplasmanlarda az gol atıp az gol yiyen Twente ile düşüşte olan PSV arasında oynanacak olan bu mücadeleden galip çıkmayacağı düşüncesindeyim.
227-0-3,10


266 - Dortmund-Bayer Leverkusen: Bundesliga'nın zorlu maçında, önceki hafta Nurnberg'e kaybedip ligdeki ilk mağlubiyetini alan ve aynı zamanda zirveyi Bayern'e bırakan Leverkusen ile son iki haftada 7 gol atıp leverkuseni yakından takip etmeye başlayan Dortmund karşı karşıya geliyor. Bu sezon ligde 53 gol atan Leverkusen'in neredeyse her maçı üst bitiyor. Son iki haftada büyük yükselişte olan Dortmund'un da evinde mutlak gol bulacağını ve iki golcü ekibin maçı 2,5 gol üstüne taşıyacağı düşüncesindeyim.
266-üst-1,55


284 - Palermo-İnter: İtelya liginde belki de haftanın en zorlu maçlarından biri Stadio Renzo Barbera'da her sezon bir yükselip bir düşüşe geçen ama bu sezon ilk kez istikrarlı bir yükselişte olan Palermo ile lider İnter arasında oynanacak. İnter haftaiçinde Chelsea'yi elerken ne kadar yorulmuş olsa da bu maçta 2,00 oranla kaçırılmayacak olan taraf düşüncesindeyim.

284-2-2,00


290 - Espanyol-Sevilla: La Liga'da düşüşte olan iki ekip Espanyol ve haftaiçinde büyük bir sürpriz yaparak Şampiyonlar Liginden CSKA'ya evinde yenilerek elenen Sevilla karşılaşıyor. Espanyol'un puan ve puanlara ne kadar ihtiyacı da olsa Sevilla deplasmanda kazanmaya yakın olan taraf olarak bir adım öne çıkıyor.

290-2-2,00


264 - Bristol City-Newcastle United: Cumartesi günü için son maçımız İngiltere Championship'ten lider Newcastle ile ligin iddiasız takımı Bristol City arasında oynanacak. Newcastle zaten yakışmadığı bu ligde gücünü ıspatlamış durumda ve son 9 haftaya da 1 maç eksiği ile 4 puan önde zirvede giriyor. Bu maçta da bir kazay uğramayarak zirvedeki yerini iyice sağlamlaştıracak ve puan farkını 7'ye çıkartacaktır.

264-2-1,70


Herkese başarılar ve bol kazançlı günler....

Münferit Olarak... Ben de...


Bir Hürriyet klasiği daha. Gazeteni de, seni de, köşeni de, anneni de, tüm yakınlarını da münferit olarak öpüyorum.

Galatasaray-Ankaragücü maçında tribünden atılan ve ağır yaralanan bir taraftar yüzünden bir kere değil, bin kere kapatılması gereken Ali Sami Yen'i, ''Olay münferittir'' diyerek kapatmamış..

Bu olayda emeği geçen yukarıda adını saydığım tüm Galatasaraylı, ya da Galatasaray sempatizanı abilerimin, ablalarımın, kardeşlerimin ellerinden, gözlerinden, kısacası ''Her yerinden'' MÜNFERİT olarak öper, başarılar dilerim!!!

Nice ''Şaibeli'' şampiyonluklara..

buyurmuş, annesi öpülesi köşe yazarımız. Tırstı herhalde Sami Yen'den...

18 Mart 2010 Perşembe

Das Weisse Band - Karanlığın Yükselişi


2000'lerin en önemli auteur'lerinden Michael Haneke'nin, hak ettiği Altın Palmiye'ye ulaşmasını sağlayan Beyaz Bant(Das Weisse Band) filmini Ankara Film Festivali'nde izleme şansı buldum. (Davetimi kabul edip filmi benimle birlikte izleyen julia'ya da bu satırlardan bir kez daha teşekkür ederim.) 2000'lerin ortasına kadar Funny Games, Code Inconnu ve Cache filmleriyle bizlere yaşadığımız dönemi ve toplumu sorgulatan Haneke, bu kez Kuzey Almanya'nın bir köyünde 1900'lerin başındaki toplumsal değişimleri gündeme getiriyor ve iki Dünya Savaşı öncesinde, Almanya'daki atmosferi inceliyor. Haneke, bu dönemin karanlığının masumiyetin beyazlığını nasıl kapattığını göstermek için siyah-beyaz bir film çekmiş ve sinematografide ne kadar usta bir yönetmen olduğunu bizlere bir kez daha ispat etmiş.


Haneke'nin yeni filminde yaşanan zamansal değişim, yönetmenin seyirciyle araya mesafe koyan bir anlatım tarzını seçmesine ve hikayeyi bir anlatıcı (köyün öğretmeni) kullanarak aktarmasına neden olmuş. En sert eleştirileri, seyirciye karşı soğuk olduğuna inanan eleştirmenlerden alan Haneke, anlaşılan bu eleştirileri umursamamış ve risk alarak başarılı olmuş. Zaten bu farklı tercihlere karşın, Haneke filmlerinin karakteristik özellikleri filmin başlangıcından itibaren etkisini hissettiriyor. Şiddeti bizlere göstermeden, yani seyirciyi manipüle etmeden ona hayal edecek alanlar bırakan; ancak şiddetin varlığını hissettirerek seyirciyi huzursuz eden tipik bir Haneke filmiyle karşı karşıyayız. Çekimde kullanılan çerçeveler de, sıkışmışlık hissini yaratmak için özenle seçilmiş. Ekrana ucu ucuna sığdırılan binalar ve kapı pencere aralıklarıyla sınırlanan çerçeveler, çevresel baskıyı adeta seyircinin omzuna yüklüyor.


Haneke'nin, yukarıda bahsettiğimiz filmlerde, 21. y.y. metropollerinde gösterdiği gibi, 1910'ların Almanya'sında da şiddetle çevrili bir ortamın içinde buluyoruz kendimizi. Şiddeti doğuran araçlar, kadın-erkek ilşkilerinden aile-çocuk çekişmesine, Sınıfsallığın getirdiği çatışmadan kendimize duyduğumuz şiddete çok geniş bir spektrumda seyirciye aktarılıyor. Yine de hepsinden daha korkuncu, film boyunca etkisini hissettiğimiz "nedensiz yere uygulanan şiddetin" dayanılmaz varlığı. Bu kadar geniş bir bakış açısına sahip olmamıza karşın, köyde işlenen suçların sorumlularını bulamamamız, hem bu nedensiz şiddet duygusunu güçlendiriyor hem de şüphenin gölgesi altında yaşanan, bireyin kendini özgür hissetmediği ortamın daha iyi anlaşılmasını sağlıyor. Haneke, bütün filmlerinde yaptığı gibi, iyi-kötü karakterler üzerinden taraflı anlatımlar yapmak yerine, bütün karakterlere mesafeli durarak tartışılması gerekenin şiddet kavramı olduğunun altını çiziyor.


Bütün bu şiddet yaratan unsurların gösterildiği filmde aslan payını ise, William Golding'in Sineklerin Tanrısı romanında olduğu gibi çocukların uyguladığı şiddet alıyor. Haneke de, Sight and Sound dergisine verdiği röportajda masumiyetin çocukluğa ve çocuklara atfedilemeyecek bir kavram olduğunun altını çizmek istediği için bu filmi çektiğini açıklıyor. Bu filmi çekmek için ana motivasyon kaynağının çocukların görüntülerinin ardındaki gerçek olduğunu da ekliyor. İktidar kavramının her yaşta ve her çocuk arasında olabileceğini hesaba kattığımızda, Haneke'ye hak vermeden yapamıyoruz. Haneke filmlerinin ortak teması olan aile içi çatışma da, bu sefer çocukların kendi kimliklerini yaratırken aileleri ile yaşadıkları çekişmeler üzerinden anlatılmış. Filmin ismi olan beyaz bant da, bu çekişmeleri önlemek için ailelerin bulduğu çözümlere yapılan bir gönderme olarak karşımıza çıkıyor.


Haneke'nin 1910'lu yılları yaşayan bir köye dönmesi, aynı zamanda burjuvazi ile uğraşmayı bu film özelinde rafa kaldırması anlamına geliyor. Bu filmde kendimizi toprak sahibi (baron), din adamı (peder), okul ve köylünün oluşturduğu feodal yapının içinde buluyoruz. Toprağa dayalı düzenin yarattığı statik yapı; din adamı, toprak sahibi ve aile kurumu tarafından kontrol edilirken, toplumun tasvip etmeyeceği davranışlarda bulunanlar (yaşlarına bakılmaksızın), fiziksel şiddet kullanılarak cezalandırılırlar. Toplumu düzenleyen ahlak kurallarını dayatan bu kurumlar, güçlerini yitirmeye başladıkça daha fazla şiddet üreten yapılar haline gelirler; ancak zamanın akışı karşısında durmaları mümkün olmayacaktır. Bu feodal yapının kırılmak üzere olduğu, kilisede birliğin bozulmasından, pederin ailesini dahi kontrol edememeye başlamasından ve baronun karısının Lombardia'li bir tüccarla, yani yeni hakim sınıftan bir adamla beraber olmasından bellidir. Hakim sınıfların yanında şiddet nedeniyle sinen, umutsuz, aşağılanmış ve kendini kanıtlamak isteyen toplum, artık büyük değişimlere gebedir.


İktidar bunalımına giren toplumun, yeni ve daha büyük ölçekli bir iktidarın büyüsüne kapılması doğaldır. Bu nedenle, toplumsal değişimin yönü ise burjuvazi iktidarındaki ulus-devlete doğru olacaktır. Ulus-devlet yapısında toplumun kendini yöneten sınıfla özdeşleştirmesi, şüphesiz toplumun bütün kesimlerinde yeni bir heyecan yaratcaktır. Final sahnesinde köyün, 1. Dünya Savaşı nedeniyle kilisede nasıl yeniden bir araya geldiğini gördüğümüzde, bu iktidar değişiminin yarattığı heyecanı da daha iyi anlıyoruz. Filmde şiddetin ortasında kendilerini bulan çocukların, 2. Dünya Savaşı öncesi Alman kamuoyunu yaratacaklarını düşndüğümüzde, bu filmin faşizmin yükselişine dair bir film olduğu yorumunu da yapabiliriz.

Yine de bu filmdeki köy özelinden, Naziler hakkında tümevarıma gidilebileceğine pek inanmıyorum. Öncelikle filmde, özürlü çocuğa uygulanan şiddet dışında faşizme doğrudan hiç bir atıfta bulunulmuyor. Ayrıca, ulus-devletle birlikte iktidara geçen burjuva sınıfı hakkında hiç bir ipucuna da rastlamıyoruz. Bu nedenle filmi, faşizme yol açan şiddeti sergileyen film olarak nitelendirmek yerine, Almanya'da feodalitenin çöküşünden ötürü ortaya çıkan şiddet ile ilgili bir film olarak yorumlamak daha doğru olacaktır diye düşünüyorum. Böylelikle filmi ağır bir tarihsel sorumluluğun altına itmemiş oluruz ve filmin başarısını daha iyi takdir edebiliriz. Filmin konusunu ustalıkla anlatan ve Avrupa sineması açısından kısır geçen 2000'lerin sonunda bizleri gerçek bir başyapıta kavuşturan Haneke'ye teşekkürümüzü ederek yazıyı sonlandıralım.

Yeni LİDER........

Bu liderlik yazısını yazmak için çok uzun zamandır bekliyordum ve kısmet 25. haftayaymış. Bu sezon başında ilk yedi içinde yer alacak bir takım olarak görülüyordu Bursaspor, geçen sezon Fenerbahçe ve Galatasaray bu sezon toparlanmak için Şampiyon Beşiktaş'ta unvsnını korumak için çok fazla yatırım yapacaklardı ki öyle de oldu. Sivasspor geçen seneyi mumla arayacağını daha sezon başındaki Anderlecht maçlarında göstermişti ki öyle de oldu. Ama kimse Bursaspor'dan böyle tarihi bir başarı beklemiyordu. Ertuğrul Sağlam sezon başında o kadar inanan o kadar mücadele eden ve son dakikaya kadar direnen bir ekip kurdu ki, kimsenin ummadığı bir anda zirveye yerleşti Bursaspor.



Önceki sezondan korunan kadroya en önemli takviye yıllarca Avrupa da top koşturmuş ve kendisini kanıtlamış olan Ivan Ergic, adını belki de kimsenin duymadığı ama geldiği ilk günden itibaren takıma çok şey katan küçük Arjantinli Pablo Batalla, Kayserispor'dan alındığında takıma katkısının bu kadar olacağını hiç tahmin etmediğim Turgay Bahadır ve en önemlisi de Bucaspor'dan bonservis ödenmeden alınan Ozan İpek oldu. Sezon başından beri resmi maçlarda alınan sadece 5 mağlubiyet, 5 beraberlik ve 22 galibiyet bu transferlerin ve takımda tutlan oyuncuların ve en önemlisi de Beşiktaş'tan sadece 1 maçın sonucuna göre gönderilen Ertuğrul Sağlam'ın başarısı olarak 25. haftada liderlik koltuğuna oturdu Bursaspor.

Bursaspor'u yazmışken büyük Bursaspor taraftarına da değinmeden olmaz. Sezon başından beri takımlarını inanılmaz bir inanç ve azimle destekleyen bir taraftar grubu var Bursa'da. Bursa Atatürk stadındaki her maç maçın adı önemli olmaksızın tıklım tıklım doluyor ve 90 dakika boyunca da susmuyor tribünler. Umuyorum ki Bursaspor taraftarı diğer şehir takımlarımızın taraftarlarına da örnek olur ve önümüzdeki sezonlarda diğer takımlarımızı da taraftarları fazlasıyla desteklerler.


Kalan 9 haftada Bursaspor 8 maç yapacak. Sezonun sondan bir önceki maçını (Ankaraspor ile oynayacağı için) saymassak son üç haftada üç zorlu maç yapacak Bursaspor. Son deplasmanını sondan üçüncü hafta İstanbul'da Galatasaray ile oynayacak olan Bursaspor sonrasında evinde Kayserispor ve boş geçen bir haftadan sonra son hafta yine içerde Beşikteş maçı ile sezonu noktalayacak. Eğer ki Bursaspor, Galatasaray maçına kadar olan dönemde içeride Denizli, Antalya ve Antep, dışarda ise İstanbul Belediye ve Gençlerbirliği karşılaşmalarından 13 ya da 15 puan toplayabilirse gerçekten tarih yazmaya çok yaklaşacak ve umuyorum ki sezon sonunda, ligimizde dört büyükler haricinde ligden sadece 1 defa düşerek ligimizin gerçekten en köklü kulüplerinden biri olan Bursaspor mutlu sona ulaşarak lidimize yepyeni bir oluşum getirecek. Bu timsah yürüyüşünün sezon sonunda şampiyonluk için yapılması dileği ile, BAŞARILAR BURSASPOR.....

15 Mart 2010 Pazartesi

Arhaveli İsmail'in Hikayesi


(...)
Arhaveli İsmail
kendi kendine sordu:
«emanetimizle varabilecek miyiz? »
kendine cevap verdi:
«varmamış olmaz.»

gece, Tophane rıhtımında
kamacı ustası Bekir Usta ona:
«evlâdım İsmail, » dedi,
«hiç kimseye değil, » dedi,
«bu, sana emanettir.»

ve Kerempe Fenerinde
düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde,
İsmail, reisinden izin isteyip,
«Şaban Reis, » deyip,
«emaneti yerine götürmeliyiz, » deyip
atladı takanın patalyasına,
açıldı.

«Allah büyük
ama kayık küçük» demiş yahudi.
İsmail bodoslamadan bir sağnak yedi,
bir sağnak daha,
peşinden üç-kardeşler.
Ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer
alabora olacaktı.

Rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor.
Ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor:
Sıvastopol'a giden bir geminin
sancak feneri.

Elleri kanayarak
çekiyor İsmail kürekleri.
İsmail rahattır.
Kavgadan
ve emanetinden başka her şeyin haricinde,
İsmail unsurunun içinde.
Emanet:
bir ağır makinalı tüfektir.
Ve İsmail'in gözü tutmazsa liman reislerini
ta Ankara'ya kadar gidip
onu kendi eliyle teslim edecektir.

Rüzgâr bocalıyor.
Belki karayel gösterecek.
En azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil.
Fakat ismail
ellerine güvenir.
O eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini
ve Kemeraltı'nda Fotika'nın memesini
aynı emniyetle tutarlar.

Rüzgâr karayel göstermedi.
Yüz kerte birden atlayıp rüzgâr
bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi
düştü.

İsmail beklemiyordu bunu.
Dalgalar bir müddet daha
yuvarlandılar teknenin altında
sonra deniz dümdüz
ve simsiyah
durdu.
İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri.
Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine.
Bir ürperme geldi ismail'in içine.
Ve bir balık gibi ürkerek,
bir sandal
bir çift kürek
Ve durgun
ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı.
ve birdenbire
öyle kahrolup duydu ki insansızlığı
yıldı elleri,
yüklendi küreklere,
kırıldı kürekler.

Sular tekneyi açığa sürüklüyor.
Artık hiçbir şey mümkün değil.
Kaldı ölü bir denizin ortasında
kanayan elleri ve emanetiyle ismail.
İlkönce küfretti.
Sonra, «elham» okumak geldi içinden.
Sonra, güldü,
eğilip okşadı mübarek emaneti.
Sonra...
Sonra, malûm olmadı insanlara
Arhaveli İsmail'in âkıbeti..."

Nazım Hikmet'in Kuvay-i Milliye destanının ikinci bap'ında anlatılan Arhaveli İsmail'in hikayesinin benim için yeri ayrıdır. Bu nedenle, hazır bloga Nazım Hikmet ile ilgili bir yazı girilmişken, bu şiiri bilen bilmeyen tüm arkadaşlarımla yeniden paylaşmak istedim. Hikayenin muazzamlığı bir kenara, benim için bu hikayeyi ayrı kılan "Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine" dizesidir. İnandığı uğurda kavga verdiği sürece hayatımızı anlamlı kılacağımızı anlatan ve akıllara kazınan bir dize.

Hayata tutsak olmaz Arhaveli İsmail, bu yüzden mekanın kısıtlayıcılığını önemsemez, o bu dünyaya dalgalarla savaşmaya gelmiştir ve bilir ki emeğinin karşılığını düşmanın yurttan atıldığı gün görecektir. Hayatlarını bir amaç uğruna geçirenlerin; zamanı, mesafeleri ve zorlukları nasıl aşabileceğini gösterir bize Nazım Hikmet bu dizelerde. Ancak, ne zaman dalgalar durulur, İsmail'in kavgası da son bulur. Artık, mekanın sınırlayıcılığı ve yalnızlığı düpedüz önüne serilmiştir ve İsmail, kendi kavgasını veremediği bir hayata yabancı olduğu için yoluna devam edemeyecektir.

Bu dünyaya neden geldiğimizi veya kendi seçimimizle bu dünyaya gelmemizin bir haksızlık olup olmadığını bilmiyorum; ama inandığım bir şey varsa, o da bu dünyada aklımızı kullanacak ve kendi kavgamızı verecek cesarete sahip olduğumuz sürece özgür kalacağımızdır. Biz aklımızı kendimiz kullanma cesaretini göstermediğimiz sürece, bizim emeğimizi sömürmek için bize özgürlük verdiğini iddia eden ve dünyamızı zindana çeviren Naziler her zaman başımıza dikileceklerdir. 12 yıl mahpusta kalan Nazım'ı özgür kılan, bu dünyada kendi kavgasını vermiş olmanın vicdanında yarattığı rahatlıktır. Yazdığı ölümsüz eserlerle, kodesinin sınırlarını ve 62 yıllık hayatını fersah fersah aşmıştır Nazım, yüreğini göğüs kafesinden çıkarıp içine attığı ateş de hala parıldamaktadır.

Dünya mahpusluğundan kurtulmak için, emeğimizi daha hakça bir düzenin var olmasına adamak hiç de fena bir çözüm gibi durmuyor. Belki de toplumu, bizi sınırlayan bir yalnızlık üreteci olarak görmemizin önüne geçecek olan da budur; paylaşmak. En azından paylşamaya çabalamak, emek vermek, mutluluğunuzu farklı sınıflardan, farklı halklardan insanların gözünde de aynı anda görebilmek. Kendi yüreğimizin kabuğunda yaşamak yerine, üreterek - yaratarak yeni ufuklar çizmek. Hayat denen bilinmezde boşluğa düşmek her an olasıdır; ancak ben boşluğa düştüğüm vakit, Arhaveli İsmail'in hikayesini okuyarak çıkış yolunu bulurum. Sizlere de şiddetle tavsiye ederim.

Galatasaray 3 - 0 Ankaragücü: Black Smoke


Gece yine "tek parmağında amuda kalkan adam"ın gecesiydi. Lost'taki dumandan kaçmış Keita'nın içine; uçuyor, kaçıyor, dağıtıyor... 3 gole de imzasını koymayı başardı aslan parçası. Böyle bir futbolcuya sahip olmak çok büyük bir şans bir takım için. Öyle bir oyuncu düşünün ki kaleye gidene kadar yemediği dayak, almadığı darbe kalmayacak, ama yıkılmayacak... Öyle bir zekası olacak ki "ya şimdi ya hiç" demeyip topu kaleye vurmayacak; yumuşak bir aşırtmayla kaleciyi de pazara yollayacak. Öyle bir sürati olacak ki o kuvvete rağmen rakip sol beki arkasına alıp gidecek. Keita'nın patlama yaptığı maçlar bu sezon çıkardığımız en rahat maçlar oldu kesinlikle.

İlk iki golün evlere şenlik savunma hatalarından geldiğini kabul etmek gerek. Ama Keita'nın ikinci golde sergilediği baskı ve top kovalama, özellikle orta üçlümüzde görmemiz gereken bir uygulama. Ayrıca Geremi'nin kariyerinin neden başaşağı gittiğini de görmüş olduk Keita'nın golünde.
Orta üçlü demişken; bu bölgede oynayabilecek 4 yerli oyuncunun da bir değerlendirmesini yapmıştım ara transfer döneminde. Bu dört seçenek içerisinde en doğru tercihin hala Barış olduğunu düşünüyorum. Barış'a gösterilen anlamsız tepkinin de sadece ve sadece o tuhaf "Almancı" imajından kaynaklandığı görüşündeyim. Tıpkı Rijkaard'ın berberi, Sabri'nin de saç modeli yüzünden eleştirildiği gibi. (Sabri'nin de saçında ne var, hala çözemedim :) )

Mustafa sezona fırtına gibi girmişti. Sezon ortasında da ikinci yarı için umutluydum Mustafa açısından. Ama artık gözleri tırmalayan bir teknik yetersizliği söz konusu. Dün akşam iyi bir Mustafa'dan esintiler gösterdi yer yer, ama yine elinin ayağına dolaştığı, kollarını açıp şaşkın şaşkın sağa sola baktığı pozisyonlarını da gördük. Buna karşın Barış'ın topla oynarken çok daha rahat olduğunu düşünüyorum. Mustafa'ya, Mehmet Topal'a, Ayhan'a oranla çok daha hareketli, ileride orta yaparken de, geride rakibe musallat olurken de görebildiğimiz bir oyuncu.

Neill'ı 1.5 sene önce almadığımız için demediğim kalmamıştı. 1.5 sene önce Kewell'la beraber gelseymiş, kimbilir neler neler değişecekmiş bu takımda. Gerideki bunalımı azaltmada çok büyük bir katkısı var. İlk yarıda bileğine basıldığında içim cız etti, ama o pozisyondan bile sapasağlam çıktı aslan parçası. Son golde Keita'ya verdiği pas ise "sahalarda daha sık görmek istediğimiz görüntülerden".

Tabii işler sadece Neill ile bitmiyor. Luc gerideki bunalımı azaltıyor, ama Mehmet Topal'ın, Mustafa Sarp'ın yedirdiği gollerden sonra ellerini kaldırıp "pardoooon" demesiyle olmuyor bu işler. Buraya bir transfer hala şart. Keita'nın yokluğunda ve formsuzluğunda takımın aciz kalmasının tek sorumlusu da bu bölge.




Gelelim krala... İsmini duymayı, 32 dişini birden sergileyen gülümsemesini nasıl da özlemişiz. Her hafta "bu maçta belki oynar" diye umutlanmaktan hiç yorulmamıştık. Dönüşü nisanı bulacak denirken oynaması, gol atması bizim için dünyalar demekti.

Maçta yaşanan tatsız bir olay da bir taraftarın kapalı üstten kapalı alta düşmesi oldu. Adamın kapalı üstün orta yerinde "Beşiktaş" diye bağırdığı söyleniyor. Üstünde siyah beyaz bir eşofman da var. Ama bu denileni yapacak kadar da mı çılgın olunur be arkadaş... Biz de Eski Açık'a Beşiktaşlı dostumuzla girdik ama adam etrafındaki manyakların farkında. Hiç taşkınlık yapmadı :)

Yapılanları savunduğum anlamı çıkmasın, ama o kadar adamın içinde, Türkiye gibi bir holiganizm cennetinde akıl kârı değil böyle bir işe kalkışmak. Ayrıca arkadaşın aşağıya "atılmadığı", kendisinin "atladığı" da söylentiler arasında. Fotoğraflara bakınca doğruluk payı daha fazlaymış gibi geldi bana. İki kırığı olmasına rağmen hayati bir tehlikesi yokmuş ve iki gün içinde taburcu olacakmış. Geçmiş olsun diyelim.

Umarım bu olay derbi öncesi mabedimizin kapanmasına sebep olmaz. Facia olur, olay çıkar...

14 Mart 2010 Pazar

13 Mart 2010 Cumartesi

Bu hafta Cumartesi gününü kaçırdık ama 112 tane maç olan Pazar günü iddaaseverler için birkaç maç tahmini yapmak istiyorum. İlk maçımız Bank Asya 1.ligden;
313 - Mersin İ.Y.-Konyaspor: Ligde son 10 maçında sadece 2 kere kazanarak taraftarlarını hayal kırıklığına uğratan ve süper lige çıkma yolunda büyük avantaj yitiren Konyaspor, Ergün Penbe'nin göreve gelmesinden sonra az da olsa toparlanmaya başlayan İdman Yurdu'nu yenerek yeni bir çıkışa başlayacaktır. Deplasmandan 3 puanla dönebilecek güce sahip Konyaspor bunu başaracaktır düşüncesindeyim,
313-2-2,30

342 - Bursaspor-Manisaspor: Ligin sürpriz takımı Bursaspor inanılmaz yükselişini, Fenerbahçe'nin de puan kaybettiği haftada sürdürecektir. En önemli eksik takımın en önemli bölgesi olan sağ kanatta yaşanacak olsa da (Volkan Şen, Veli Acar, Ali Tandoğan sakat) Bursaspor bu 6 puanlık maçı bırakmayacaktır. Oran yükseltmek isteyenler 1den1 tercihini de deneyebilirler.
342-1-1,25
342-1den1-1,70

357 - Parma-Atalanta: Serie A'da alt sıraları yakından ilgilendiren maçta sezona çok iyi başlayan ancak büyük bir düşüş döneminden sonra tekrar toparlanma çabasında olan Parma ile yaptığı hoca değişikliklerine rağmen hala düşma hattında bulunana istediği çıkışı bir türlü gerçekleştiremeyen Atalanta karşı karşıya geliyor. Biabiany, Lanzafame ve de Hernan Crespo gibi çok güçlü bir hücum hattına sahip olan Parma kırmızı kart görme alışkanlığından kurtulabilirse evinde Atalanta'yı rahat geçecek güce sahip.
357-1-1,80

369 - Ajax Amsterdam-PSV Eindhoven: Hollanda Casino Eredivisie'de şampiyonluk yarışının en önemli maçında ligin lokomotifi olan iki ekip Ajax ile PSV karşı karşıya geliyorlar. Aralarında oynadıkları son 3 karşılaşmada 20 gol olması ilginç bir istatistik olsa da iki golcü ekip bu maçı da üste taşıyacaklardır.
369-üst-1,50

402 - Molde-Rosenborg: Norveç ligi açılış haftasında son şampiyon Rosenborg takipçisi lig ikincisi Molde'ye konuk olacak. Rosenborg gücünün bu ligin üstünde olduğunu yıllardır gösteriyor ve bu yıl da lige deplasmanda da olsa iyi bir başlangıç yapacaklarını düşünüyorum.
402-2-2,10

376 - Racing Santander-Real Zaragoza: İspanya La Liga'da düşma hattını yakından ilgilendiren maçta düşecek son takım olmama mücadelesi veren iki takım karşılaşıyor. Zaragoza son haftalarda rakibine oranla biraz toparlanmış görünse de bu maçtan kazananın çıkmayacağı düşüncesindeyim.
376-0-3,00
Herkese bol şanslar.......

Ben içeri düştüğümden beri

Ben içeri düştüğümden beri güneşin etrafında on kere döndü dünya.

Ona sorarsanız: ''Lafı bile edilmez, mikroskobik bir zaman.''

Bana sorarsanız: ''On senesi ömrümün.''

Bir kurşun kalemim vardı ben içeri düştüğüm sene.
Bir haftada yaza yaza tükeniverdi.

Ona sorarsanız: ''Bütün bir hayat.''

Bana sorarsanız: ''Adam sen de, bir iki hafta.''

(...)

Şimdi on yaşına bastı,

Ben içeri düştüğüm sene, ana rahmine düşen çocuklar.

Ve o yılın titrek, ince, uzun bacaklı tayları,

Rahat, geniş sağrılı birer kısrak oldular çoktan.


Fakat zeytin fidanları hala fidan, hala çocuktur.

(...)


Nazım Hikmet Ran


Umuyorum ki hayatım boyunca kodese girmeyeceğim. Fakat Nazım Hikmet'in her kelimesinde, kendi ömrüyle zeytin fidanlarınınkini naifçe karşılaştırmasında parmaklıkların çevrelediğinden daha öte bir mahpusluk duygusu var.

Hapsolmanın çeşitleri var tabii. İnsan belki en çok medeni bir varlık olmaya çalışırken hayvanlığını unuttuğu için acı çeker, ki toplum denilen şeyin hapsidir bu (yeterince direnen, hapisten ve toplumdan aynı anda çıkar); ve birçok insan da kavanoz balıkları gibi kendi kafasının içi kadar bir alanda yaşar ve tükenir. Ama bunlar, ne olursa olsun, benim gözümde bir yere kadar hayata dahil olabilmiş mahkumlardır.

Ben en çok dünyaya hapsolmuş insanı düşünüyorum. Bir şekilde var olan her vücut, intihar etme cesaretini kendinde bulmadığı takdirde bir insan ömrü süresince dünya denilen yerde vakit öldürmeye mahkum. Diyorum ya, burada ya vakit öldüreceksin, ya kendini.

Her zamanki önerim geçerli: İnsanlığın toplu bir ölüm orucuna girmesinden mantıklı ne olabilir? Yetkili merciden herhangi bir açıklama yapılıncaya dek izne çıkmamız gerekirken çocuklar doğuyor hala. Sonra hep birlikte çalışıyoruz; ömrümüz bitene kadar ve belki onu bitirmek arzusuyla. Özgür olmayışımızı düşünmemek, hatta toptan düşünmemek için, bilinçli ya da bilinçsiz ama bunun için çalışıyoruz. Görüyor musunuz, 'Arbeit Macht Frei' yazıyor giriş kapısında.

Dünya, bazen gözlerimi yaşartacak kadar güzel bir hapishane; ama ne olursa olsun. Doğmak da, ölmek de bu kadar kolay olmamalı.

12 Mart 2010 Cuma

Le Samourai - Paris Sokaklarında Centilmen bir Katil


1960'lı yılların Paris'inde bir samurayın ne işi var sorusunun cevabını arıyorsanız, cevabını Melville'in 1967 tarihli Le Samourai filminin girişine bakmanız yeterli olacaktır. Ekranda beliren "Bu dünyada Samuray'ınkinden büyük yalnızlık yoktur; ancak ormadaki bir kaplanla karşılaştırılabilir, o da belki" yazısıyla açılan filmde, filmin baş kahramanı Jef Costello'nun (Alain Delon) hayatını özetleyen iki kavramı birden görebiliyoruz. Samuray'ın kitabından yapılan bu alıntıda vurgulanan yalnızlık ve avcılık duygusu, kiralık katilimizin yabancı olmadığı kavramlar.


Yalnız bir avcı olarak tasarlanan karakterin içinde bulunduğu çıkmaz da, açılış sahnesinde kendini belli ediyor. Kurşuni renklerin hakimiyeti altındaki iki pencereli bir odada Jef'in varlığını ancak sigarasından çıkan duman sayesinde fark edebiliyoruz. Adeta kendi yarattığı dünyada kaybolan Jef'e bir gönderme de odasındaki bir kafeste kapalı olan kuşla yapılmış. Bu ögeleri dikkate aldığımızda, filmin gidişatını öngörebilmek adına oldukça işlevsel bir açılış sahnesine sahip olduğunu görüyoruz.

Ölüme yürüdüğünü bile bile bu işe devam eden Jef Costello'nun savaşçı kimliği, Alain Delon'un yüzündeki zarafet ile kibarlaştırılıyor ve böylece karşımıza stilize bir gangster çıkıyor. Bunun ne kadar gerçekçi bir kavram olduğunu sorgulayabiliriz; ancak Melville'in gerçek hayattaki gangsterleri "hastalıklı kaybedenler (pathetic losers)" olarak tanımlaması, ana karakteri gerçekçi olma kaygısı taşımadan yarattığını ortaya koyuyor. Renkli bir film olmasına karşın, film noir türünden etkilendiği için siyah-beyaz ve grinin tonlarını tercih eden Melville'in baş kahramanı Jef Costello da, bu renklerin birleşimiyle oluşturduğu giyim tarzıyla, özellikle de kurbanına yaklaşırken taktığı beyaz eldivenleri ve ince siyah karavatı ile adeta bir moda ikonu durumunda.


Zarif katilin taşıdığı karizma ve Melville'in karakteri yaratırken dayandığı akımlar, film boyunca kendini belli ediyor. Amerikan sinemasının kilometre taşlarından Film Noir türünü "modern dünyanın trajedileri" olarak gören Melville, Humphrey Bogart tipi bir yağmurluk ve şapka taşıyan kahramanını adeta bu filmlerden çekip 60'lar Paris'ine taşımış gibi görünüyor. Bireysel özgürlük ile yalnızlık arasında sıkışan erkek kahramanın içinde bulunduğu tekinsiz atmosfer, aynı zamanda şehir hayatının bir yansıması hailne geliyor. Hem şehirlere hem de filme hakim olan gri ton da, şehirde yaşanan yalnızlığa yapılan bir vurgu niteliği taşıyor. Ayrıca filmde zaman zaman gördüğümüz, karakterin yüzünü ekranın tam ortasına alarak yapılan çekimler de Western filmlerinden çıkmış gibi duruyor. Jef Costello'nun barda viski istediği sahnenin de Western'e yapılan bir diğer gönderme olduğuna inanıyorum.


Tabii ki, film noir'in bir başka olmazsa olmazı da, kahramanımızın çekimine kapılan kadın karakterler. Filmdeki iki kadın karakter, farklı yapılara sahipler; ancak Jef Costello'dan etkilendikleri de açık. Jane Lagrange, başka erkeklerle de beraber olmasına karşın, özellikle polis soruşturmalarında Jef Costello'ya oldukça sadık kalıyor. Piyanist olan diğer karakter de, Jef'in cinayeti işlediğini bilmesine karşın, polis soruşturmlarında yalancı şahitlik yapıyor. Yine de filmin ilerleyen dakikalarında, femme fatale olarak tanımlamak biraz zor olsa da piyanistin güvenilmez bir karakter olduğu ortaya çıkıyor. Jef'in karizmasının tavan yapmasını sağlayan da sınırlı diyalglarında verdiği "ultra cool" cevaplar tabii ki. Poker masasında kaybederse diye para getirmesini söyleyen adama "Ben asla kaybetmem" diye cevap verdiği an, işlerin nasıl Jef'in kontrolü altında olduğunu gösterir nitelikte.

Le Samourai'ın başarılı bir gangster filminde aranan karizmatik kahraman, güzel kadınlar, suçlu-polis kovalamacası ve gangsterler arası ihanet gibi pek çok unsuru içinde barındırıyor ve genel olarak da başarılı bir filmi ortaya çıkarıyor. Bunun yanında Melville'in, Fransız Yeni Dalgası içinden gelmesinin getirdiği, zekice kurgulanmış diyalogları ve adeta bir oyuncu olarak karşımıza çıkan Paris'i de hesaba katarak Melville'in hedeflediği seyirci memnuniyetini yarattığını belirtelim. Buna karşın, Amerikan kültüründen etkilendiğini belli eden Jef ismi, Japon kültürünün simgesi samuray ve paris sokakları, henüz küreselleşmenin gerçekleşmediği 1960'larda biraz uyumsuz bir birleşime yol açıyor ve ister istemez filmi biraz "hafifletiyor". Kendi adıma, gangsterler üzerinden toplumsal kavramların sorgulandığı filmleri daha çok beğendiğimi söylemeliyim.

Beşiktaş 2-0 İ.B.B: Zirve yarışına başlayan bir gemi kalkar bu limandan


Kayseri galibiyetinin ardından, İstanbullu rakiplerin puan kayıplarının da gelmesiyle Beşiktaş'ın yeniden zirveye oynama fırsatı doğmuştu; ancak bu fırsatı kullanmak için yenmemiz gereken takımın İ.Belediye olması bütün Beşiktaşlıların huzurunu kaçırmıştı açıkçası. Ertuğrul'un başımızda olduğu sezon, Necati'nin golleriyle liderliği kaybettiğimiz maçtan bu yana bütün Beşiktaşlılar Belediye'den ayrıca korkar hale geldiler. Pasa ve kontra atak futboluna dayalı futbolu başarılı şekilde oynatan Abdullah Avcı'nın takımını yenmek yine zor görünüyordu, hele ki orta sahada Fabian Ernst yokken. Zaten Beşiktaşlıların maçın ilk dakikasından itibaren "yere yatsana Abdullah Avcı" diye tezahürat yapmasının esas nedeni de Abdullah Avcı'nın, Beşiktaş'a taktığı sayısız çelmeden birinin daha çarşamba gecesi gerçekleşme ihtimaliydi.

Neyse ki korkulan olmadı, Mustafa Denizli taktik olarak çok iyi hazırlandığı maçta İ.B.B'ye fırsat vermeden maçı almasını bildi. Geçtiğimiz sezondan bu yana görmediğimiz taktik değişikliklere bu maçta yeniden şahit olduk. Öncelikle, Toraman'ı ön liberoya alan Denizli, hücuma çıkarken iki bekini birden çıkarmak adına Toraman'ı stopere kaydırarak dönem dönem 3-5-2'ye geçiş yaptı. Geçen yıl aynı taktiği Sivok'u ön libero oynattığı maçlarda görüyorduk. Kanatlardan yeterli verimi alamadığını görünce de Toraman'ı sağ beke kaydırıp Ekrem'i sol açığa, Tello'yu da ortaya aldı, bu da topun kontrolünü ve pozisyon zenginiliğini Beşiktaş'a getiren hamle oldu. Ekrem'le kaçan net bir fırsatın ardından, 43. dakikada Bobo'nun forvet özelliklerini bizlere sergilediği güzel gol, maçı da Beşiktaş'a çevirdi.

Devrenin 1-0'lık Beşiktaş üstünlüğüyle sonuçlanması da taraftarın rahatlamasına yetmedi, bu da devre arasında Abdullah Avcı'ya yapılan tezahüratın devam etmesine neden oldu; ancak Holosko ile gelen ikinci golün ardından taraftar da hem maçın hem de zirve yarışının Beşiktaş'a geldiğini gördü ve bu çoşkuyla birlikte bu sezonun en güzel tribün şovu da başlamış oldu. Gerek Demirören'in tutumu, gerekse takımın isteksiz oyunu yüzünden rafa kaldırılan Pulp Fiction, Dale Cavese ve diğer pek çok tezahürat yeniden boğazın semalarında yankılanmaya başladı. Tribünün tek burukluğu ise, üçlü çektirmesi için çağırılan Alen'in maça girme yasağından kaynaklandı.

Bu maçın sonunda anmamız gereken futbolculara da hemen değinelim. Öncelikle orta sahada görevini eksiksiz yerine getiren, maç içinde tribünlerin oyuncuların isimlerini sayarken ismini ilk sırada söylediği ve Mustafa Denizli'nin de tribünlerin alkışlaması için 85. dakikada oyundan aldığı Necip Uysal var. Son dönemde takıma altyapıdan giren oyuncularından istediği verimi bir türlü alamayan Beşiktaş seyircisine yeni bir umut verdi Necip. Şimdiden uzun vadeli konuşmayalım; ama altyapı konusunda takıntılı olan Beşiktaş seyircisinin uzun yıllar boyunca ismini haykırmak istediği bu adamın geleceği bizleri heyecanlandırmaya başladı.


Bugünlük ikinci sırayı alan ise kaptanımız İbrahim Üzülmez. 2000'li yıllarda sol kanadımızı tapulayan futbol emekçisi Deli İbrahim, 36. yaşgününü Belediye galibiyetiyle kutladı. Takımdaki pek çok oyuncuya örnek olacak azmi ve performansıyla sanki daha uzun yıllar sol bekte görev yapacakmış gibi duruyor Delinho. Çarşamba gecesi oynanan maçta da ligde Beşiktaş formasını 270. kez giydi ve bu rakama Beşiktaş tarihinde ulaşan 12. isim oldu. Maç sonrası yaptığı açıklamada da Kapalı'nın önünden attığı deparları iki yıl daha sürdürmek istediğini söyledi. Yapar mı yapar Üzülmez, zaten geçen yıl terlik kavgası nedeniyle kaptan olarak kaldıramadığı şampiyonluk kupasını bir kere de kaptan olarak kaldırana kadar bir yere gitmeye niyeti yoktur onun.

Galatasaray maçı, İnönü'de oynanan son maçtı ve o maçtan ayrılan Beşiktaşlılar, Kazan'a yürürken şampiyonluk gemisini Beşiktaş iskelesinden uğurladıklarını düşünüyorlardı. Çarşamba akşamı ise o iskeleden zirve yarışına kalkan yeni bir gemiye büyük umutlarla el salladılar. Son on haftaya girerken Beşiktaş, geçen yılın sonunda yakaladığı formu bu sene de bulabilirse şampiyonluğa da yeniden ulaşacaktır.

11 Mart 2010 Perşembe

Eh be Sabri!..


LigTV'de rastladığım bir haberin fotoğrafıydı bu. Denizli Belediye Meclisi üyesi Selma Erkan tribünde çekirdek yenilmesin demiş. Olur efendim, sigara içilmesin, çekirdek yenilmesin, kalkıp bi' kola almak bile problem zaten. Taraftar durduğu yerde kudursun sinirden stresten.

Neyse, haberin benim için asıl dikkat çekici yanı fotoğrafıydı. İngiltere'de veya Avusturalya'da çekirdek var mıdır, bizdeki gibi maçlarda çitlenir mi, hiç fikrim yok. Ama yuh be Sabri, Harry'nin bi' karizması vardı hemen kendine benzetmişsin adamı :) Sabri'nin çekirdeği uzatırkenki sinsi gülümsemesine, Harry'nin "hah, şimdi keyfim yerine geldi ha!" sırıtışına da dikkat! Seviyoruz sizi.

10 Mart 2010 Çarşamba

Dünya Kupası Finalistleri #5 - Arjantin


Dünya Kupası değerlendirmelerine B grubunda yer alacak olan Arjantin ile devam ediyoruz. Brezilya ile birlikte 4 yılda bir izleyebildiğimize hayıflandığımız Arjantin'in, favori olarak gelemdiği ender dünya kupalarından biri 2010 olacak. Bu favori olmama durumu onlara bir avantaj mı sağlar, yoksa elemelerin sonunda görünen kaotik futbolun devamı tangocuları üzer mi göreceğiz. Sonuçlar ne olursa olsun, bu turnuvada dünyanın en iyi oyuncusu (Messi) ve en medyatik teknik direktörünü (Maradona) barındıran Arjantin, medyada çokça yer bulacaktır.

Beklentiler:

Messi, Agüero, Tevez gibi yıldızlara ve saygı duyulacak bir Dünya Kupası geçmişine sahip olmasına karşın Arjantin'i turnuvanın favorilerinden biri olarak görmek zor. Özellikle eleme turunu hatırlayanlar, 6-1'lik Bolivya mağlubiyetini ve Arjantin'in yağmur altında ofsayttan atılan bir golle Afrika biletini alabildiğini de göz önünde bulunduracaklardır. Takımın teknik kapasitesi oldukça yüksek olmasına karşın, elemelerde pas organizasyonunda çok sorunlu ve pozisyon üretmekte sıkıntılı bir takım izledik. Bütün bunların üzerine Maradona'nın takımın başında olduğu 13 maçta tam 84 farklı oyuncuyu kadroya alması (ki Almanya maçına çağırılan Pastore ile birlikte bu sayı 85'e yükseldi) Arjantin'de medyanın ve futbol otoritelerinin tepkisini çekti. Bu kaotik ortamda Messi'nin performansı da Barcelona'daki performansının hayli uzağında kalıyor. Pesimist tablodan uzaklaşmak için de bazı nedenler var tabii ki. Öncelikle kurada Nijerya, Yunanistan ve Güney Kore'nin olduğu kolay bir gruba düştüler. Bunun yanısıra 4-4-2 düzeniyle çıktıkları son Almanya maçında çok daha tutarlı bir oyunla 1-0'lık bir galibiyet almayı başardılar. Turnuvanın ilerleyen turları için ise, başta çeyrek finalde olması muhtemel Almanya maçı olmak üzere oldukça zorlu maçlar onları bekliyor olacak.

İyimser Senaryo:

Barcelona'lıların Mesih ilan ettiği Messi'nin, Tanrı'nın eline sahip olan Maradona ile kurduğu birliktelik futbolun kutsal ruhu tarafından kabul görürse, Arjantin'i dünyanın zirvesinde üçüncü kez görebiliriz.

Kötümser Senaryo:

Grupta alacakları şok bir yenilgiden sonra ortalık yeniden karışır ve Maradona da bu süreci yönetemez ise Arjantinliler, 2002'de Fransa'nın yaşadığı türden bir sürprizle erkenden evlerine dönebilirler. Neyse ki Maradona'nın Afrika'ya yalnızca 23 oyuncu götürme hakkı var.

Muhtemel Kadro:

Diziliş: 4-4-2
Kaleci: Romero
Defans: Otamendi-Demichelis-Samuel-Heinze
Orta Saha: Jonas-Mascherano-Veron-Di Maria
Forvet: Higuain-Messi

Göreve geldiği ilk günlerde Tevez, Agüero ve Messi'yi bir arada oynatmak adına 4-3-3 sistemini tercih eden Maradona, bu rüya üçlüden gereken verimi alamayınca, klasik santraforlu 4-4-2 sistemine geçmeyi tercih etti. Klasik santrafor arayışına Higuain'in takıma monte edilmesiyle son verildi, orta saha da muhtemelen bu dörtlü değişmeyecektir; ancak defans hattı için tehlike çanları çalıyor. Demichelis ve Heinze yaklaşık bir ay daha forma giyemeyecekler ve Dünya Kupası'na kadar kendilerini toparlayamazlar ise zaten sınırlı sayıda oyuncudan oluşan defans hattı büyük sıkıntı yaşayabilir.

Yıldız Oyuncu: Lionel Messi (Barcelona)


13 yaşında Newell's Old Boys kulübünden Barcelona'ya gelirken, büyüme hormonundaki eksiklikten dolayı kariyeri tehdit altındaydı; ancak korkulan olmadı ve taraftarların henüz 16 yaşındayken mesih ilan ettiği küçük dev adam, 2009 yılını altı kupayla tamamlayan Barcelona ile birlikte zirveye yükselmeyi başardı. Altın Top ödülünü alarak en iyi futbolcu ünvanını resmileştirdi ve önünde zirveye çıkmak için tek bir hedef kaldı: Dünya Kupası. En son altın top ödülünü kazanarak dünya kupasına gelen isim olan Ronaldinho'nun kariyeri, kupayla birlikte düşüşe geçmişti, bakalım Messi bu laneti kırabilecek mi? Zaten hakkındaki en büyük eleştirileri milli takımda Barcelona'daki performansına yaklaşamadığı için alıyor ve bunları kırmak için turnuvada var gücüyle çalışacaktır. Onun en büyük yardımıcısı ise şüphesiz idolu Maradona olacak.

Patlama yapması muhtemel isim: Sergio Agüero (Atletico Madrid)


Belki sahip olduğu popülariteye bakarak bu başlığa uygun bir isim olmadığını düşünebilirsiniz; ancak iki kez gençler dünya şampiyonu olan ve Maradona'yı dede yapan bu adamın, en üst seviyede ispat etmesi gereken çok şey var. Maradona'nın 4-4-2'ye dönemsinin ardından, takımda top ayağına yapışmış gibi duran ve inanılmaz etkili driblingleriyle sonuca giden yalnızca bir oyuncuya yer var. Agüero'nun, bu tek mevkiide oynayan yakın arkadaşı Messi'yi kesmesi imkansız, o nedenle sahada olmak için Arjantin'in skor üretmekte etkisiz kalmasını beklemek zorunda. Bu şansı aldığı zaman ise turnuvanın kaderini değiştiren adam olabilir, tabii Ali Sami Yen'de Servet'in hışmına uğramayıp sahada kalabilseydi belki hakkında daha çok şey söyleyebilirdim. Fotoğrafta ise lakabına yapılan bir atıf var, zira annesinin bir çizgi film kahramanı olan Kum Kum'a benzediği için taktığı lakap, yıllar içinde Kun'a dönüştü ve dünya da onu bu isimle anıyor.

Bir Portre: Seba Veron (Estudiantes)


2002 yılında turnuvanın en büyük favorisi olan Arjantin'in grup maçlarında elendiğini görenler, Veron için de dünya şampiyonluğu şansının kaçtığına inanıyorlardı. Ancak, Avrupa kariyerini sonlandırıp Arjantin'e dönen Veron, bir zamanlar babasının da top koşturduğu Estudiantes'te adeta küllerinden doğdu. Liderlik özellikleri sayesinde takımını hızla yukarılara taşıdı ve en sonunda Libertadores kupasını kaldırmayı başardı. Bu kupa Estudiantes'in, babasının jenerasyonu kulüpten ayrıldığından bu yana kazandığı ilk Libertadores kupasıydı. Şimdi yeni görevi, tıpkı Estudiantes'te yaptığı gibi, 2010 yazında akıllı pasları ve oyunu okuma yeteneğiyle Arjantin'i zirveye taşımak.