31 Temmuz 2010 Cumartesi

Yeni sezon, transferler ve beklentiler: Manisaspor

Süperlig'de bir dönem Uğur İnceman'lı, Holosko'lu, Meduna'lı kadrosuyla büyük takımların korkusu haline gelen ve yukarı sıraları zorlayan Manisaspor, geçen sezon en kötü Süperlig performanslarından birini sergileyerek son haftalarda kümede kalmayı başarmıştı. Önümüzdeki sezon için yatırımlarını sağlam yapan Ege ekibi, ligimizin önemli isimlerini bu transfer döneminde kadrosun kattı. Şimdi biraz kadroya yeni katılanları, ayrılanları ve taraftar ile kulübün beklentilerini değerlendirelim.

1- Yeni transferler:

- Semavi Özgür, Ömer Aysan, Recep Biler, Gökhan Emreciksin: Bu üç isimde yıllardır Süperlig'de mücadele eden kalitelerini kanıtlamış oyuncular. Semavi Kocaelispor'da kendisini gösterdikten sonra Ankaragücü'ne geldi ancak burada yeni yapılanmadan dolayı fazla forma şansı bulamaması onu Manisa'ya taşıdı. Manisa'da yapacağı yeni başlangıçla eski formunu yakalayarak Güven'den doğacak olan boşluğu dolduracaktır. Ömer ise Bursaspor'daki başarılı performansından sonra Trabzonspor'da buldu kendini ancak burada forma şansı fazla olmadı ve geçen sezon ikinci yarı neredeyse hiç oynamadı. Burası tekrar kendini bulması için büyük şans ve bence Manisa defansının değişmezi olacaktır. Recep için çok kötü geçen Fenerbahçe günlerinden sonra Antep'te özellikle geçen sezonun ilk yarısında iyi bir performans göstermesine rağmen istikrarı bir türlü tutturamadı ve kaleyi Mahmut'a bırakmak zorunda kaldı. İlker'den sonra güven veren bir yedek olacağı görüşündeyim. Gökhan ise Ankaragücü'ndde bir anda yaptığı patlamayla kaçırılırcasına Fenerbahçe'ye transfer olmuştu, ancak burada yeterli forma şansı bulamaması, bulduğunda değerlendirememesi ve disiplinsizliği sonucu bir anda Kayseri'de bulmuştu kendini. Yeteneği tartışılmayacak bir isim olan Gökhan Manisa'da eski formunu bulup 11'in değişmezi olacaktır.

- Kahe, Isaac Promise: Kahe Gençlerbirliği'ne çok büyük umutlarla gelmişti ancak beklenen performansı ve istikrarı bir türlü gösteremese de belli bir oyunun altına hiç düşmedi. Geçen sezon Ersen Martin Manisaspor için ne kadar kötü bir transferse Kahe de bir o kadar yararlı olacaktır. Usta vuruşları, hızı ve fiziği ile Manisa'nın hücum hattını çok rahatlatacaktır. Isaac için de Kahe'ye yazdıklarımızdan pek farklı şeyler yazmak anlamsız olur. O'da ilk geldiğinde ikinci Geremi'si olacak demiştik Gençlerbirliği'nin ancak O'da beklenen patlamayı bir türlü yapamadı. Geçen sezon kiralık geldiği Manisa'da kalıcı olmasının hem kendisi hem de Manisaspor için çok iyi olacağı düşüncesindeyim ve Kahe ile çok uyumlu bir ikili olarak Manisaspor'a en azından geçen sezon yaşanan sıkıntıları yaşatmayacaklardır.

- Nicolae Dica: Serie A'da Catania'dan kiralanan rumen golcüyü çok fazla izleme şansım olmadı ancak izlediğim birkaç seferde hızı ve etkili vuruşları Manisaspor'un yararlı bir transfer yaptığı hissi uyandırdı. Kahe, Isaac ve Manisa şehri ile uyum sorunu yaşamaz ise takıma katkısı büyük olur.

2- Gidenler: Güven Varol(Ankaragücü), Ersen Martin(Kasımpaşa), Mehmet Nas(Sivasspor), Kemal Okyay(Adanaspor), Jacques Momha(Gençlerbirliği-kira bitişi)

3- Yeni sezon: Manisaspor'un yeni sezona başlarken en önemli hedefi geçen sezon yaşanan korkuyu bir daha yaşamamak ve üst sıralar olmasa bile en azından ligi orta sıralarda ya da ilk 10-12 içinde bitirmek olacaktır. Takımdan ayrılan en büyük kayıp olarak hızı ve tekniği ile kanatları çok iyi kullanan Mehmet Nas'ı, takıma katılan en önemli yıldız olarak da Isaac ile Kahe'yi gösterebiliriz. Ligin renkli taraftarlarından birine sahip olan Manisaspor'u Manisa halkı biraz daha desteklerse önümüzdeki yıllarda o üst sıraları zorlayan Manisaspor'u izlememiz için en büyük eksik tamamlanmış olacaktır.

30 Temmuz 2010 Cuma

Yeni sezon, transferler ve beklentiler: Gaziantepspor

Süperlig'in lokomotif ekiplerinden olan Gaziantepspor 2000'lerin başlarındaki Lazarov'lu, Jaziri'li, Romaschenko'lu, Devran'lı dönemlerden sonra gözle görülür bir düşüş içindeydi. Bu düşüşte, kulüpteki karışıklıklar, başkan seçimleri ve kötü yönetimin etkisi çok büyüktü ancan geçen sezon sonunda,önce takımın başında olan Jose Couceiro ile yapılan yeni sözleşme, sonrasına bu sözleşmenin feshi ve takımın başına gelen Bülent Uygun daha sonrasında ise Bülent Uygun ile yolların ayrılması ve Tolunay Kafkas'ın gelişi bu kadar karışıklık içinde yine taraftarları büyük bir umutsuzluğa itmişti ki yapılan çok önemli transferler ve takımın çabuk uyum sağlayıp oturmuş bir takım görüntüsü vermesi başta yazdığım kadrolu, en azından eskisi gibi yukarıları, Avrupa Kupalarını zorlayacak bir Gaziantepspor oluşumu konusunda taraftarlara büyük umut verdi. Şimdi de bu önemli transferleri tanıyalım ve önümüzdeki sezonun Antep için neler getireceğini inceleyelim.1- Yeni Transferler:

- Ismael Sosa: Henüz 23 yaşında olan Sosa kariyerine Independiente gibi Arjantin futbolunun önde gelen ekiplerinden birinde başladı ve burada genç yaşında attığı gollerle dikkatleri üzerine çekmeyi başardı. Geçen sezon Argentinos Juniors'ta yaşadığı gol krallığı ile büyük kulüplerin dikkatini çeken Sosa Gaziantepspor'un bu sezonki en önemli transferi oldu. Geçen sezonki performansının yarısı bile Gaziantepspor'u yukarılara taşımaya yetecektir.

- Şenol Can, Yalçın Ayhan, Elyasa Süme, Emre Güngör: Göüldüğü gibi defans hattının her bölgesine çok önemli transferler yapıldı yeni sezon öncesinde. Şenol ve Yalçın Antalyaspor'da gösterdikleri uyumu burada da devam ettirirlerse takıma katkıları çok büyük olacaktır. Elyasa Ankaragücü'ndeki başarılı performansına rağmen takımdaki iç huzursuzluktan dolayı sözleşmesini uzatmadı ve Antep'in yolunu tuttu. Eğer Ankaragücü'ndeki performansını burada da devam ettirirse 11'in değişmez ismi olacak ve genç yaşıyla önümüzdeki sezonlarda büyük takımlara transferi çok rahat olacaktır. Emre ise Ankaragücü kaptanlığından sonra Galatasaray'da görevini layığıyla yerine getirmesine rağmen ilginç bir biçimde takımdan gönderildi. Antep onun için yeni bir başlangıç olacak ama geçen sezonlardaki performansını sahaya yansıtabilirse Milli takımımız önemli bir stoper kazanmış olacaktır.

- Mehmet Yılmaz, Alper Akçam: Mehmet Yılmaz yıllardır ligimizde kalitesini göstermiş önemli oyunculardan bir tanesi. Özellikle Trabzonspor yıllarından beri takip ettiğim çok yetenekli ve başarılı bir isim. 31 yaşında olmasına rağmen forvet hattında Sosa ile birlikte önemli işler yapacağından eminim. Alper Akçam konusunda çok fazla yorum yapamayacağım ama Kaiserslautern'de forma giyen gurbetçi oyuncu Alman ekolünden geldiği ve genç yaşta olduğu için Kayserispor^da ki Ömer gibi takıma katkısı olacağını düşünüyorum.

2- Gidenler: Stjepan Tomas(Bucaspor), Hakan Bayraktar(Samsunspor), Armand Deumi(Karabükspor), Erkan Sekman(Antalyaspor), Recep Biler(Manisaspor)

3- Yeni sezon: Yazımın başında da belirttiğim gibi Lazarov'lu, Romaschenko'lu kadrodan sonra Antep takımı beklenen seviyeye hiç ulaşamadı ve taraftarlar UEFA kupalarında mücadele eden ligi ilk 5'te bitirmeye çalışan takımı özler hale geldiler. Önümüzdeki sezon için kurulan kadro eğer alışma sürecini tam anlamıyla atlatıp oturmuş bir ekip olabilirse ve kulüp içindeki sorunlar çözülebilirse, o eski, oynadığı futbolla keyif veren ve üst sıraları zorlayan Gaziantepspor'u sahada görmemiz çok uzun sürmeyecektir.

2009 - Keita = 2010


Her şey aynı. Önde gidilirken maçın sonuna doğru takımın düşüş yaşamasından tutun da, duran toplarda kaçırılan adamlara, ceza sahasının önüne kadar gelip tıkanmalara, tamamen şanssızlık eseri yenen gollere kadar her şey...

Oyunu tamamen şahsi kalitesiyle değiştirebilme yükü Keita'nın gidişiyle tamamen Arda'nın üzerine binmiş durumda. Arda bu takımdan giderse tarihe geçecek bir hüsran yaşarmış bu takım, belli oldu. Arda'nın huyuna suyuna gitmesi lazım taraftarın bu saatten sonra. Öyle sinemaydı bilmem neydi konuşmamak gerek. Arda'nın kendi deyimiyle "Galatasaray'dan soğutmamak lazım" ki takım dımdızlak kalmasın ortada.

Pino için söylenebilecek tek şey, hareketli olduğu. Aynı şeyin kralını Giovani yaparken yerden yere vuruluyordu. Durum böyle olunca Pino'dan memnun olmak mümkün değil. Ayrıca fiziksel özellikleri bakımından Keita'nın tırnağı olamayacağı kesin. Kimse Pino'dan 2-3 kişiyle omuz omuza mücadeleden çıkıp tek başına ceza sahasına girip Baros'a "al da at" demesini beklemeyecektir zaten.

Mehmet Batdal geçen seneden farklı bir oyun anlayışını da beraberinde getirmiş gibi görünüyor. Son senelerin en verimli dönemlerinden sayılabilecek Lincoln - Kewell - Baros işbirliğinde gördüğümüz dikine ve adam eksilten paslar gitmiş, kanatlardan orta yapılan bir sistem yerleşmiş ileri uçta. Mehmet Batdal'ın hava hakimiyeti isabetli ortalarda çok da kötü değil. Ama havada topa hakim olup kafayı auta vurduktan sonra hiçbir anlamı yok.

Ayhan, Barış, Mustafa Sarp için çok konuştuk zaten. Onlara da bir "den den" koyalım. Kalan üç transfer takımın kaderini belirleyecek gibi duruyor. Şu halimizle bu seneyi de geçiniz.

29 Temmuz 2010 Perşembe

Şanslı Bir 2-2 ve Miroslav Stoch



Eksiklerden ve hazır olmayan bir takım oluşumuzdan dolayı ve ilk resmi maçımızın İsviçre'de dahi olsa kritik bir Şampiyonlar Ligi ön elemesi deplasman maçı oluşunu göz önüne aldığımızda, aslında beklenmesi gereken kötü bir futbol oynadık. Maçın ilk dakikalarından itibaren (erken attığımız gol haricinde) 2 sezon önce oynadığımız Partizan deplasmanının bir kopyası gibiydi. Yine bir deplasman, bomboş bir orta saha ve anlaşılamaz bir top yapamama sendromuyla birlikte, Önder-Bekir-Bilica-Santos 4lüsünün arkaya kaçırdığı inanılmaz toplarla, aslında kimsenin tanımadığı, kapalı kutu, ama yine de "kağıt üzerinde" Fenerbahçe'den kötü dediğimiz Young Boys gol kaçırma rekoru kırdı. Partizan'ın bize karşı ilk 15 dakikada 2-0 öne geçip bir 3. gollerinin de ofsayt nedeniyle sayılmadığını düşünürsek, sanırım Emre'nin erken golünün bu berbat maçtaki önemi çok daha iyi anlaşılır. Young Boys'un forvetindeki Thierry Doubai ve Henri Bienvenu (bu Thierry ve Henri adları da nasıl bir tesadüfse) 3 sezon önce bir başka ön elemede oynadığımız Randers maçındaki Djiby Fall isimli arkadaşı hatırlattı bana. O, Kadıköy'deki ilk maçta yine erken bir gol atıp Randers'ı 1-0 öne geçirdiğinde yaşadığımız korkunun bir benzerini, Bienvenu-Doubai 2lisi topla her buluştuğunda yaşadım. Araya atılan topların da ötesinde, özellikle Bienvenu'nun ilk golde olduğu gibi defansımızı çok çabuk geçebilmesi, Volkan'a küfür rekoru kırdıran defansın yan toplardaki çaresizliği ve bizim sol kanadımızda Degen-Sutter ikilisinin Santos'u kevgire döndürmesi maç boyunca korkuyla ve sinirle izlediğimiz sahnelerdi.

Gökhan, Lugano ve hatta İlhan'ın da dönüşüyle birlikte defans hattımızın geçen senenin sonlarındaki gibi pozisyon vermeyen hale bürüneceğini varsayabiliriz. Bu kadar pozisyon vermemizin tek nedeni defans 4lüsü değil tabii ki. Maç boyunca nerde durduğunu, ne yaptığını, hangi topa bastığını çözemediğim Cristian, ve Santos'un önünde oynayan Stoch ve Alex'in geriye çok fazla dönmemesinin yanı sıra Kazım isimli plaj futbolu topçusunun da yine gereksiz bir kırmızı kartla takımına yaptığı saygısızlık da, zaten 8-9 kişi atağa çıkan Young Boys'un orta saha üstünlüğünü ele geçirip arka arkaya pozisyonlar bulmasını sağladı.

Bu kadar şey yazıp, Stoch'tan sadece "Santos'u yalnız bıraktı" şeklinde bahsetmem her şeyden önce ona ayıp olur herhalde. Top ayağına geldiğinde ayakları birbirine dolaşan, "top benden çıksın de ne olursa olsun" düşüncesine sahip onlarca Fenerbahçe futbolcusu izleyen gözlere ilaç gibi geldi Stoch. Galatasaray almasın diye mi alındı, geçen seneki Twente maçlarında mı beğenildi, Aykut Kocaman'ın isteğiyle mi alındı türü polemikler umrumda bile değil. Stoch bir aksilik olmazsa Fenerbahçe'nin son senelerde yaptığı en doğru, geleceğe dair en umut veren ve verimli yabancı transferlerinden biri olacaktır.

Küçük bir paragraf da Kazım ve bugün oynamayan Issiar Dia transferiyle ilgili olsun. Mehmet Topuz, Özer, Deivid ve Kazım gibi devşirme sağ kanatlar varken ve beklenen forvet transferi hala gerçekleşmemişken, bu adı sanı çok fazla duyulmayan Nancyli futbolcunun transferi kimseyi tatmin etmemişti. Hala onun hakkında bir şey söylemek imkansız; ancak en azından sağ kanatta Kazım gibi laubali ve dengesiz bir adamın tekel olmasını engelleyecek olması bile iyi ki sağ kanada bir adam aldık dedirtiyor. Zaten Deivid'in 6+2+2'in son 2'sinde olacağını varsayıyorum. Bence Mehmet ve Özer, Cristian ve Alex'in ilk 11 alternatifleridir Fenerbahçe kadrosunda. Kazım da kendisine çekidüzen verip sorunlarından kurtulursa Dia'ya iyi bir yedek olur, yoksa sadece arada bir parlayan, birçok maçta takımı yarı yolda bırakan, sorunlu bir eski Fenerbahçeli futbolcu olarak hatırlanacak.

Sonuç olarak ön elemelerde önemli olan turu yakalayacak skorları elde etmektir. Yakın zamandan verdiğim Partizan deplasmanı (2-0'dan 2-2'ye çevirmiştik) ve 1-0'dan kazandığımız Kadıköy'deki Randers maçı örneği gibi, bu maç da tur için kötü bir skor sayılamaz. Hele ki böyle berbat bir oyun ve oldukça eksik bir kadroyla. Gökhan, Lugano, Mehmet, Özer, Dia ve gelecek yeni forvetle birlikte, en azından bunların birkaç tanesinin ilk 11'de oynayacağı rövanş maçında Young Boys'u elemememiz için hiçbir sebep olmamalı.

Bir sonraki ön eleme turunda seribaşı olmamız için Zenit ya da Ajax'tan birinin elenmesi gerekiyor ve bu 2 takımın da ilk maçlarında rakipleriyle berabere kaldığını düşünürsek, her ne kadar bugün Young Boys tarafından oyun olarak ezilsek de rövanşta Kadıköy'de kazanıp Zenit/Ajax'dan birinin elenmesini bekleyerek güzel bir Şampiyonlar Ligi son ön eleme kura çekimine gidebiliriz.


Stoch Notu: "Chelsea mavisi" Fenerbahçe forması ona gerçekten çok yakıştı.

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Yeni Sezon, transferler ve beklentiler: Ankaragücü

İkinci değerlendirmemizde, geçen sezon başkanlığa Ahmet Gökçek'in gelişinden çok önemli transferler yapan ancak beklenen başarıya ulaşamasa da en azından ciddi bir toparlanma içine giren Ankaragücü'nü değerlendireceğiz. 100.yılını bu sene kutlayacak olan ama ve bu doğrultuda en az geçen sezon devre arasında yapılan transferler kadar önemli isimleri kadroya katacağını düşündüğüm Ankaragücü ne yazıkki daha bu transferlerini yapamadı, ama umuyorum ki önümüzdeki günlerde çok ses getirecek isimleri Ankara'ya getirecekler. Şimdi yeni trasferler, takımdan gidenler ve önümüzdeki sezonun değerlendirmesine geçelim.1- Yeni trasferler:

- Michal Zewlakow: Polonya futbolunun önde gelen isimlerinden olan Zewlakow defansın hemen her bölgesinde oynayabilmesinden ve Elyasa ile Ediz'in takımdan ayrılmasından dolayı tecrübesiyle bu bölgeyi çok fazla rahatlatacak olan bir isim. Avrupa'da Anderlecht ve Olympiakos gibi önemli kulüplerde 8 yıl geçirmiş olması ve 95 kez Polonya Milli takımının formasını giymiş olması da bunu fazlasıyla gösteriyor. Ancak kafalardaki en büyük soru işareti 34 yaşında futbolunun son dönemini geçiriyor olması ve gerçek performansını yansıtıp yansıtamayacağı. Umuyorum ki bu transfer Ankaragücü'ne büyük katkı yapacaktır.

- Aydın Toscalı: Kayserispor'da gösterdiği başarılı ve istikrarlı formuyla A Milli takıma kadar yükselen Aydın geçen sezon yaşadığı sakatlık problemi ve yönetimle yaşadığı anlaşmazlık nedeniyle özellikle ligin ikinci yarısında çok fazla forma şansı bulamadı ve Kayserispor'un Ali Turan gibi küstürdüğü kaptanları arasına girdi. Bu sezon Aydın'ın göstereceği performanstan çok fazla umutluyum, kafası rahat bir takımda A Milli takıma geri dönmesinin çok uzun sürmeyeceği görüşündeyim. İlk 11'in değişmezi olacağı kesin ancak umuyorum ki yeni sakatlık problemleri ile karşılaşmayacaktır.

- Güven Varol, Hürriyet Güçer, Robert Vittek: Güven Varol'un ismi geçen sezon yaptığı patlama ile bütün büyük takımlarla anılmaya başlanmıştı. Fenere gitti Galatasaray aldı derken hiç beklenmedik bir biçimde Ankaragücü duyurdu Güven'in transferini ve Adem Koçak'la yolların ayrılması ile çok yerinde ve kaliteli bir transfer yapılmış oldu. Orta sahanın ortasında ve defansta görev yapabilen Güven bence Hürriyet ile birlikte orta sahanın vazgeçilmezi olacaktır. Hürriyet ise yıllardır Ankaraspor ve Ankaragücü orta sahasının değişmez isma haline geldi ve geçen sezon kiralık olarak formasını giydiği Ankaragücü'ne bu sezon bonservisi ile geldi. Bu sezon da istikraralı formunu sürdürecek ve 11'in değişmezi olacaktır. Vittek ise Güney Afrika'da yaptığı patlama ile özellikle Alman ve Fransız kulüplerinin dikkatini fazlasıyla çekmişti ancak ilerleyen yaşı nedeniyle kafalarda oluşturduğu soru işaretleri Ankaragücü'nün onun bonservisini almasını kolaylaştırdı. Dünya Kupası'nda gösterdiği performansı gösterebilir ve geçen sene Ankaragücü'nde yaptığı işlerin biraz daha üzerine çıkabilirse, atacağı gollerle bu sezon takımı yukarılara taşımada büyük rol oynayacaktır.

- Uğur Uçar, Turgut Doğan Şahin: Kalitesi ve becerileri tartışılmaz olan Uğur Galatasaray'da kötü bir performans koymamasına rağmen istenilen performansa da bir türlü ulaşamadı. Ancak bence Galatasaray'da maalesef yeterince şans bulamadı ve bir anda Ankaragücü'nde buldu kendisini. Çok önemli bir transfer olduğuna inandığım Uğur Elyasa'nın gidişinden sonra Ankaragücü defansının sağ kanadının vazgeçilmezi olacaktır. Doğan ise Samsunspor'da yıllardır belli bir istikrarı yakalamıştı ancak esas patlamayı geçen sezon yaptı ve bir anda süperlig kulüplerinin dikkatini oldukça çekti ve sonunda kendisi ile ilgilenen pek çok takım olmasın rağmen Ankaragücü'ne imza attı. 11'in değişmezi olması zor ama gelecek olası bir yabancı forvet transferi, ve Emre Aygün'ün takımdan ayrılşını düşünürsek şimdilik Vittek'in iyi bir yedeği olacaktır. Gol yollarındaki becerisi onu geleceğin önemli golcülerinden yapabilir.

2- Gidenler: Elyasa Süme (Gaziantepspor), Semavi Özgür(Manisaspor), İlkem Özkaynak(Antalyaspor), Cihan Haspolatlı(İBB), Emre Aygün(Eskişehirspor), Ariel Broggi(Banfield-kirası bitti), Jerome Rothen(kirası bitti)

3- Yeni sezon: Geçen sezon devre arasından itibaren yönetim değişikliği, yapılan transferler ve takıma koyulan hedefler taraftarı çok fazla umutlandırmıştı ve takım istenilen düzeye gelemese de oynanan futbol önümüzdeki sezon için umut verici olmuştu. Başkan Ahmet Gökçek'in "Ankaragücü 100. yılını 2010-2011 sezonunda kutlayacak" söylemi de taraftarda önümüzdeki sezon için büyük beklentiler uyandırmıştı. Ancak şimdiye kadar yapılan transferler bu beklentiler için pek de yeterli değil. Ama transfer döneminin daha ortalarında olmamız ve önümüzde uzun bir süre olması Ankaragücü'nün 100. yılda şampiyonluk beklentisi için hiçbirşey kaybetmediğinin gösteriyor. Umuyorum ki Ahmet Gökçek söyledikleri doğrultusunda şampiyonluk olmasa bile en azından üst sıraları zorlayacak ve Avrupa kupalarına katılacak bir ekip kuracak ve Ankara'lı taraftarlarının özlediği bir Ankaragücü yaratacaktır.

25 Temmuz 2010 Pazar

Kadere ve Gönlüme Dair


İşte ben hep böyle bildiğin gibi:
Kaderi öpüp başıma komuşum,
Gülüşüm, oturuşum, konuşuşum,
Belli efendim, besbelli
Yaşamaktan soğumuşum.

Yaz yağmurları misali yıllarca
Yağmış durmuşum kendi içime.
Zaten dünya öyle dünya ki kim kime
Herkes kendi derdine anca,
Herkesin yüreği lime lime...

Halbuki hayatı sevmem gerekirdi.
Acımayı, sevmeyi oldukça bilirim
Zamanla bir iş tutmayı da öğrendi ellerim,
Hem hayatıma bir de Havva kızı girdi,
Ama gel gör ki bu kaderim...

İşte ben böyle bildiğin gibi,
N'apalım bizi bir kez mimlemiş kader
Her zaman böyle, yağmur bulutundan beter.
İşte böyle hilafsız, gözümün elifi
Her zaman bir romantik portreye benzer...

Ben zaten bu dünyada tek başınayım, hey...
Bir sevdalı gönül bütün varım
Eğer o da olmasa ne yaparım,
Kimbilir hey
Ne yaparım...

Turgut Uyar

Benim için yalnızlığımı ve Büyük Saat kitabımı yanıma alıp yola çıkma vakti. 1 Ağustos'ta görüşmek üzere

Yeni sezon, transferler ve beklentiler: Bursaspor

Uzun zamandır ayrı kaldığım bloga, Anadolu takımlarımızın yeni sezon için kurdukları kadrolar, yeni sezondaki hedefler ve beklentilerini değerlendiren bir yazıyla geri dönüyorum. Bütün takımlarımızı aynı yazıda incelemektense her yazıda ayrı bir kulübümüze yer vermek istedim ve başlangıcı da tabii ki Şampiyon Bursaspor ile yapmayı uygun buldum. Bu yazıda Bursaspor'un yeni transferlerini, giden oyuncuların yaratabileceği eksiklikleri ve yeni sezondaki beklentileri değerlendireceğim.


1- Yeni Transferler:

-Gökçek Vederson: Fenerbahçede geçen sezon kaybedilen trajik şampiyonluktan sonra sözleşmesi biten Vederson kendisini gerçek şampiyonda buldu. Sol Kanatta hızı, çok uzaktan kullanabildiği sert frikikleri ve en önemlisi de Fenerbahçede yaşamış olduğu önemli Şampiyonlar Ligi tecrübesiyle takıma yapacağı katkı çok önemli. Eğer büyük bir sakatlık yaşamazsa Bursaspor'un bu sezonki önemli oyuncularında biri olacaktır özellikle Mustafa Keçeli'nin istikrarı bir türlü yakalayamaması ve Yenal Tuncer'in de Antalyaspor'a kiralanmasından sonra sol kanadın vazgeçilmezi olacaktır.

-Federico Insua: Yıllardır adı Beşiktaş, Fenerbahçe ve Galatasaray ile anılan ancak bir türlü gerçeğe dönüşemeyen bir transferdi Insua ama kısmet Bursasporaymış. Bir Arjantinli'ye yakışan tekniği, akıllı pasları ve maçı her an çevirebilecek özellikte bir oyuncu olması nedeniyle çok önemli bir transfer. Bu sezon Quaresma'dan sonra (Guti daha imza atmadığı için onu katmıyorum) Türkiye'ye gelen en kaliteli yabancı olan Insua umuyorum ki bu kalitesini Bursaspor için sahay yansıtacaktır.

-Hector Damian Steinert ve Harun Tekin: Steinert hakkında çok fazla bilgimiz olmamasına rağmen izlediğim 2 hazırlık maçında da gerçekten çalışkan ve faydalı bir oyuncu olduğunu gösterdi. Hücum hattına Leo Iglesias'dan çok daha fazla katkı sağlayacağı kesin. Çok hızlı ve birkaç pozisyonda oynayabilen bir oyuncu olduğu için olası bir Ozan veya Volkan sakatlığı, cezası ya da bu isimlerin yorgunluğunda Ertuğrul Sağlam'ı çok fazla rahatlatacak bir isim. Harun ise gelecek vaadeden yetenekli bir kaleci, tabiki Ivankov ve Yavuz'u geçmesi çok zor ama en azından bir kaç sezon tecrübe kazandıktan sonra önemli bir kaleci olma potansiyeli yüksek bir isim.

2-Gidenler: Leo Iglesias, Veli Acar(Konyaspor), Ayhan Tuna Üzümcü(Antalyaspor), Yenal Tuncer(Antalyaspor-kiralık), Tomas Zapotocny(Beşiktaş)

3-Yeni Sezon: Geçen sezon şampiyon olan kadroyu neredeyse hiç bozmayan Bursaspor sadece Veli, Zapo ve Yenal'ı kaybetti diyebiliriz, Yenal'ın kiralık olduğunu düşünürsek kayıp sayısı 2'ye iniyor ama gide Zapo ve Veli'nin yerlerine Steinert, Insua ve altyapıdan bu sezon patlama yapması çok yüksek ihtimal olan Serdar Aziz ve Vederson giden oyuncuların yerlerini çok rahat doldurabilecek kapasiteye sahip oyuncular. Sivasspor'un geçen sezon düştüğü duruma düşmeyeceğine kesin gözüyle baktığım Bursaspor zaten şu anda Beşiktaş ile birlikte lige en hazır ekip görüntüsünde. Umuyorum ki bu sezonda geçen sezon tarih yazan kadro Şampiyonlar liginde de çok önemli işler yapacak ve yeni sezonda da ligde zirveye oynayacak. Bence yeni sezonda da şampiyonluğun en güçlü adaylarından biri Bursaspor ve umuyorum ki yeni sezon daha başarılı olacak Bursaspor için.

Yazın transfer bombasını patlattık


Quaresma'ydı, Stoch'du, Pino'ydu derken yazın transfer bombasını Bön Libero patlattı. Geçtiğimiz sezon Akın K.'nın Kadıköy'deki Galtasaray galibyieti sonrasında kaybolması ve Zerdüşt'ün uzun süreli bilgisayar sakatlığı nedeniyle kadroda yaşanan Fenerbahçeli yazar sıkıntısına çözüm arayan Bön Libero yetkilileri çareyi bu mevkiye genç ve yetenekli bir yazar transfer etmekte buldu. Bir haftadır süren sıkı pazarlıklar Moodle'ın karısının "Ben Türkiye'de yaşamak istemiyorum" açıklamasının üzerine çıkmaza girmişti. Neyse ki Alexander Moodle bloga katılmak için karısını boşadı ve bu sayede Bön Libero'ya yeni bir yetenek daha kazandırdık, camiamıza hayırlı uğurlu olsun. Yeni sezon öncesi moral depolayan taraftarımızın "Büyük başkan bize Robinho'yu al" seslerini de duyar gibiyim. Taraftarımız gönlünü ferah tutsun, sponsor bulduğumuz takdirde o konuyu da çözüme kavuşturacağız. Ayrıca Yıldırım Demirören Zapo + Holosko + Delgado karşılığında "NFL'de ilk üç haftanın değerlendirmesi ve 4. haftaya b" blogunun da sahibi olan archangel'ı bizden istedi, Robinho olmazsa bu takası değerlendirmeye alacağız.

Gelin isterseniz bu heyecan verici transferimizi daha yakından tanıyalım. Alexander Moodle lise yıllarında oluşturduğumuz AİY grubunun üyelerinden. Ekibimizin kaplan haricindeki üyeleri gibi kendisi de bir Elektrik Mühendisi. Bu anlamda ekibin ruh halinden çok iyi anlayacak bir isim transfer ettik, böylece uyum sürecini de çabuk atlatacağımıza inanıyorum. Fenerbahçeli olarak da, aklı başında yorumlar yapmasını bilen ve Ankara'dan kalkıp maçlara gitmeyi dert etmeyecek kadar takımını seven bir kişidir. Kendisi son olarak 1-1'lik Fenerbahçe - Trabzon maçında da Şükrü Saracoğlu'ndaydı, maç sonundaki timsah dansını başlattığına dair iddialar da var :)) Eminim Moodle bu sezon da fırsat bulduğunda Şükrü Saracoğlu'na gidip bloga bu atmosferi yansıtan yazılar yazacaktır.

Moodle'a blogla ilgili bir de not akataralım. Sayfamızın sağ köşesinde şu an Nihat ve Rijkaard'ın bulunduğu bir köşe var. Zamanında bu isimlerin altında Alex de Souza'nın da fotoğrafı bulunmaktaydı; ancak Fenerbahçe hakkında hemen hiç yazı gelmediği için eş başkanımız moist o fotoğrafı (haklı olarak) kaldırdı. Bunu özellikle paylaştım; çünkü Moodle'ın bu fotoğraflar nedeniyle kendini deplasmanda hissetmesini istemiyorum. Yazılarını düzenli olarak devam ettirdiği takdirde oraya istediği Fenerbahçeli'nin resmini kısa sürede koyacağımın garantisini veriyorum.

Bundan sonra bloga başka yazar almayı düşünmediğimi de ekleyeyim. Bloga başlarken bütün takımların hakkında konuşup tartışacağımız bir yapı kurmayı hedefliyorduk, bu transferle o amacımıza ulaştık. (sanıyorum yapı kurma sözcüğüyle profesyonel kimliğimize de iyi bir vurgu yaptık) Moodle'a tekrar hoşgeldin diyerek ve bir haftalığına Saraybosna'da olacağım için yazılarıma ara vereceğimi söyleyerek yazıyı sonlandırıyorum. Archangel'a da eğer bu yazıyı okuyorsa bir kez de buradan geçmiş olsun diyelim, merak etmesin onu da takasta kullanmaya niyetli değiliz. Tabii Zapo yerine Ferrari'yi verirlerse bir kez daha düşünmem gerekecek.

Yeni Bir Başlangıç



İlk blog deneyimime Fenerbahçe ile başlamadan önce, kendimle ve bu blogda yazmamı sağlayan "Yaz Helvası"yla ilgili birkaç şey karalamak istedim. Futbol ve ağırlıklı olarak tuttuğum takım Fenerbahçe ile ilgili elimden geldiğince keyifli ve okunmaya değer yazılar yazmaya çalışacağım. Spor ve genel kültür konusunda tanıdığım en bilgili ve düşüncelerine değer verdiğim bir arkadaşım "Blogumuzda Fenerbahçeli açığı var, en azından boş zamanında maç analizi yazar mısın?" diye teklifte bulununca geri çevirmek olmazdı tabii ki. Umarım bu ilk denememden ortaya güzel bir şeyler çıkar. Gelelim 2010-2011 sezonu Fenerbahçe'sine...

Geçtiğimiz sezonun dramatik, trajikomik ve neresinden bakarsak bakalım skandal finalinden sonra Fenerbahçe futbol takımının ve taraftarlarının kendine gelmesi kolay iş değil. Son haftadaki Trabzonspor maçında geçen sezonun belki de en iyi Fenerbahçe'si sahada ardı ardına goller kaçırırken, ve hiçbir zaman bilemeyeceğiz ama tahminimce maç bu oyunla (anons skandalı olmadan) 1-1 bitse taraftarın çoğunluğu medeni ve olgun bir şekilde durumu karşılayacakken olanlar başta o gece Kadıköy'de olan hiçbir Fenerbahçelinin kolay kolay atlatabileceği şeyler değildi. Futbol takımı için de hiçbir şeyin aynı kalması beklenemezdi ki şampiyonluk dışındaki derecelerin başarısızlık sayıldığı bir kulüpte böyle bir sezon sonunda kabağın Christoph Daum'un başına patlaması kaçınılmazdı. Daum'un takımdan gönderiliş biçimi, karşılıklı saygısızca davranışlar ve açıklamalar, yapılan kontratların ve tazminat maddelerinin başa açacağı sorunların öngörülememesi, dünya kulübü iddiası taşıyan bir kulübe yakışmasa da, sonucunda takımın başına Aykut Kocaman gibi bir ismin getirilmesi çoğu Fenerbahçelinin taşıdığı kaygıları unutturdu. Fenerbahçe'nin Alex Ferguson'u olması umuduyla sportif direktörlüğe getirilen Kocaman'ın, ne kadar etkili olduğunu bilemediğimiz bu görevinin ardından teknik direktörlüğe getirilmesi ise Fenerbahçe özelinde Türk spor kulüplerinin ne kadar plansız, kararsız ve sistemsiz oluşunun apaçık göstergesi oldu. İlhan, Caner, Stoch, Dia transferlerine ek olarak bugün yarın alınması beklenen yabancı bir forvetle birlikte Fenerbahçe futbol takımı yeni sezona başlıyor. Önümüzde bir Şampiyonlar Ligi ön elemesi var ve rakip Young Boys karşısında ne kadar favori olsak da, en azından takımın yeni sezona ve bir sonraki ön elemede gelecek muhtemel bir Sevilla'ya, Tottenham'a karşı hazır olup olmadığını görmek açısından önemli bir kriter olacak.

Fenerbahçe'nin 2010-2011 kadrosu ve kafamdaki ilk 11 varyasyonları diğer yazının konusu olsun. Bu yazıyı en az yeni transferler kadar merakla beklediğim yeni formalardan bahsederek bitireyim.

Lacivert kaleci formasını saymazsak 4 yeni forma görücüye çıktı. Çubuklu forma bildiğimiz çubuklunun çubuklarının inceltilmesiyle birlikte 9 çubuktan oluşuyor. 2002-2003 sezonundaki aria reklamlı lacivert denemeyecek bir mavi ve sarıdan oluşan çubukludan sonraki bütün çubuklu formalarda olduğu gibi yine gerçek bir sarı-lacivert uyumu ve güzel bir dizayn var. Beyaz forma bana çok sade geldi. Belki River Plate çakması bir sarı-lacivert şerit güzel durabilirdi bu formanın üzerinde. Favorim mavi forma... "Fenerbahce Güneşi" adı verilen bu formadaki güneş ışınları ve uyumlu bir mavi tonu bu formayı diğer formaların önüne geçiriyor benim gözümde. Yeşil/Palamut forma ise zaten bir süre satışa sunulmayacak ve kullanılmayacak. Bu formayı geçen sezonki "arma forma"ya benzettiğim palamut dalı kurtarıyor bence. Arma formadan farklı olarak ise formanın rengine gözlerimiz bir süre alışamaz, ama zaten çok fazla tercih edeceğimizi de sanmıyorum.

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Bu Arda'yı Ne Yapmalı?



Tıpkı geçen sezonun başı gibi, gümbür gümbür gelen bir Arda Turan bekliyor bizi. Herkesin dilinde de "frikik çalışmış" sözleri var. Fenerbahçe maçında iki frikikle takdir ettirdi kendisini Arda. Topu ayağında çok tutmasıyla hafiften hafife bir Hasan Şaş'lık sezdirse de Arda giderse ne yaparız diye düşünmeden edemiyor insan.

Kaybedilen Fenerbahçe maçlarından sonra klasikleşmiş bir bunalım dönemimiz olur. Hazırlık maçı falan dinlemedi, takım yine karıştı bir yenilginin ardından. Tabii bunda tarafsız medya kuruluşlarının katkısı büyük. Sağolsunlar gecenin saat 2'sinden başlayarak 15 dakikada bir defalarca gösterdiler meşhur otobüs kavgasını bir gün boyunca.

Arda'da Emre Belozoglu tavırları gormek hiç de zor değil. Yaşı ilerledikçe göze çarpıyor bu tavırları. Medyaya tepki, taraftara tepki, oraya tepki, buraya tepki. Sen neden o otobüsten inersin be Arda? Bilmezmisin çarşaf çarşaf yazılacak yaptıkların? Tak iPhone'unu kulağına kapa gözlerini... Gönül isterdi ki daha olgun olabilesin. Böyle şeyleri alttan alabilesin. Tabii bunları buradan yazmak da kolay. Sonuçta kaçımız Arda'nın tecrübe ettiği yoğunlukta bir medya ve kamuoyu baskısının altında kaldık? Kaçımız koca bir camianın en öndeki adamlarından biri haline geldik?

Galatasaray'ı gerçekten seviyorsan söylenenleri sallamayacaksın, ne olursa olsun Galatasaray'dan soğumayacaksın, diye düşünürdüm hep. İşin derinlerine indikçe, Arda'nın kırgınlığının sebebini, kaptanın Galatasaray'a gerçekten bağlı olmasına ama bu sevginin taraftarlar tarafından karşılıksız bırakılmasına bağlayabiliriz.

''Maçtan sonra oradan çıktık ve 45 dakikada durduk. Bu süre içinde taraftarlarla fotoğraf çektirdik. Fenerbahçeli arkadaşlar geldi, onlarla bile fotoğraf çektirdik. Fakat bazı arkadaşlar aşırı hareketler yaptılar. Biz de çok aşarı tepki göstermedik aslında. Yapmayın gibilerinden bir şeyler söyledik. Sonra küfür ettiler. Tabi sinirlenen arkadaşlar oldu. Ama bizim aşağıya inmekteki amacımız onları yatıştırmaktı, gönüllerini almaktı. Görüntülerde de onların gönlünü almaya çalıştığımız ortada. Bize saldırmayı düşünen arkadaşlar oldu. Belki otobüsten inmememiz gerekiyordu. Ama onların gönlünü almaya gittim. Sonra görüntülerde gördüm ki gönlünü almaya çalıştığım kişi bana küfür ediyor. Farkında değildim, canı sağ olsun. Biz Galatasaraylılardan gelecek her şeye razıyız.''

Kaptanın bu sözleri, olgun bir kaptanlığa adım atması yolunda umut verici. Bu sene onun için çok büyük bir sınav olacak. Hiçbir zaman olmadığı kadar magazinlerde yer alacak. Taraftar onu eleştirmek için birçok şey bulacak (ben dahil). Takımın kötü gidişinde (ki kötü gidiş çok muhtemel gözüküyor) Rijkaard'dan sonra hedefteki ilk isim olacak.

Ama unutmamak lazım ki bu sezonla ilgili küçük bir umut ışığı varsa, o da Arda'dır. Takımı karıştırsa da, taraftarı ayırsa da, sevgililer gününde sakatım dese de, ne 10'la oluyor bu iş, ne 10'suz... Kaptanın kendini temize, takımı düzlüğe çıkarması dileğiyle.

Bu arada Arda'nın tatildeki resmini eleştiri amaçlı koymadığımı da belirteyim. Hoşuma gitti sadece. Helalühoş olsun :)

İlahi FM! #3


Harika olmuş gerçekten. İnsanın açıp oynayası, bilgisayar karşısında hoplayıp zıplayası geliyor.

Özlemişiz


Nihat 1998-2002 yıllarından kalma parmak sallamalı gol sevincini gerçekten özlemişiz. Bir yıldır gol konusunda yaşadığı sıkıntılar nedeniyle attığı ender gollerde sevinmek yerine tekme - yumruk sallayıp avaz avaz bağırmayı tercih eden Beşiktaş'ın çocuğu, umarım bu sezon bu stresi tekrar yaşamadan, ard arda sıraladığı gollerinin akabinde bu gol sevincini kapalının önünde yeniden yapmaya başlar.

23 Temmuz 2010 Cuma

Låt den rätte komma in - Yalnızlar rıhtımında bir vampir ve bir çocuk


2008 yılında gösterime giren İsveç yapımı Låt den rätte komma in (Gir Kanıma), 12 yaşındaki bir çocuk olan Oskar'ın, tanıştığı yaşıtı görünümlü bir vampir sayesinde büyümesini konu alıyor. İsveç sineması denince aklımıza gelen ilk isim olan Ingmar Bergman'ın sinematografi mirasının hakkını fazlasıyla veren bu film; aynı zamanda aşka ve büyümeye dair cesur yaklaşımıyla bizlere tartışacak pek çok konu sunuyor.

Bu konulara girmeden önce kahramanlarımız Oskar ve vampir Eli'ın çevreleriyle olan ilişkilerine göz atmakta fayda var; çünkü bu ilişkiler çocukları yalnızlaşmasına yol açıyor ve bu yalnızlaşma hali hikayenin gelişiminde oldukça önemli bir role sahip. 12 yaşındaki bir kız görünümüne sahip olan Eli'ın vampir kimliği nedeniyle yalnız bir yaşam sürmesi gayet anlaşılabilir bir durum. bu noktada Eli'ın vampirliğini avcı kimliği olarak genelleştirelim; çünkü bu kavram da hikayede önemli bir yer tutuyor. Onun hayatında doğrudan ilişki kurdukları bir kurbanları var, bir de kendisine kan sağlamak için gönüllü olarak cinayetler işleyen Hakan.


Eli'ın kurbanlarıyla olan ilişkisi, bir adamın en yakın tanıdıklarını öldürdüğü için kendisine tehdit oluşturuyor. Filmin ilerleyen bölümünde bu durum Eli ile Oskar'ın daha da yakınlaşmasını sağlayacak. Hakan ile olan ilişkisi ise pek çok yoruma açık. Bence akla en yatkın hikaye Hakan'ın, 12 yaşlarında aynı Oskar gibi Eli'ı gördüğü ve ona aşık olduğu yönünde. Yıllar geçtikçe ademoğlu Hakan yaşlanıyor; ancak vampir Eli'ın fiziksel görüntüsü değişmiyor. Bu ilişkide hükmeden kesinlikle Eli, zaten ilişki bir hastane odasında gerçek anlamıyla kurban - avcı ilişkisine dönüşerek sonlanıyor. Bu iki durumdan da anlayabileceğimiz üzere, vampir Eli hem tanıdığı hem de tanımadığı her kişi üzerinde iktidar kuran bir avcı ve tabiatı gereği yalnız başına.


Şimdi de Oskar'ın ilişkilerini değerlendirelim. Oskar'ın hayatında anne - babasıyla kurduğu zorunlu ilişki dışında kimse yok. Annesi ve babası ayrı yaşıyorlar ve Oskar annesinin yanında kalıyor; ancak Oskar annesini hayatından tamamen soyutlamış durumda. Ona ne herhangi bir sıkıntısını anlatıyor, ne de annesinin anlattıklarına kulak veriyor. Babsı ile olan ilişkisinin nispeten dah iyi olduğunu görüyoruz. Ancak filmin ortalarında romantik bir müzik eşliğinde samimiyetine ikna olduğumuz bu baba-oğul ilişkisi de, babasının bir arkadaşının eve gelmesiyle son buluyor. Oskar yine çevresinden tamamiyle soyutlanıyor. Bu yalnız ve çekingen çocuğun başı aynı zmanda okulunda kabadayı geçinen üç çocukla belada. Bu çocuklar Oskar'ı gerek sözlü olarak aşağılayarak, gerek sopayla fiziksel şiddet uygulayarak kurban haline getiriyorlar. Özelte Oskar'ın ilişkilerinde hep ezilen taraf olduğunu ve bu nedenle yalnızlığa itildiğini görüyoruz.

Aynı apartmanda komşu olan (ki bu komşuluk pencerelerin simetrik bir görüntüsüyle çok güzel yansıtılıyor)iki çocuğun yalnızlığı önce arkadaşlığa, ardından da aşka dönüşüyor. Tabii bu vampir - insan aşkını son dönemin popüler filmi Twilight'a benzetirsek fena halde yanılırız. Låt den rätte komma in, kapak oğlanı - kapak kızının başrolünde olduğu, seyirciyi rahatsız etmekten uzak, vampir soslu aşk hikayesinin hayranlarının kaldıramayacağı sertlikte bir aşk hikayesi sunuyor bizlere. Hikayenin sertliği şiddet görüntülerinden ziyade, karakterlerin bilinç altında aşık olunacak hiç bir unsur barındırmamalarınan kaynaklanıyor. İki çocuğun da 12 yaşında olmalarını bir kenara koyalım, Oskar'ın kız arkadaş olma teklifine Eli'ın verdiği "Ben kız değilim" yanıtı, genital bölgesindeki yarayla birleşince hazmetmesi zor bir aşk ilişkisiyle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Bu geniş yara, bu kıza işkence edildiği için ortaya çıkmış olabilir; ama seyircide daha çok kastrasyona uğramış bir erkek izlenimi uyandırıyor.


Son olarak, bu kabul edilmesi güç aşk ilişkisini doğuran sebeplere göz atalım. Aslında sebeplerin pek çoğunu ELi ve Oskar'ın çevreleriyle ilişkileri sayesinde kavramış olduk. Kurban Oskar'ın, ergenliğe adım atarken artık kimliğini ispatlaması ve bir avcıya dönüşmesi gerekiyor. Zaten açılış sahnesinde, okulun kabadayılarına sapladığını düşündüğü bıçağıyla Oskar'ın intikam için yanıp tutuştuğunu anlayabiliyoruz. Eli da hem ilişkilerdeki dominantlığı, hem de gerçek anlamda kan emen bir avcı olmasıyla Oskar'ın yardım isteyeceği ilk insan rolünde. O kadar ki, Eli'ın esasında Oskar'ın alter-egosu olduğunu dahi iddia edebiliriz. Hikayenin sonuna kadar Eli adım adım Oskar'a cesaret sahibi olmayı öğretiyor. Hem ilk defa bir insanla(ya da yaratıkla) düzgün bir ilişki kurması, hem de sopayla kabadayının suratını dağıtmasının ardından kurban kimliğinden sıyrılmayı başarıyor. İntikam duygusu filmin finalinde hem Oskar'ı hem de Eli'ı tehlikeye düşürüyor; ancak ikli birbirlerinden destek alarak bu tehlikelerden (biraz da kanlı bir biçimde) sıyrılıyorlar.

Karların izole ettiği İsveç topraklarında yalnızlık elbette daha kolay anlatılıyor; ancak bu yalnızlık hissini çok iyi yansıtan sinematografiye bir kez daha alkış tutmak gerek. Bir çocuğun büyüme hikayesi olarak filmin temasını aktarmak bu rahatsız edici (ama olumlu anlamda) filmi tanımlamak için yavan kalacaktır. En iyisi biz bu filmi "12 yaşındaki bir çocuğun 12 yaşındakilere gösterilemeyecek derecede rahatsız edici büyüme hikayesi" olarak özetleyelim ve filmin Sight&Sound dergisi tarafından geçtiğimiz yılın en iyi 5. filmi seçildiğini not düşelim. Benim fikrim, Låt den rätte komma in'in listede yer alan Das Weisse Band, Inglourious Basterds, Un prophete gibi filmlerle aynı kalitede olmadığı yönünde. Yine de bu film son dönem Avrupa sinemasının en başarılı örneklerinden birisi ve filmseverlerden bir şansı kesinlikle hak ediyor.

Beşiktaş'ın Yeni Dizilişi ve Muhtemel Sorunlar


Vikingur maçının analizini yapmak veya maçtan hareketle oyuncuların performansı üzerine yorum yapmak abesle iştigal olacaktır; ama bu maçların Beşiktaş'ın 2010-2011 sezonuna dair bazı ipuçları verdiği de bir gerçek. Sanıyorum bu ipuçlarının en önemlisi Beşiktaş'ın yeni sezondaki dizilişi oldu. 2007-2009 yılları arasında Schuster'in Real Madrid'de oynattığı asimetrik 4-2-3-1 (veya 4-2-3-1 ile 4-1-3-2 melezi de diyebiliriz) dizilişini bu sezon Beşiktaş'ta göreceğiz.

Bu dizilişin Beşiktaş'ta yaratabileceği sorunları görmek adına önce 2007-08 ve 2008-09 sezonlarında Real Madrid'in dizilişine bir göz atalım. Dizilişi yazarken Schuster'in bir numaralı tercihlerini göz önüne aldım. Parantez içinde yazan isimler 2008-09 sezonunda Schuster'in kadroda yaptığı değişiklikleri gösteriyor.

Kaleci: Casillas

Defans: Ramos - Cannavaro - Pepe - Drenthe (Heinze)

Orta Saha: Diarra - Sneijder (Guti)

Forvet Arkası: Higuain (Van der Vaart) - Raul - Robinho (Robben)

Forvet: Van Nistelrooy

Kadroya baktığımızda ön plana çıkanları mevkilere göre sıralayalım:

1. Takımın iki bekinin de hücumcu olması defanstaki öncelikli tercih olmuş.

2. Orta Sahanın yükünü çekme görevi tek bir oyuncuya (Diarra) verilirken, onu destekleyen oyuncunun oyun kurucu özellikleri ön plana çıkıyor.

3. Forvet arkasında ikinci forvet görevini merkezdeki oyuncu (Raul) üstleniyor. Kanatlarda önce sıfıra inmesi beklenen oyuncular tercih edilirken, Ramos'un kanadı tek başına götürecek potansiyele sahip olması nedeniyle onun önüne oyun kurucu özellikli bir isim (Van der Vaart) yerleştirilmiş.

4. Forvette ise yaratılan fırsatlardan en yüksek oranda yararlanabilecek olan bir santrafor var.(van Nistelrooy)


Yazıdaki amacım Real Madrid'den ziyade Beşiktaş'ı incelemek olduğu için, bu noktaları akılda tutarak Vikingur maçlarına çıkan kadrolara bakalım. Parantez içindeki isimler rövanşta yapılan değişiklikleri gösteriyor.

Kaleci: Hakan

Defans: Erhan - Toraman (Zapotocny) - Sivok - Üzülmez (İsmail)

Orta Saha: Ernst - Delgado

Forvet Arkası: Tabata (Ekrem) - Nihat - Quaresma

Forvet: Bobo

Şimdi iki kadroyu karşılaştırarak Beşiktaş'ın bu dizilişte yaşayabileceği muhtemel problemleri görmeye çalışalım. Karşılaştırma yaparken tabii ki Beşiktaş'ın şartlarını göz önünde bulundaracağım, yani "Hakan Casillas'tan kötü kaleci, bize daha iyi kaleci lazım" demek gibi bir niyetim yok. Sadece yukarıda Madrid ile ilgili değindiğim 4 nokta üzerinden hareket edeceğim.

1. Sağ Bek kim olacak?


Schuster'in iki bekte de hücuma katılmayı amaçlayan beklere görev verecek olması, sezon başında Toraman'ın varlığından dolayı öngörmediğimiz bir sağ bek sorunu yaratabilir. Erhan ve Ekrem bu bölgede zorunluluktan oynayabilecek isimler ve takımın defansif kalitesi Toraman'ın sağ bek oynadığı geçen yılki 4'lüye göre düşük kalabilir. Schuster aradığı özelliklere sahip olan Rıdvan'ın bu dönemi sakat
geçirmesi bizi bir alternatiften daha etti. Hele bir de Ramos'un önünde van der Vaart'ın oynadığı gibi Erhan'ın önünde Tabata oynayacaksa büyük sıkıntı olur.

2. Guti'nin yerine Guti gelecek mi?


Gelsin. Yoksa orada Delgado gibi topun kıymetini bilmeyen bir oyuncuyu düşünmek bile istemiyorum. Real Madrid'de Sneijder ve Gago gibi potansiyelli oyuncular dahi o mevkiide yaptıkları top kayıplarıyla takımı sıkıntıya sokarken, Delgado ile bu iş biraz zor yürür. Eğer gelemeyecekse Delgado yerine Necip oynasın, en azından yabancı kontenjanı rahatlar.

3. Bobo aradığımız santrafor mu?


Bobo'yu gönderip yerine santrafor almak zaten oyuncu göndermekte sıkıntı yaşayan bu takımın katlanması zor bir külfet. Zaten Bobo Süper Lig için oldukça yeterli bir golcü; ancak bir sezon boyunca istikrarlı olarak verim verdiğine 4 senedir şahit olamadık. Yerine girecek isim de Nobre olduğuna göre takımın hücum opsiyonlarını artırmasına karşın skora bunu yanıstamama sorunu olabilir.

Henüz kadro tam olarak oluşmadığı için değerlendirmeler yapmak için erken olsa da, kısa vadede başarı hedefleyen Beşiktaş'ın, (ki öyle olmasa da Türkiye'de her zaman kısa vadeli başarı hedeflenir) hedefine ulaşması için çıkması muhtemel bu sorunlara şimdiden alternatif çözümler üretmesi gerekiyor diye düşünüyorum.

22 Temmuz 2010 Perşembe

Wimbledon'dan Akılda Kalan 5 Olay


Yine gecikmeli bir tenis yazısı oldu; ancak okulun bitmesine karşın daimi koşuşturma hali bitmemişti. Hal böyle olunca Wimbledon yazısı da iki hafta gecikmeli geldi. Neyse efendim, geç olsun da güç olmasın diyerek Wimbledon 2010'dan akıllara kazınan olayları sıralayalım.

1. Mahut - Isner


Yalnızca Wimbledon 2010 değil, ne zaman Wimbledon dense akıllara gelecek bir maç yaşandı. Geçen yıl son seti 16-14 biten Federer - Roddick finali de nefes kesmişti; ama 70-68 nedir be kardeşim? Avrupa'da Euroleague finali bu skorla bitse kimse şaşırmaz sanıyorum. Bu karşılaşmanın skorunun ne anlama geldiğini anlamak için şöyle bir basit mantık kullanalım: Bir tenis maçını kazanmak için 3 sete, yani 18 oyuna ihtiyacınız var. Mahut bu maç boyunca tam 91 oyun kazanmasına karşın (ki bu teoride 5 maç kazanabileceği anlamına geliyor) Wimbledon'a ilk turdan veda etti. Akıl alır gibi değil gerçekten. Ayrıca bu maç bana seneye yılın spor ödüllerini verirken yılın maçı kategorsinide rakip tanımayan bir aday sunmuş oldu.

2. Marsel


Tenisi yıllardır ülkelerden bağımsız bir spor gibi izlerdim; ancak geçen yıl katıldığım Almanca dil kursunda İsviçreli bir kız ülkenin kahramanı olarak Federer'i tanıtınca içimde bir burukluk oluşmuştu. Ben de sıkı bir Federer hayranıyım; ama hiç bir zaman o kızla aynı heyecanı yaşayamayacağımı o ulusal kahraman kimliği sayesinde fark etmiştim.

Türk tenisseverlerin benzer bir heyecan yaşaması için Marsel İlhan bu yıl dev bir adım attı. İlk defa bir tenis maçını milli maç izler gibi taraflı bir şekilde izleme ayrıcalığına bu Wimbledon'da sahip olduk. Marsel bir tur geçmeyi başardığı Wimbledon'da sert servisleri ve potansiyeliyle hepimize umut saçtı. Tabii ki bir Federer yetiştirmek herkese nasip olmaz ve böyle karşılaştırmalar yapmak da gereksiz yere Marsel'e zarar verir; ancak artık Türk tenisseverlerin de bir Grand Slam izlemek için Marsel gibi çok güzel bir sebebi var.

3. Güç Gösterisi (Power Play)



Power play (güce dayalı oyun) ve hard-hitter (sert vurucu) terimleri Serena - Venus kardeşlerle birlikte sık sık kadınlar tenisinde duyulur olmuştu. Bu isimlerin ardından bir çok tenisçinin kısıtlı oyun görüşüyle güce dayalı bir oyunu benimsediğine şahit olduk. Benzer bir yükselişi artık erkekler tenisinde de görmeye başladık. Del Potro'nun Amerika Açık şampiyonluğuyla gelişini herkese ilan eden erkek hard-hitter'lar turnuvalarda gittikçe daha başarılı sonuçlar almaya başladılar. Söderling, Berdych, Del Potro gibi 1.90 üstü boyunda olan ve 200+ km/saat hızla servis atan oyuncular Murray, Djokovic ve en son Federer gibi teknik oyuncuların yerini almaya başladılar. Her ne kadar oyununu hard-hitter olarak tanımlamak Nadal'ı fazalaca hafife almak olsa da, güç deyince akla kortlarda ilk akla gelen isim İspanyol boğası. Roland Garros finalinde Söderling'i, Wimbledon finalinde de Berdych'i 3-0'la geçen Nadal'ın, hard-hitter'lara karşı hiç zorlanmaması onu gelecek yıllarda da bir numarada tutacağa benziyor.

4. Kral öldü, Yaşasın Yeni Kral


Nadal hakkında birşeyler karalamaya üstteki maddede başlamıştık, oradan devam edelim. İki yıl önce Wimbledon'da Federer'i yenerek Nadal'ın bir devri kapattığını ilan ettiğini düşünenler çoğunluktaydı; ancak unutmak isteyeceği 2009 yılında hem ciddi diz sakatlığı hem de ailevi problemleri Nadal'ın krallığını tam anlamıyla ilan etmesini bir yıl geciktirdi. Bu bir yılın ardından Nadal 2010'a kaldığı yerden devam ederek başladı. Önce kendi evi sayılan Roland Garros'da set vermeden kazanılan şampiyonluk, sonrasında Wimbledon'da kariyerinin ikinci zaferi bizlere gösteriyor ki kortların yeni kralı Rafa Nadal.

Peki eski kralımız Federer ne durumda diye soracak olursanız haberler hiç de iyi değil. Avustralya'da kazandığı 16. grand slam'in ardından Federer için ortada kırılmadık rekor, elde edilmemiş başarı kalmamıştı. Bu durumdaki her sporcunun motivasyon eksikliği nedeniyle problem yaşaması normaldir; ama söz konusu Federer olunca insanın bu duruma inanası gelmiyor. Son iki grand slam'de gördüğümüz kadarıyla kortta biraz canı sıkılan bir Federer var. Şu aralar tatilde kafasını toplamak ile meşgul olan Fedex'in, hazır olup tahtını geri almak için yeniden mücadele vereceği günleri sabırsızlıkla bekliyorum.

5. Serena Zirvede Tek Başına


Erkekler tenisinde son 4 grand slam'de 1 şampiyonluk, bir final ve iki çeyrek final oynamak Federer'e liderlik için yetmez iken, 2000'lerin diğer efsanesi Serena Williams rahat rahat kadınlar tenisinin zirvesinde bekliyor. Yıllardır her turnuvada Serena'ya ciddi bir rakip çıkması ve rekabetin artmasını bekleyen tenis izleyicileri sürekli hayal kırıklığına uğruyorlar. Wozniacki, Jankovic gibi hard-hitter'ların Serena'yı kendi silahıyla vurması imkansız görünüyor. Eski yıldızlar Clijsters, Henin ve Şarapova tenise kendi istekleriyle veya sakatlıkla verdikleri aranın ardından Serena'ya akip olacak düzeye gelemediler. En son Roland Garros'da finale kalan Stosur ve Schiavone'nin Wimbledon'a ilk turdan veda etmesi de kadınlar tenisinin artık trajikomik bir hal aldığını gösteriyor. Örneğin, bu nedenle Venus'u turnuva dışına iten Pironkova'yı yazma ihtiyacı duymadım. Zira Pironkova'yı bir daha ilk turu geçerken görebilecek miyiz bilmiyorum. Serena'ya bu fırtınalı ortamda ayakta kaldığı ve inatla kazanma hırsını ortaya koyduğu için teşekkür ederek yazıyı sonlandırıyorum.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Gilda - Put the blame on Mame



When Mrs. O'Leary's cow
Kicked the lantern in Chicago town
They say that started the fire
That burned Chicago down
That's the story that went around
But here's the real low-down
Put the blame on Mame, boys
Put the blame on Mame
Mame kissed a buyer from out of town
That kiss burned Chicago down
So you can put the blame on Mame, boys
Put the blame on Mame

Remember the blizzard, back in Manhattan
In eighteen-eighty-six
They say that traffic was tied up
And folks were in a fix
That's the story that went around
But here's the real low-down
Put the blame on Mame, boys
Put the blame on Mame
Mame gave a chump such an ice-cold "No"
For seven days they shovelled snow
So you can put the blame on Mame, boys
Put the blame on Mame

Tüm zamanların en unutulmaz femme fatale karakteri Gilda için 2 dakikalık saygı duruşu

20 Temmuz 2010 Salı

İlk giden Tello oldu


Arkadaşların da bildiği bir huyum vardır. Yeni sezon formasını sezon başında alırım; ancak formanın arkasına isim yazdırmak için sezon sonunu beklerim. Formanın arkasına yazdıracağım ismin genellikle o sezonla birlikte hatırlayacağım kişiye ait olmasını isterim. İşte bu nedenden dolayı şampiyon olduğumuz 2008-09 sezonunda aldığım formamın arkasında "Tello" yazar. Satış görevlisinin bana "Tello'nun numarası kaçtı" diye soruşunu dün gibi hatırlıyorum. Tello o sezon, örneğin Alex gibi ön plana çıkan bir oyuncumuz olmadı belki; ama kritik haftaların pek çoğuna asist ve golleriyle imzasını atan isimdi. Kendi adıma, Tello'nun o sezonki katkısının yeterince takdir edilmediğine inanıyorum. Ayrıca onun Beşiktaş'a Delgado, Tabata gibi isimlerden çok daha fazla güzel anı bıraktığını da düşünyorum.


Tello'nun Beşiktaş'a geldiği ilk sezondan başlayalım. Sol bek olarak geldiği Beşiktaş'ta, Üzülmez etkisi nedeniyle sol açığa geçecek ve orada başarılı bir performans gösterecekti. Ertuğrul ve Sinan Engin Tello'dan o kadar memnun kalmışlardı ki, ona benzer özellikleri olduğuna inandıkları Seriç'i kadroya katmışlardı. Tabii, Seriç'in Tello ile alakası olmadığını anlamamız uzun sürmedi. O sezondan aklımda kalan iki harika golü vardı Tello'nun. İlki, Tello'nun işe yarar bir oyuncu olduğundan emin olmamızı sağlayan maçta G.Saray'a attığı gol. Maç seyircisiz oynandığından olsa gerek, filelere takılan topun sesi hala kulaklarımdadır. Bu gol Beşiktaş'a puan getirmedi belki; ancak Marsilya'ya attığı frikik golü, İnönü'de kazandığımız son Ş.L galibiyetini getiren gollerden birisiydi. (ki bu aynı zamanda moist ile tanıştığımız maçtır)


2008-09 sezonu ise Tello'nun Beşiktaşlılarca sürekli hatırlanmasını sağlayacak sezon oldu. Çifte kupalı sezonun başında Ertuğrul Sağlam ile ortalarda gözükmeyen Tello, Denizli'nin gelişiyle adeta patlama yaşadı. Denizli'nin ilk maçında henüz 3. dakikada golü bulan Tello, ters kanada geçmenin avantajlarını iyi kullanmaya başlamıştı. Yine de Denizli'nin gelişinden bir iki ay sonra Tello ciddi bir düşüş yaşadı ve uzaktan bir şutla harika bir gol attığı Antalya maçına kadar pek ortalarda gözükmedi. Zaten Tello'nun bugün gidecekler listesine yazılmasının temel sebebi bu istikrarsızlığıydı. Sezonun ikinci yarısında açılan Şilili, özellikle asistleriyle ön plana çıkmaya başladı. Sivasspor'un çok avantajlı olduğu şampiyonluk yarışında psikolojik avantajı Beşiktaş'a getiren gol de onun ayağından gelmişti. Sezonun en kritik maçı olan Sivas deplasmanında durumu 1-1'e getien bu gol, onun sezona vurduğu damganın en güzel simgesiydi belki de. Tello, Denizli'nin jokeri olarak sol kanatta başladığı sezonu, bir dönem sağ kanat oynadıktan sonra Cisse-Ernst ikilisiyle orta sahada sonlandırdı. Bu orta saha düzeni, Bşeiktaş'ın sezonu iki kupayla kazanmasındaki temel faktör olmuştu.


Şampiyonluğun ardından Bşeiktaş yönetiminin berbat yönettiği transfer dönemi takımın sezona şok bir başlangıç yapmasına neden oldu. Bu sıralarda Tello, İnönü'de Antalya'ya attığı bir frikik golü dışında hiç ortalarda gözükmedi. Hem sakatlık, hem de düşük formu nedeniyle yarım sezon boyunca Beşiktaş'a hemen hiç katkı vermedi. Hemen hiç diyorum; çünkü Tello kendisini Avrupa'da bir gün için manşetlere taşıyan Old Trafford'daki golünü de bu dönemde attı. Tello'nun aklımızda kalan son iyi performansı ise bu sezon yarışa devam etmemizi sağlayan Kayseri deplasmanında geldi.

Rodrigo Tello, Süper Lig'de 86 kez Beşiktaş forması giydikten sonra kulübümüze veda etti. Beşiktaş'ta oynadığı üç yılda uzaktan attığı sert şutlar, frikikleri ve attığı kritik gollerle hafızalarımıza kazanacak işlere imza attı. Özellikle 2008-09 şampiyonluğunda oynadığı kilit rolden ötürü gidişine üzüldüğümü söylemeliyim; ama Quaresma transferinden sonra beklediğimiz bir hareket olduğunu da eklemek gerek. Beni sevindiren ise Tello'nun yabancıya değil, doğduğum şehir olan Eskişehir'e gidecek olması. Hoşçakal Şilili, Demirören döneminde gelen ender doğru transferlerden birisi olarak kalbimizi kazanmayı başarmıştın. Umarım bu sezon senin frikiklerini ve ara paslarını fazla aramayız.

18 Temmuz 2010 Pazar

Synecdoche NY - Lynch W.Allen kırması Yeni Amerikan Sineması


Charlie Kaufman, 2008 yılında Cannes'da Altın Palmiye için yarışan Synecdoche NY ile ilk yönetmenlik denemesine imza attı; ancak onun sineması üzerine konuşurken yönettiği filmlerden çok yazdığı senaryolardan yola çıkmak gerekiyor. Being John Malkovich, Adaptation, Eternal Sunshine of the Spotless Mind ve son olarak Synecdoche NY filmlerinin senaryolarını yazan Charlie Kaufman, 90'larda başlayan Amerikan bağımsızları dalgasının son ve en başarılı üyelerinden birisi olarak dikkat çekmeyi başardı. Yıldız sisteminin çökmesinin ardından ciddi bir krize giren Amerikan sinemasının 2000'li yıllarına Charlie Kaufman'ın vurduğu damgayı yadsımak imkansız görünüyor. Synecdoche NY'da onun yaratıcı senaryolarının sonuncusu olarak karşımızda duruyor.

Synecdoche NY filmi, başlangıcından itibaren ölüm korkusu üzerine yoğunlaşacağını hissettiriyor. Sonbaharın melankolik atmosferi, güllerin solduğunu gösteren ve yaşamın sonuna gelindiğinin metaforu olan görüntülerle yansıtılıyor. Gazetlerde virüs ve hastalıklar ile ilgili haberlerle ölüm ilanmlarını okuyan Caden, musluğun başına fırlaması ile gerçekleşen beklenmedik kazadan sonra ölüm üzerine daha çok düşünmeye başlıyor. Bu korku o kadar büyüyor ki Caden, kendi dışkısını inceleyecek kadar takıntılı hale geliyor. Bu farkına varma sürecinde seyirci yakın çekimlerle sürekli Caden'ın dünyası içine girmeye zorlanıyor.


Caden, babasının cenazesi sırasında babasının ölürken korkunç acılar çektiğinden ve kendi hayatından nefret ettiğinden yakınıyor. Bu cümle Caden'ın ölüm korkusunun iki nedenini de açıklıyor. Birincisi ölüm nedeniyle çekeceği fiziksel acı, diğeriyse ölmeden önce hayatına anlam verme çabası. Bedenin dünyada sınırlı olan zamanının ötesine geçme, ölümün sonrasında da tartışılarak, takdir toplayarak varlığını sonsuzlaştırma arzusu zaten bir tiyatro yazarı olan Caden'ın sanatçı yanında sürekli var olan bir arzu. Bergman sinemasında da sıkça gördüğümüz üzere Caden karakteri esasında Charlie Kaufman'ın kendi varoluşsal kaygılarını yanıstmak üzere Synecdoche NY'da yer alıyor. Kaufman'ın Bergman'dan farkı ise bu varoluşsal sorgulamda dinin hiç yer almaması.

Şimdi de Caden'ın içinde düştüğü bunalımın çevreden kaynaklı etkilerini inceleyelim. Caden'a çevreden vurulan en büyük darbe şüphesiz karısı Adele'den geliyor. Psikiyatr'a Caden'ın ölümünü hayal ettiğini söyleyen Adele, açıkça Caden'dan kurtulmak istiyor. Hatta Caden'ın varlığından o kadar mutsuz ki, lezbiyenliği tercih etmeye başlıyor. Efendim, Woody Allen'ın Manhattan'ı mı dediniz? Zaten Charlie Kaufman hem varoluşçu sorguları, hem de komediye yatkın kalemiyle Amerikan sinemasında Woody Allen'ın izlerini tkaip ettiğini belli ediyor. Hikayemize dönecek olursak; Caden'ın Karısının davranışları nedeniyle ağır bir darbe alan erkeklik gururu, Hazel'ın ilgisi sayesinde yeniden onarılıyor; ancak Caden geçmişini arkasında bırakamadığı için yen bir ilişki şansını daha kaybediyor. Caden böylelikle ikinci kez iktidarını kaybediyor. Bu bunalımların üzerine oyuncusu Claire ile de sağlıklı bir birliktelik kuramıyor. Bütün bu ilişkilerin temelindeki sorunu ise, tiyatroda kendisini oynayan aktörün ağzından dinleyelim: "I’ve watched you forever, Caden, but you’ve never really looked at anyone other than yourself." Yalnızlık, Caden'ın varoluş problemini dipsiz bir kuyu haline getiren nedenlerden birisi.


Caden, ölümsüzlük isteğinin bir yansıması olarak kendi hayatını bir tiyatro olarak yinelemeye karar veriyor, zira Caden yazabileceği en büyük oyunun kendi hayatı olduğunu düşünüyor. Burada da Caden'ın karşısına sanatın gerçeklikle ilgili temel sorunu çıkıyor. Sanat ne kadar gerçeğe yaklaşmaya çalışırsa çalışsın, sonuçta kurgulanan yapıt kendi doğası gereği gerçekilkle arasına mesafe koymak zorunda kalıyor. Karısı Adele'nin minyatür sanatla ve gerçeklikten uzak soyut bir yaratıyla takdir toplarken, Caden'ın gerçeğe en yakın sanat olduğu tiyatroda dahi tam bir gerçekliğe ulşamaması bu paradoksu çok güzel yansıtıyor.

Caden, varoluş sorununun bireysel kimliklerin ötesinde olduğunu vurgulamak istercesine kendi rolünü Ellen'a vermeyi uygun görüyor. Temizlikçi kadın Ellen'ın, Caden'ın alt benliğini yansıtmasının bir nedeni de, Caden'ın Adele üzerinde iktidar kuramadığı için erkek kimliğinin bilinç altında zedelenmesi. Aynı zamanda temizlikçi olarak Adele'ye hizmet ederek onunn iktidarı altında eziliyor. Bir anlamda Caden bu temizlikçi rolüyle kendini cezalandırıyor. Kimlik ilk olarak cinsiyetle belirlendiği için Adele'nin evine girmeden kendisine Ellen diye hitap edilmesini başta gülünç bulan Caden, tiyatronun sonunda ona dönüşmeyi garipsemiyor. Bu Freudyen düşünceler bizlere Amerikan sinemasının bir diğer ustası David Lynch'i anımsatıyor.


Filmin sonunda ise kaçınılmaz olan ölüm anı var. Bu ölüm sahnesinde çevre, sanki ondan sonra var olmayacakmış gibi bir tekno çöplüğe benzer şekilde yansıtlıyor. Sonlara doğru sürekli saati görüyoruz ve bu görüntüler bizlere bir noktadan bir noktaya varmadığımız, yalnızca dünyada vakit öldürdüğümüz hissini güçlendirmek için kullanılmış. Varoluşçuluğun yakın ilişikiler içinde olduğu post-modernizme da böylelikle bir vurgu yapılıyor.

Filmin içinde geçen bütün semboller ve varoluşsal sorgulara karşın filmin finalinde Kaufman'ın hayatın anlamsızlığından dolayı yaşadığı bunalımı düşüncelerin önüne koyduğunu söyleyelim. Kaufman'ın senaryosu doğaçlama ortaya çıktığı izlenimini veriyor. Sanki Kaufman senaryoyu bir başka gün yazsa ateşten ev, kutular, günlük gibi semboller yerine bambaşka semboller göreceğiz. Değişmeyecek olan ise hayatın kısıtlı bir zaman olmasının getirdiği kaygılar. Kaufman eski senaryolarında olduğu gibi Synecdoche NY'la da Amerikan sinemasının ayakta kalışını simgeliyor. Synecdoche NY, bir klasik olarak nitelendirilemese de, üzerine tartışmayı fazlasıyla hak eden bir film.

15 Temmuz 2010 Perşembe

Götür Beni Gittiğin Yere


Köpeğin olayım, sepetine bineyim, gidelim şu Ankara'dan be Audrey

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Bir Proje Olarak İspanya 2010 Kadrosu


Bir dünya kupasını daha acısıyla tatlısıyla, ahtapot Paul'üyle vuvuzelasıyla geride bıraktık. Turnuva boyunca izlemenin keyfinden kupayı yazmaya fırsat bulamadık, tabii yazacaklarımızın pek çoğunu turnuva öncesi değerlendirmelerde yazmış olmamız da bizi daha az yazmaya iten sebeplerden biriydi. Örneğin bu yazının esas konusu olan turnuva şampiyonu İspanya için daha önce yazdıklarımızdan iki alıntı yapalım:

"Topa sahip olup, çok pas yaparak rakipleri bunaltan İspanya'nın ilk Dünya Kupası şampiyonluğu için doğru yer Afrika, doğru zaman 2010 gibi görünüyor."

"Herhalde turnuvaya giderken kaderlerini en çok değiştirecek olan ise Torres'in sağlık durumu. Eğer turnuvaya kadar hazır hale gelmez ise İspanya iyi pas yapan; ancak sonuca gidemeyen bir takım olarak kalabilir."

Turnuva öncesinde bunları yazdıktan sonra her maçta tekrar bunları yenilemeye gerek duymadık açıkçası. Buradan biz her şeyi biliyorduk zaten anlamı da çıkmasın. Örneğin aynı yazıda İspanya'da patlama yapacak isim olarak Juan Mata'yı göstermiştim; ancak Mata kupada oynama şansı bulamadı, yalnızca antrenman sahasında Albiol'e patladı.


Şampiyonluğun ardından methiylerle dolu yazılar yazmak da adettendir, futbolun geleceğine dair yorumlar yapmak da. Bu yazıların bir kısmı abartılarla dolu olup içerikten yoksundur; ama daha yararlı bir iş olarak futbolda kazanılabilecek en büyük başarıyı kazanan takımların, bu başarıyı nasıl kazandıklarına dair araştırmalar yapmak gereklidir. Ben de kendi futbol bilgime dayanarak bu konuda bir iki kelam etmek istedim. E dünya şampiyonunu da yazmayacaksan bu blogu niye açtın diye sormazlar mı adama?

Söze blogla başladım, öyle devam edeyim. Futbol içerikli olarak bloga koyduğum ilk yazı 2007 yılında yapılan u-20 dünya kupası ile ilgiliydi. Bu kupada forma giyen kaç oyuncunun 2010 Dünya Kupası'nda da oynayacağı üzerine kafa yormuştum. Bunu yaparken amacım genç turnuvalarının hedef turnuvalara olan etkisini incelemekti. U-20 2007 ve DK 2010'a katılan 12 ülkeye baktığımızda, A takımda oynayacak seviyede iki veya üç oyuncu çıkarıp bu isimlere güvenen takımlar beklentilerin üstüne çıkmayı başardılar. Pique ve Mata'lı İspanya şampiyon olurken, Suarez ve Cavani'li Uruguay yarı final oynamayı başardı. En az iki oyuncu getirmeyi başaran ABD, Şili, G.Kore ve Meksika gruplarını geçmeyi başardılar, bir oyuncu getiren Nijerya ve Portekiz ile hiç oyuncu getirmeyen Brezilya ise Dünya Kupası'nı beklentilerin altında bitirdiler.


U-17 ve U-19 dünya kupalarına katılan takımlarından A takımlarına en az iki oyuncu vermek elbette başarının tek kıstası sayılamaz; ancak İspanya örneğini biraz daha yakından incelersek, genç takımlardan oyuncu yetiştirmenin ne kadar önemli bir başarı kriteri olduğunu daha iyi anlayabiliriz. Bu kriteri anlamak için, 23-31 yaş arası isimlerin milli takımın çekirdeğini oluşturduğunu düşünerek, 1997-2005 yılları arasındaki beş U-17 turnuvasıyla 1999-2007 yılları arasında oynanan 5 U-20 turnuvasını incelemeye karar verdim. İspanya, saydığım 10 turnuvanın 9'una katılarak büyük bir başarıya imza atmış. Burada genç yaş turnuvalarında Avrupa'nın yalnızca 5-6 kontenjanı olduğunu hatrılatalım. Yani İspanya, Avrupa'da düzenlenen her turnuvada en azından yarı finale kalmış veya yarı finalin eşiğinden dönmüş. Bu genç yaş Dünya Kupaları'nda İspanya'nın bir şampiyonluğu, iki ikinciliği ve bir üçüncülüğü var.

Genç yaş turnuvalarında derecelerden çok daha önemli olan ise elbette A milli takıma yetiştirilen oyuncu sayısı. İki yıl arayla düzenlenen bu turnuvalarda, mesela 2003 U-17 ile 2005 U-20 Dünya Kupası'na aynı jenerasyon katıldığı için elimizde incelenecek 5 jenerasyon bulunuyor. Bu genç turnuvalarında forma giyen toplam 11 isim, 11 Temmuz'da Dünya Şampiyonluğu madalyasını boynunlarına taktılar. Beş jenerasyonu tek tek incelediğimizde, 1999'da şampiyon olan U-20 kadrosundan bu takıma Casillas ve Xavi gibi iki kilit ismin ve Marchena'nın eklendiğini görüyoruz. U-20 2003, turnuvanın en iyi oyuncusu seçilen Iniesta'yı İspanya'ya kazandırdı, 2001 U-17'deki takım arkadaşı Torres ise çoktan süperyıldız potansiyeliyle A takıma çıktığı için 2003 finalini oynayan kadroda yoktu. Messi'nin yıldızlaştığı 2005 U-20 turnuvasında İspanyollar Fabregas, D.Silva ve Albiol'u dünya sahnesine sundu. Pique ve Mata'nın da U-20 2007 turnuvasında forma giydiğini belirtmiştik, 1999 U-17'den de Reina dünya şampiyonu kadroya dahil oldu. Özetlersek, İspanya beş jenerasyondan da dengeli bir şekilde alınan iki-üç oyuncu ile 11 rakamına ulaştı.


Inaki Saez'in başrolde olduğu bütün bu gelişim sürecini incelediğimizde, İspanya'nın bugün öve öve bitiremediğimiz pasa dayalı futbolunu yaratan oyuncuların nasıl titizlikle yatiştirildiğini daha iyi anlıyoruz. Bu gelişimin diğer ayağı olan Barcelona altyapı okulu La Masia'yı da es geçmemek gerekiyor kuşkusuz. İspanya 2010 projesi, bütün bu altyapı hamlelerinin ardından Luis Aragones tarafından üstyapıya taşındı. Inaki Saez'in Euro 2004'deki başarısızlığının ardından göreve gelen Aragones; önce Canizares, Helguera, Baraja, Valeron, Morientes gibi kilit isimlerin yerine genç takımlardan gelen Casillas, Ramos, Torres, Villa, Fabregas, Iniesta isimlerini takıma ekledi. 2008 öncesinde Madrid'in yıldızı Raul'ü de takımdan keserek takımı tamamen yeni jenerasyondan oluşturdu. Bu projenin karşılığı da Euro 2008 ve DK 2010'da fazlasıyla alınmış oldu.Peki, hikayenin sonrasında neler olacak. İspanya, daha önce kimsenin başaramadığını başarıp Euro 2012'de üst üste Avrupa Şampiyonu olan ilk takım olabilecek mi? 2014'te bu takım yeniden dünyanın zirvesine çıkacak mı?

Bu soruların cevaplarını bugünden vermemiz olanaksız; ancak ipuçlarına bakarak bazı öngörülerde bulunabiliriz. Öncelikle 2012 için A takıma baktığımızda, yaş haddinden dolayı takımı bırakacak iki isim Capdevilla ve Puyol olabilir gibi görünüyor. Puyol'un o hırsla 34 yaşında rahatlıkla oynayacağını, Capdevilla'nın ise zaten yerini Arbeloa'ya bırakacağını düşündüğümüzde, kadronun aynı gücüyle 2012'de de yer alacağını söyleyebiliriz. Bu da onları eylül ayında başlayacak olan Euro 2012'nin de bir numaralı favorisi konumuna getiriyor. 2014 Brezilya'da ise Pique - Ramos - Albiol - Arbeloa'lı defansı, Busquets - Fabregas - Iniesta orta sahası ve Pedro - Torres - Bojan'lı forvetiyle şimdiden hazır bir İspanya var. Kalede de St. Iker'in kalacağını varsayıyorum.


Yazı boyunca yaptığım U-17 ve U-20 değerlendirmeleri üzerinden konuya eğilirsek de İspanya'nın 2007 ve 2009 Dünya Kupaları'nı da boş geçmediğini ve bu turnuvalarda forma giyen De Gea, Azpilicueta, Ignacio Camacho, Bojan, Fran Merida, Muniesa ve Iker Muniain gibi isimlerin milli takımın kapısında beklediklerini eklemekte fayda var. Bütün bu gelişmelere bakarak İspanya'nın tarihi başarısından konuşmak için erken olduğunu; çünkü İspanya'nın henüz son noktayı koymadığını söylemek istiyorum. Tarihin en dominant milli takımının oluşumunun önünde duran engeller ise, bu taktik anlayışı bozmakla yükümlü olan Mourinho ve bir diğer genç turnuva canavarı ülke olan Arjantin gibi görünüyor.

DK fotoğrafları: guardian.co.uk
Bojan fotoğrafı: footballpictures.net

13 Temmuz 2010 Salı

Rammstein - Liebe ist für alle da


Sonisphere'in gazı yavaş yavaş geçmeye başladı; ancak 25 Haziran Cuma günü Rammstein'in göstermiş olduğu performansı unutmak neredeyse imkansız. Lav sillahları, havai fişekleri, hücumbotları ve savaş toplarıyla(!) tozu dumana kattıkları konserlerinin bana hatırlattığı gerçeklerden biri de geçen yılın en iyilerinden biri olan "liebe ist für alle da" albümünü bloga yazmayı atlamış olmamdı. Şimdi Sonisphere vesilesiyle daha da içili dışlı olduğum bu albümü, konserden de bazı notlar ekleyerek incelemek istiyorum.

Bu gecikmenin önemli nedenlerinden birisi şüphesiz Rammstein'in çok tartışılan bir grup olmasından kaynaklanıyor. Bu albümün içeriğinden ziyade "p...." şarkısına çekilen 18+ kliple hatırlanıyor olması. Bu rammstein grubunun kendi tercihi aslında, çok ciddiye alınmaktan ziyade; daha ziyade kolay hazmedilmeyen, tartışmalı bir imge olarak hafızalarda kalmak istiyorlar. Kendilerini açıklamak gibi bir dertleri yok. Yine benzer şekilde grubu tanımaylanlar tarafından yöneltilen Nazi yakıştırmalarını reddetmek için herhangi bir eyleme imza atmıyorlar, aksine bu savı destekleyebilecek işleri gözümüze sokuyorlar. Gitaristin kırmız kol bantlarından, konser açılışlarını dev Alman bayraklarıyla yapmaya, (sözde) erkek üstünlüğünü sözlerle ve şovlarla vurgulamaya sürekli olarak devam ediyorlar. Yani şiddetten ve ırkçı yaklaşımlardan uzak dursalarda, faşizmin çekirdeğinde yer alan duygulardan sürekli olarak besleniyorlar. Durun, dahası da var. Bir dini ayin havasında izleyicilerini şarkılarının içinde "rammstein" diye bağırmaya zorlayıp kendilerini efsane ilan ediyorlar, narsiszmin son noktasına varıyorlar.


Bu kadar tartışmalı bir grubu savunup albümlerini övmek de haliyle cesaret istiyor. Benim de bu adımı atmak için bugüne dek beklemem gerekti. Grubun bu düşünceyi yaymaktan ziyade amaçları sahte bir imge yaratmak, bu imgeyi özellikle cinsellik üzerinden hafızalarda daha iyi kalmasını sağlamak ve mümkün olduğunca kullanılan bütün iletişim ağlarını bu imgeyle doldurarak şöhret kazanmak. İmgeyi sürekli tekrar etmek, rammstein'in beste ve güftede de uyguladığı bir yöntem. Akılda kalıcılığı bu şekilde sağlamayı başarıyorlar. Gerçeklik algısı oluşturmak istemiyorlar, onlar yarttıkları "sanal" imgenin içinde Rammstein olarak kalıyorlar. Bu gerçeği göz ardı etmek, toplumda var olan şiddeti görmezden gelip artan şiddetin kaynağını televizyon dizilerinde aramaya benzeyecektir.

Sanıyorum grubun bu tavrını gösteren en iyi örnek bu albümde yer alan Wiener Blut şarkısı. Öz kızını evinin altında hapsedip, ona yıllarca tecavüz eden Avusturyalı Jozef Fritzl'in hikayesinin anlatldığı bu hayli sert parçada davul ve basın sustuğu noktada Till Lindemann şu cümleyi söylüyor: "wilkommen in der wirklichkeit" (gerçeğe hoşgeldiniz). Övdükleri erkek egemen yapı çirkin bir gerçekliğe dönüştüğünde grup üyeleri tepkilerini koymayı uygun görmüşler.


Burada grubu tartışmayı bırakıp müziğe odaklanalım. Rammstein pek çoklarının endüstriyel metal olarak tanımladığı, klavye ve elektronik altyapı üzerine oluşturdukları metal şarkıları ile meşhur oldu. İlk albümleri olan Herzeleid ve ikinci albümleri Sehnsucht'dan akılda kalan pek çok şarkı temposuyla dinleyici çoşturmayı hedefliyordu. Du Hast, Sehnsucht, Du Riechst So Gut bu tip şarkılardan ilk akla gelen örnekler. Konserlerinde de hala en çok ilgiyi bu şarkıları görüyor.

1990'lı yılların sonundaki bu albümlerin ardından 2001'de gelen Mutter albümüyle grubun nispeten daha aklı başında müzikler yapmaya başladı. Tempo yine oldukça hızlıydı; ancak dizginlerin elde tutulduğu da belli olmaktaydı. 2009'da gelen Liebe ist für alle da albümünde ise davulun iyice öne çıktığını, klavyenin iyice arka planda kaldığını görüyoruz, Rammstein tekno-metal geçmişini biraz arkada bırakmışa benziyor. Yine de albümün en bilindik parçaları olan "P...." ve "Haifisch" klavyeyi ve dolayısıyla Flake'i hatırlamamızı sağlıyor. Buradan konsere dönersek Flake'in bir botla seyircilerin üsütnde yolculuk yaptığı Haifisch performansının oldukça başarılı olduğunu söylemeliyim.


Albümün giriş parçası Rammlied, Weidmann's Heil ve Wiener Blut'un girişinde ortaçağ esintileri dinleyiciyi karşılıyor. Bunlar aynı zamanda albümün sert ve keskin parçaları ve bu parçalar albüme gotik bir havanın hakim olmasını sağlamış.Bu üçlüye Bückstabü'yü ve Ich tu dir weh'i de eklediğimizde Sonisphere'in açılışındaki beş parçasını dinlemiş oluyoruz. Daha önce Rammstein konseri görmediğimiz için de alevler arasında kalmış olmanın şokunu henüz atlatamadığımız dakikalar. Bu beş parçanın ardından konser liebe ist für alle da'nın 6. parçası olan frühling in paris ile devam ediyor. Konserden albüme geçersek; albümde temponun durulduğu, nispeten huzur bulduğumuz dakikalar başlıyor. İlginç bir şekilde Rammstein albümlerinde 6. şarkılar gruptan beklenmedik derecede melankolik ruh haline uygun şarkılar olmuştur. (Mutter, Stirb nicht vor mir)Sanıyorum beş parça sonunda yeniden enerji depolamak için bu yönteme başvuruyorlar. Ancak konserde Frühling in Paris çalarken patlatılan havai fişekler nedeniyle temponun düşmesine izin yok.

Albümde yer alan diğer parçalar Mehr, Roter Sand ve albüme ismini veren Liebe ist für alle da. Bu şarkıların Sonisphere'da çalınmadıklarını, zaten albümün geri kalanıyla kıyasladığımızda geride kalan şarkılar olduklarını da söyleyeyim. Albüm niyetiyle başlayıp pek çok konuya değindiğim yazının sonunda eğer rock-metal müzik ile haşır neşirseniz Liebe ist für alle da albümüne bir şans vermenizi öneririm. Bir Rammstein konserini ise rock müzik dinlesin dinlemesin her faninin ölmeden önce yapılması gerekenler listesine alması gerekiyor. Konserden gözleriniz faltaşı gibi açık şekilde ayrılacağınızı garanti ediyorum.