31 Ağustos 2010 Salı

Bienve... ya da neyse...


Camino a Istanbul, en busca de continuidad, espero que salga todo bien!

Devamlılık arıyosun ama geçen sene 44 maçta oynamışsın be Insua. Liverpool'dan kalkıp buraya mı geleceksin, inanalım mı?

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Artık Saçmaladınız Ama...


Yarım saat arayla kimi transfer edeceğini, kimi yalanlayacağını şaşırdı klüp. Bu rezalet bile transferlerin ne kadar rastgele ve panik içerisinde yapıldığının kanıtı.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

İlk Buluşma


PSV'nin Eredivisie'deki 3'te 3'ü, aynı haftalarda Galatasaray'ın hüsranla biten maçları, ve bizim Galatasaray maçlarını izlemeyi tercih etmemiz sebebiyle içimizde büyük bir pişmanlık vardı açıkçası. Lyiv maçını izlemeyi aklımızın ucundan bile geçirmedik o yüzden. Biletler ucuz, takım formda, hiç düşünmeden Philips Stadion'un yolunu tuttuk PSV - Sibir maçı için. Sibir ilk maçı 1-0 kazanmıştı.

Ankara'da yaşamanın en büyük eksikliklerinden biri şehirde futbolu hissedememektir benim için. İstanbul'da maç günleri yaşanan hareketlilik çok hoşuma gider mesela. Çok şükür Eindhoven'da bu kültür var. Stat etrafına kurulan fast food çadırlarında yemek yiyip bira içerken tribün kurtlarıyla da muhabbete girdik. Sibir maçı için fazlasıyla aktif bir kalabalık vardı. AZ maçında neler kaçırdık kim bilir...

Yurtdışında daha önce maç izlememiş biri olarak oturarak maç seyretmenin çok tuhaf bir his olduğunu söylemeliyim. Ayrıca devre arasında zorlanmadan içecek bir şeyler almaya inmek, ama inerken önündeki koltuğa basmanın hayvanlık olacağını anlamak ve merdivenleri kullanmak... Bunlar çok tuhaf hisler :)

35bin kişilik stadın 20bin'i doluydu sadece. Sahaya çok yakın olmanıza rağmen Ali Sami Yen gibi bir heybet hissedememek ya benim ön yargım, ya da gerçekten Sami Yen'in büyüsü. Tribünler harika. Herkes otursada kale arkasındaki bir grup tüm tribünü yönetiyor. Maç boyunca her aut atışında Sibir kalecisini ıslıklayarak sonunda sarı kart yedirtmeyi başardılar. 5 golle birlikte de tam bir dalga konusu oldu kendisi.


PSV'nin kalbi diyebileceğim isimler ise Engelaar ve Toivonen. Engelaar bizdeki malum orta saha üçlüsünü düşününce iç geçirtiyor bana sadece... Ama Özellikle Toivonen takımın tam anlamıyla beyni. Atak başlangıçlarında derine gelerek top istiyor, oyunu yönlendirip ileri gidiyor, son vuruşlarda da etkili oluyor. Boyu uzun olmasına rağmen ayaklarına çok hakim. Muhteşem bir oyuncu kesinlikle. Sibir maçında Berg'in arkasında ikinci forvet gibi bir rol üstlendi. Liverpool'a transferi gündemdeymiş, gerçekleşirse PSV'nin en son ve en havalı ihracı olacaktır Avrupa futboluna. Bu İsveç-Finlandiya kırması arkadaşın ismini formaya yazdırmayı bile düşündüm maçtan sonra. Hem numarası da 7, numaraların en karizmatiği.


Yeni transfer Jeremain Lens ise gerçekten harika bir yetenek gibi gözüküyor. En azından Sibir maçında sağ kanadı darmadağın etti. Taraftar da kendisini şimdiden çok sevmiş gibi. Biri penaltıdan olmak üzere 2 gol atan Dzsudzsak'tan ise çok bahsetmeye gerek yok... Nereden bulurlar bu kadar yetenekli adamları, anlamıyorum...

Sonuç olarak 1-0'lık yenilginin rövanşında, PSV Sibir'i 5'leyip gönderdi, biz de bu sezon ilk kez adam gibi bir maç izlemiş olduk. Galatasaray - Lyiv maçı değerlendirmesini de hemen şuracıkta yapacak olursak, Sibir tam olarak bizim dengimiz bir takım... O sahada Sibir yerine biz olsak, 4 ila 6 arası bir şey de bize sallardı PSV...

Lonesome Cowboy


Sahada Ayhan, Barış, Mustafa; kenarda Aydın, ve henüz hazır olmayan Emre ve Cana... Bu fotoğraf çok güzel özetliyor Rijkaard'ın durumunu. Yapayalnız ve çaresiz Rijkaard. Kendisi de Lyiv maçı sonrasında bir hayli tepkiliydi zaten sakatlıklarla ve transferlerle ilgili olarak.

Mehmet Batdal'ın da 2 ay sahalardan uzak kalacak olması tam bir komedi. Yeryüzünde bizim kadar sakatlıklardan çeken bir takım var mıdır, merak ediyorum. Bu seneyle beraber tam üç senedir sakatlık sürekli sakatlık krizi yaşıyoruz.

Taraftarın Rijkaard'a desteğinin tamamen biteceğini düşünüyordum Lyiv maçından sonra. Ama hala Rijkaard'a destek olan, Galatasaray'ın Rijkaard'dan çok daha önemli problemlerinin olduğunun bilincinde olan Galatasaraylılar var. Ben de onlardan biriyim. Rijkaard'la devam edilmesi bu sezonla ilgili tek beklentim. Zamanında Skibbe'yi, Kalli'yi, Gerets'i futbolcular göndertti bu takımdan. İstemediler, oynamadılar, fatura teknik direktöre kesildi. Tıpkı Hakan Şükür'ün, ve şimdi de Arda Turan'ın yaptığı gibi. Gönül ister ki koltuğunun sağlamlığından emin olduğumuz bir teknik direktörümüz olsun, kafasına esen herkes kazan kaldıramasın teknik direktöre. Ama yönetimde böyle bir vizyon var mı? Hiç sanmıyorum...

Yanlız değilsin o klübede be Frank. Biz de yanındayız...

27 Ağustos 2010 Cuma

Bereketli Topraklar Üzerinde - Orhan Kemal


"Kul acımaz bunlara, Allah acımaz. Allah'ın un unuttuğu insanlardır bunlar! Peygamberler kitaplar dolusu sabır, tevekkül, kanaat getirmişlerdir bunlara. Hiç bir işe yaramayan, hiç bir işe yaramayacak olan sabır, tevekkül, kanaat"

Yaşar Kemal ve Kemal Tahir ile birlikte edebiyatımızın üç Kemal'inden birisi olan Orhan Kemal'in, toplumcu roman geleneğimizin en güzel örneklerinden birini oluşturan Bereketli Topraklar Üzerinde romanını okuma fırsatı buldum. Erden Kıral'ın da sinemaya aktararak ölümsüzleştirdiği bu roman, Yaşar Kemal'den dinlemeye aşina olduğumuz Çukurova topraklarının bereketini artırmak için emek verip karşılığında hiç bir şey alamayan ırgatların hazin öyküsünü anlatıyor. İzninizle burada roman hakkında bir kaç kelam etmek niyetindeyim.

Bir Orta Anadolu köyünden çıkarak Çukurova'ya iş aramaya gelen 3 arkadaşın, şehrin dinamikleri içinde var olma savaşı verdikleri Bereketli Topraklar Üzerinde romanı, köyden çıkan arkadaşların benimsedikleri değerlerin şehirde nasıl tepetaklak olduğunu gözler önüne seriyor. Bir hemşehrilerinin fabrika sahibi olduğunu öğrenen arkadaşlar üç beş lira fazla daha kazanabilmek adına Çukurova'nın yolunu tutuyorlar; ancak geldiklerinde anlıyorlar ki, şehirde hemşehrilik bir değer ifade etmiyor. En sonunda arkadaşların ikisi, berbat çalışma koşullarından dolayı hasta olan arkadaşları Hasan'ı arkalarında bırakarak köyde önem verdikleri değerleri kendilerinin de arkalarında bıraktıklarını gösteriyorlar. Sonrasında sömürünün her çeşidine şahit olacakları bir Çukurova serüveni başlıyor ikili için. Oyunu kurallarına göre oynamasını bilen Yusuf ayakta kalırken, nefsine hakim olamayan Pehlivan Ali cehaletinin bedelini canıyla ödüyor.

Orhan Kemal gerçekçi ve toplumcu roman anlayışını benimsediği için, romanda kelime oyunları veya sembollere yer vermeden doğrudan halkın derdini anlatmaya koyuluyor. Romanda gördüğümüz hiç bir karakter olduklarının ötesinde anlamlar içermiyor. Ezenler ve ezilenler arasındaki ayırım net bir biçimde yapılmış durumda ve karakterler hep bu sömürü düzenindeki sınıfsal rollerine uygun şekilde hareket ediyorlar. Kızına, aldığı toka ve tarağı veremeden vefat eden Hasan'ın dramatik hikayesinin dışında, karakterler iyi ve kötü olarak ayrılırken belirgin bir ahlakçı tutumda hissediliyor. Mal sahibi olmamasına karşın ırgatların sömürüsüne ön ayak olan ırgat başı, kızlarının fahişelik yapmasına aldırmayacak kadar gurursuz bir karakter. Yine işçilerden ailesine sadık olanı hayatta kalmayı başarırken, cinsel dürtülerinin peşinden koşan Pehlivan Ali hayatını kaybediyor.


Hikayeyi bir kenara bırakıp, Orhan Kemal'in tartışmaya açmayı hedeflediği sömürü düzeni üzerinde duralım. Romandaki üç beş kuruş kazanmanın derdindeki garibanların gerçekçi hali, ideolojik kalıpların ötesine geçemeyen solcuların gerektiğinde barikatlardan fırlayıp emeği için savaşan güçlü proleter imajının yanında çok daha etkileyici duruyor. Türkiye'de işçilerin sınıf bilinci kazanması için ne kadar çok yol katedilmesi gerektiğinin canlı bir örneği Bereketli Topraklar Üzerinde. Bunu bir kenara koyarsak, bu romanda esas olarak işçilerin haklarını savunamadıkları zaman nasıl sefalete sürüklendiklerinin hikayesi var. Sigortanın önemini, sendika kurmanın faydalarını, insanların temel eğitim ve sağlık haklarından faydalanmalarının gerekliliğini romandaki somut örnekler üzerinden anlatmak oldukça kolaylaşıyor.

İşçi sınıfının örgütlü olmamasının yol açtığı sorunlara kitaptan bir örnek verelim. Kurtlu ekmeklerle, içinde taşlar gezen pilavlar yemeye mahkum bırakılan işçilerden sesini yükselten bir iki kişi, arkalarında örgütlü bir destek bulamadıkları için işlerinden atılıyorlar. Bu arada yapılan haksızlıklar arttıkça öfkeden gözü dönen bu iki işçi de çareyi hasadı yakmakta buluyorlar. Örgütsüz bu isyan yüzünden hem işçilerin insanlıkla bağdaşmayan sömürüsü devam ediyor, hem de emeğin sonunda üretim gerçekleşmediği için bey - ağa da istediğini alamamış oluyor.

Sömürünün gerek kol gücüyle olsun gerek cinsel yolla olsun her türlüsüne maruz kalan bu garibanların, Allah'ın verdiğiyle yetinmeyi şiar edinmiş feodal zihniyetten gelmiş olmaları da sorunu çözümsüz hale getiren başlıca sebeplerden birisi. İktidar olarak muhtardan başkasını tanımamış olan köylüler, şehirde kendilerine egemen olan iktidar odaklarının altında ezilmelerine tek çözüm olarak bu iktidar odaklarıyla işbirliği yapmayı bulabiliyorlar. Özellikle bu iktidara sahip olanların çaresiz kadınları nasıl kullandıklarına şahit oluyoruz.

Bereketli Topraklar Üzerinde romanını okudukça, ülkemizin son yıllarda içine düştüğü kısır siyasi atmosferden neden kurtulamadığımızı bir kez daha anlamış oldum. Kültür yaşantımızda varlığını her geçen gün kaybeden toplumcu söylem; siyasi alanlarda da kendine yer bulamadıkça, insanların emeğinin onuruyla yaşama hakkını gözetmek yerine kendi iktidar koltuklarını korumak adına kimlik sorunlarının ardına sığınan siyasetçiler gündem belirledikçe, memleketin çatışmanın ve kutuplaşmanın eşiğinde yaşaması da kaçınılmazdır. Bu gündemi değiştirecek yeni Orhan Kemallere şiddetle ihtiyacımız var.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Inception - Rüyalarda Buluşuruz


Yazın merakla beklenen filmi Inception'ı (Başlangıç) görme fırsatı bulduktan sonra bloga bir yazı girmek de kaçınılmazdı. David Fincher ile birlikte son yıllarda Hollywood'u kurtarmaya soyunan bir diğer yetenekli yönetmen olan Christopher Nolan'ın filmini değerlendirmeye başlamadan önce, rüyaların sinema perdesine yansıtılmasının düşüncelerin temeline ulaşmak için etkili bir yöntem olacağına inanan şahsımın hayalini farklı bir pencereden de olsa gerçekleştirdiği için kendisine teşekkür ediyorum.

Filmin içerdiği puzzle'lar ve büyük şehirlerin karanlık bir atmosferle yansıtılması Nolan'ın eski filmlerinden görmeye alıştığımız karakteristik özellikleri. Burada da bizi bir puzzle'ı çözmeye itiyor Nolan, rüyaların ve uyuma / uyanma halinde yaşananların üzerinden seyirciyi içine alan bir hikaye yaratmayı başarıyor. İnsanların zihnine düşünceler yerleştirmek ve sonrasında bu düşünceden insanların neler üreteceğinin hesaplanamaması gibi söylemlerin özellikle politika ve din gibi konular üzerinden anlatılmasının daha etkili olacağını düşünmeme karşın, bu konunun filmde eşi ölen adamın yaşadığı duygusal sorunlar üzerinden anlatılması da iyi kotarılmış.


Eğer Nolan'ın Amerikan sinemasındaki önemli yönetmenlerden birisi olduğunu düşünmesem ve onun yeteneklerine inanmasam yukarıdaki paragraf ile eleştirilerimi tamamlar ve IMDB'ye girip filme 10 üzerinden 7 puan vererek konuyu kapatırdım; ancak Nolan üzerine konuşmak gereken pek çok şey olduğu için devam etmekte fayda var. Açıkçası sığ karakterler ve temelsiz bir senaryo ile Nolan beni şaşırttı; çünkü eski Nolan filmleri özellikle incelikli senaryolarıyla ön plana çıkan filmlerdi. Sinematografi iyi, efektler iyi ama bir filmi iyi yapan senaryosudur ve maalesef senaryo Inception'un zayıf noktası.

Başta söylememiz gereken Nolan'ın rüya ve bilinçaltını fazla hafife almış olması. Bu konuya ilk eğilen yönetmen olsaydı belki onu alkışlardık; ama özellikle bilinçaltı Tarkovsky, Lynch gibi usta yönetmenler tarafından enine boyuna irdelenmiş durumda. Onların yanında Nolan'ın sunduğu bilinç altı, elişi kağıdıyla yapılmış ilkokul projesi basitliğinde kalıyor. Bu nedenle Inception üzerinden felsefeye geçiş denemeleri yetersiz kalıyor.

Bundan daha da önemli olan bir nokta, Inception filminde seyirciyi filmi izlemeye ikna eden bir sebep olmaması. Psikanaliz ve rüyalar bir neden olabilirdi ama aşırı ahlakçı tutumu ve rüyadan çok counter strike'da bomba kurulan mekanlara benzeyen yerlerde bu düşünceler kök salamıyor. Yalnızca bilet almış olmam benim yönetmenin dünyasına gireceğimin garantisini vermez. Yönetmenin beni o dünyanın içine girilmeye değer olduğuna ikna etmesi gerekir. Örneğin filmin sıkça karşılaştırıldığı Matrix, Kapitalist sistem ve makineleşmenin bireyi sindirmesinin eleştirsi üzerine inşa edilen bir filmdi. Finalde Mesih üzerinden saçma bir çözüm üretse de, bizlere düşünmeye değer bir konu bırakıyordu. Inception'da "Rüya mı gerçek mi, neler oluyor?" soruları kafalarda dolanıyor belki, ama olanları açıklamak konusunda beni heyecanlandırmıyor. Hepsi rüya veya yarısı gerçek olsa ne olur ki? Nolan zaten bize farklı yorumlar üzerinden bilnç altı, gerçeklik algısı veya karakterlerin üzerinden birey ile ilgili bir tespitte bulunmayacak. Nolan Inception'da güzel bir dünya tasarlamış; ama konunun derinliği yok.


Inception'un senaryosunun dayandığı dinamikler ise seyirci odaklı bir film olduğu için oldukça ahlakçı (özellikle bilinç altından bahsediyorsak) ve senaryodaki sığ karakterler üzerinde durulmayı dahi hak etmiyor. Güvenilmez izlenimi veren Eames karakteri de dahil olmak üzere hekres bir şirketi batırma (veya Cobb'u çocuklarına kavuşturma) görevini nedense kutsal bir görev belliyor. Nolan filmlerinde sıkça rastladığımız gibi bir karşı atak, satın alınanlar veya alengirli durumlar bekliyoruz; ama bulamıyoruz. "Karım öldü ve bilinç altımda suçluluk hissediyorum." Bunun üzerine yazılan bir senaryonun çok da yaratıcı olduğunu söyleyemeyiz.

Karakterlerin sığlığından ne kastettiğimi daha iyi anlatabilmek için ana karakter Cobb'u Nolan'ın eski filmlerindeki ana karakterler ile karşılaştırmak istiyorum. Öncelikle Prestij'deki sihirbazlar Borden'a bakalım. Prestij'deki bu karakter, mesleğinde zirveye ulaşmak için hayatından, eşinden ve hayatta bütün değer verdiklerinden vazgeçecek kadar takıntılı bir karakter. Bu karakter üzerinden aktarılan takıntı (obsession) ve hırs kavramları, örneğin Malta Şahini'nde olduğu gibi, seyirciyi insan doğası hakkında yeniden düşünmeye itiyordu. İkinci bir örnek olarak da yine Nolan'ın bir diğer box-office filmi olan The Dark Knight'ın Batman'ine bakalım. Burada da mutlak iyi olan süper kahramanın yaptığı seçimlerle alışılagelmişten farklı olarak düzeni daha iyiye götüremediği bir dünyanın içindeyiz. 40'larda ortaya çıkan süper güç Amerika'nın dünya polisi kimliğinin Irak Savaşı sonrası sarsılmasıyla, Batman'in iyiyi seçip dünyayı daha iyiye götüremediğini vurgulayan post-modern görüş arasında bir paralellik görünmüyor mu?


Yukarıda saydığım bütün bu karakterlerin yanında Cobb'u farklı kılan nedir. İnsan doğasına dair yeni bir şey söylüyor mu, yoksa toplumsal bir göndermenin kaynağını mı oluşturuyor? Ölen karısını özleyen adamın ötesinde bir kimliği var mı? Cobb'un çalıştığı veya yok ettiği şirketler üzerinden kapitalizme bir gönderme var mı? Yok. Felsefi altyapı ve derinlikli karakterler olmayınca iyi bir senaryodan bahsetmek de pek mümkün olmuyor.

Inception, uzun süre konuşulması sayesinde sinemayı gündeme taşıyor. Halter'de seks skandalı haberiyle halterin gündeme taşınmasından farklı olarak içerik üzerine bir tartışma bu. Inception'ın, "Bunun oyunu ne zaman çıkıyo yaee" diye soran ergenlere hitap eden sığ konulu Avatar'ın ötesinde bir film olduğu da bir gerçek; ancak Nolan kalibresinde bir yönetmen için en sade tabiriyle kötü bir film. Film kötü olduğu için değil; ama Nolan çıtayı yükseğe koyduğu için.

Bir de korkum var. Nolan; P.T. Anderson, Aronofsky gibi kendine has bir tarz yerine Michael Bay'in bayağı Hollywood filmlerine meyletmeye başlamış. Seyircinin ilgisini ayakta tutmayı her daim başaran Nolan'ın büyük bütçeli filmlerin altından başarıyla kalktığı bir gerçek; ama bir sinema sever olarak kendisinden varlığını daha çok hissettirdiği filmler ve daha sağlam senaryolar bekliyorum. Aksi takdirde kendisiyle filmlerinden ziyade, anlatmak istedikleri üzerine kurduğu rüyalarında buluşacağız gibi görünüyor.

FIBA Dünya Şampiyonası 2010: Grup D Değerlendirmesi


Ege sahillerinde tatil yapan basketbol severlerin, dönmeden önce İzmir'e uğrayıp bir iki maç izlemelerinde fayda var. Neden deseniz, şampiyonluk adaylarından İspanya'yı izlemenin yanı sıra, ikinci turdaki muhtemel rakiplerimiz Fransa, Litvanya ve Yeni Zelanda hakkında da fikir sahibi olabilirler. O da yetmezse en kalabalık seyirci grubu olarak gelmesine kesin gözüyle bakılan Litvanyalılarla tanışma şansına sahip olacaklardır. Bütün bu sebepleri yeterli gördüğüm için turnuvanın ilk iki gününü geçirmeye karar verdiğim İzmir'deki grubun değerlendirmesini yaparak grupları sonlandıralım.

Değerlendirme:

ABD'yi hariç tutarsak gelmeyen isimlerden dolayı en çok yakınılan grup bu. Özellikle Fransa'da Tony Parker, Ronny Turiaf ve Mickael Pietrus gibi kilit isimler yer almayacak ve bu durum Fransa'yı madalya adayı seviyesinden, gruptan çıkmasına dahi şüpheyle bakılan bir takım seviyesine indirdi. Grubun açık favorisi İspanya ise bayrak oyuncusu Pau Gasol'den yoksun olarak turnuvaya geliyor. Onun boşluğunu doldurması gereken isim ise kardeşi Marc Gasol olacak.

Şayet Pau Gasol de burada olsaydı, İspanya'nın sadece grubun değil turnuvanın açık favorisi olduğunu ilan ederdim; ancak Gasol'ün yokluğunda dahi İspanyolların Dünya Şampiyonluğu ünvanını korumak için yeterli kalitede bir kadroları var. Calderon'un sakatlığıyla biraz sarsılan guard rotasyonu Rubio, Llull, Fernandez, Navarro ve Raul lopez ile hala turnuvanın en kalitelisi. Pota altında da Reyes, Fran Vazquez, Marc Gasol ve Garbajosa ile final oynamak için yeterli bir rotasyona sahipler. Burada tek eksiğin 3 numara olarak da bilinen kısa forvetlerin takım kalitesinin altında yer alması.

Grupta onları zorlaması muhtemel ilk ekip olarak Litvanya görünüyor; ancak Litvanya'nın son durumunun "ahı gitmiş vahı kalmış" deyimiyle açıklandığını göz önüne almak gerek. Siskauskas, Lavrinovic kardeşler ve Sarunas Jasikevicius'un yokluğunda kalitesi oldukça düşen Litvanya milli takımını, turnuvalarda ilk defa şut sokmakta zorlanan bir takım olarak izleyeceğiz. Gazı kaçmış kolaya benzeyen bu takımın şampiyonaya wild card ile katıldığını da ekleyelim. Litvanya'nın yeni yetiştirdiği gençler olan Gecevicius ve Pocius'un potansiyellerini görmek adına Litvanya için önemli bir turnuva olacak; ama şu an turnuvanın favorisi olmaktan çok uzaklar.

Yukarıda da değindiğim gibi ABD'nin ardından NBA'den en çok oyuncusu gelmeyen takım olan Fransa'nın eksik kadrosunun nasıl bir performans göstereceği ise tam bir soru işareti. Tek mağlubiyetle 5. sırada bitirdikleri Eurobasket 2009 kadrosundan Parker ve Turiaf'ı kaybeden Fransa'nın nispeten kolay bir gruba düşmesi en büyük şansları. Yine de bu dengesiz görünen takım Yeni Zelanda, Kanada ve Lübnan'ın da altında kalarak turnuvanın en büyük birinci tur sürprizine imza atacak potansiyele(!) sahip.

Tahmin:

1. İspanya 2. Litvanya 3. Fransa 4. Yeni Zelanda

Hiç izlemediğim Yeni Zelanda'yı dördüncü sıraya koymamın sebebi kısa sürelerle izlediğim Lübnan ve Kanada'yı hiç beğenmemiş olmam. İspanya'nın grup liderliğinden düşmesi çok düşük bir ihtimal; ancak ne yapacakları belli olmayan Fransa ve Litvanya'nın nasıl sıralanacaklarını tahmin etmek bir hayli zor. Turnuvalarda gelenek sahibi olan Litvanya'yı genellikle atletik yetenekleri yüksek; ancak oyun zekası düşük takımlar kuran Fransa'nın önüne koydum.

Bu maç kaçmaz: 28 Ağustos / İspanya - Fransa

Turnuvanın ilk gününde İzmir oldukça çekişmeli bir maça sahne olacak. Özellikle geçen yıl oynanan Avrupa Şampiyonası'nda Fransa'ya tek mağlubiyetini yaşatan İspanya'ya karşı Fransa'nın ciddi bir motivasyonla bu maça çıkmasını bekliyorum. Eğer İspanyollar bu maçta turnuva havasına giremezler ise ilk gün büyük bir sürprizle karşılaşabiliriz. Bu maç kaçmaz dedim ve İzmir'de basketbol dolu bir hafta sonu geçirmek için biletlerimi aldım. İmkanı olan herkese de bana katılmalarını tavsiye ederim.

İzlenmesi gereken isimler:

1. Ricky Rubio - İspanya


Henüz 14 yaşında İspanya Ligi'nde forma giyerek adını duyuran Ricky Rubio'yu basketbol dünyasının en yeni süper yıldızı olarak tanıtırsak abartmış olmayız. Rubio'nun 16 yaş altı Avrupa Şampiynoası finalinde 51 sayı, 24 ribaunt, 12 asist ve 7 top çalma gibi akıllara ziyan bir istatistiğe imza atması tüm Avrupa'da namının duyulması için yeterli oldu. Joventut ile kazanılan Avrupa Kupaları'nın ardından bu yıl Barcelona da Euroleague'i de kazanan Rubio'nun yeni hedefi İspanya'yı Dünya Şampiynoluğu'na taşımak. 2009 draftında 5. sıradan kendisi seçen Minnesota yönetimi, Rubio'nun NBA için hazır olmadığını söyleyip Barcelona ile 6 yıllık sözleşmeye imza atmasının ardından NBA yorumcuları tarafından ti'ye alınsa da, draftın en potansiyelli oyuncusunu kadrolarına kattıkları için mutlu olmalı ve şimdiden planlarını onun üzerine kurmalılar.

2. Linas Kleiza - Litvanya


Litvanyalıların Amerikan Kolejleri'nde basketbol eğitimini alan isimlerinden birisi olan Linas Kleiza, kariyerine başladığı Denver Nuggets'da adım adım yükselerek havlu sallayan isimden bir rotasyon oyuncusuna dönüşmeyi başardı. Eğer Carmelo Anthony'nin yedeği olmasaydı rahatlıkla 30 dakikaya varan süreler alan bir isim olabilirdi; ama olmadı ve Kleiza 2009 yılında 4 yıllık çaylak kontratının sona ermesinin ardından Euroleague'de Olympiakos'un yolunu tuttu. Bir yıllık Avrupa macerasının ardından bu sezon için yeniden Toronta ile anlaşarak NBA'e dönen Kleiza'nın milli takım kariyeri ise Litvanya'nın ciddi bir düşüşe geçtiği yıllara denk geldi. Siskauskas ve Jasikevicius gibi süper yıldızların yokluğunda takımı taşıması beklenen isim olan Kleiza, bu yıl Avrupa'da öğrendikleriyle Litvanya milli takımına daha fazla şey katabilir.

3. Nando De Colo - Fransa


Tony Parker'ın yerini doldurmak gibi zorlu bir görevi üstlenmesi beklenen Nando de Colo'nun performansı Fransa için belirleyici olacak. Erman Kunter'in keşfederek Avrupa'ya sunduğu bu yetenek pek çoklarına göre bu görevi layığıyla yerine getirebilecek az sayıdaki isimden birisi. 2009 yılında draft'ın ikinci turunda San Antonio Spurs tarafından seçilen (bu değerlendirmelerde bu cümleyi kaçıncı kez kulandım inanın bilmiyorum; bildiğim şey ise San Antonio scout'ları Avrupa'yı herkesten daha iyi takip ettiği) Nando de Colo, NBA'e gitmeden önce Valencia formasıyla İspanya Ligi tecrübesine sahip oldu. Bir oyun kurucu için az görünen (2009-10 Valencia formasıyla 2.3 asist ortalaması tutturdu) asist ortalamalarını da yükseltirse Fransa'nın yeni yıldız oyuncusu konumuna yükselebilir.

Ramazan'dan Önce Kurban Bayramı

Ledesma, Rosicky, Kallström gibi transferlerin yapılmaması halinde neler olacağı az çok belliydi ve beklenen de oldu. Lyiv'e elenirsek kimse şaşırmayacak. Şimdi gündemdeki konu transfer de değil, zira kadroda 11 yabancı oynamadığı sürece hiçbir transfer takımı kurtaramaz. Şimdi gündemdeki konu, bir kurban bulup medyanın önünde kafasını uçurmak.


Taraftar Adnan Sezgin'i suçlu bellemiş. Ali, Serdar ve Musa transferlerinin arkasındaki isim Adnan Sezgin'di. Cana ve Pino için de aynı şey geçerli. Sanırım Adnan Sezgin'e bu kadar öfke duyulmasının sebebi geçtiğimiz 2 seneden alıştığımız seviyede şaşalı isimleri takıma getirememesi. Bana göre bu fazlasıyla gülünç bir sebep.

Haldun Üstünel'in Elano, Leo Franco, Meira gibi karavana transferlerini bir kenara koyarsak Kewell, Keita ve Baros gibi müthiş isimleri takıma kazandırdığı bir gerçek. Özellikle Baros gibi bir ismi nasıl ikna edebildi, hala çözemiyorum. Ya da, Haldun Üstünel'den ziyade, bu isimlerin Galatasaray'a gelmesinde daha büyük rol oynayan şey yönetimin o dönemde transfere yüksek bir bütçe ayırmış olması mıydı? Ben bunun daha yüksek bir ihtimal olduğunu ve Adnan Sezgin'in bu konuda biraz talihsiz olduğunu düşünüyorum. Adnan Sezgin'in transfer fiyaskolarını anlata anlata bitiremez taraftarımız. Ama Kewell-Baros-Keita üçlüsü Haldun Üstünel'in Leo Franco, Meira, Jô, Gio, De Sanctis, Linderoth, Lincoln, Elano transferlerini gölgede bırakıyor. Sanırım taraftar olarak biz de ne yapacağımızı şaşırmışız.


Yönetimin günah keçisine gelince; şüphesiz ki Rijkaard ve ekibi. Haklılık payı, taraftarın Adnan Sezgin'e gösterdiği tepkilere kıyasla daha yüksek. Taktik ve oyuna müdahale anlamında Rijkaard-Neeskens ikilisine çok fazla şey söyleyemem. Onlar buraya bir amaç için geldi ve eğer onlardan 4-4-2'ye geçip ileri top şişirmesini ve dönen toplardan medet ummasını beklersem bu isimlerin değerlerine hakaret etmiş olurum.

Ama teknik ekip hakkında göze batmaya başlayan ve canımı sıkan bir şey var. Takımın koşmayı bırakın, ayakta duracak hali kalmamış. Yerlere göklere sığdıramadığımız kondüsyonerlerimiz ne iş yaparlar, bilemiyorum. Acaba takımdan ümidi tamamen kesip kontratlarının bitimini mi beklemeye başladılar?


Benim suçlumu soracak olursanız, konuya Bursaspor maçına değinerek gireceğim. Volkan Şen'in, Mustafa Sarp ve Hakan Balta'yı tek başına nasıl rezil ettiğini gördük. Kendisini izlemek inanılmaz bir keyifti. Sercan da aynı şekilde mest etti herkesi. Dribblingleri harika ve tek bir topuk hareketiyle karşısındaki oyuncuyu yatırışına bir kaç kez tanık olduk. Ozan İpek ve Turgay geçen sene Bursa'yı sırtlayan isimlerdendi.

Varacağım nokta şu ki, Bursa'nın harika bir Türk oyuncu kadrosu var. Galatasaray'ın Türk oyuncu kadrosu ise tartışmasız bir şekilde Türkiye'nin en kötülerinden biri. Hakan Balta ve Ali Turan, Bank Asya'da yedek kulübesinde oturur ancak bu performansla. Mustafa Sarp o kadar aciz ki rastgele vurduğu topu Volkan Şen kaptığında "el var" diye mızıkçılığa başlıyor. Barış sağa sola koşuşturmaktan başka bir şey yapmıyor. İnsan birazcık kafasını kullanır... Ali Turan, Arda ile ver-kaç'ın "ver" kısmını yapıyor sadece. O da Arda hemen önünde ve boşta duruyorsa... Yoksa korkup geriye dönüyor hemen. Yediği çalımlara, kaçırdığı adamlara girmiyorum bile.

Yenilen ilk golde 10 saniye boyunca cümle aleme rezil olan Mustafa Sarp'ın aklına Volkan'a faul yapmak gelmiyor bir türlü. Bursaspor Mustafa'yı Galatasaray'a yollayarak harika bir işe imza atmış gerçekten. Ali Tandoğan gibi hiçbir yerde tutunamamış, ama Bursa'nın vazgeçilmezlerinden olmuş bir isim de vardı sahada... İşte Türk futbolcusunun bu yönünü çözemiyorum. Ne zaman nasıl oynayacaklar, önceden kestirmesi mümkün değil. Kim derdi ki Kayseri'nin bir numaralarından Ali Turan böyle oynayacak, Milli Takım'ın değişmezi, Galatasaray'ın en istikrarlılarından biri olan Hakan Balta böyle rezil olacak... Hüseyin'den bile fake yiyordu son dakikalarda...

Kısacası Rijkaard ve Neeskens'in aklındaki sistem için elimizdeki Türk oyuncu kalitesi son derece düşük. Eğer iyi futbol izlemek istiyorsak şimdiki rezillik için Rijkaard ve Neeskens'i suçlamak anlamsız. Yetersiz olan ve gitmesi gereken birileri varsa bunlar Ayhan, Gökhan Zan, Barış, Mustafa gibi isimlerdir. Ha yok, futbol hikaye, ben sonuca bakarım derseniz, bu isimlerle kasap havasını iyi oynayacak bir teknik ekip getireceksiniz ve o yönde yeniden düzenleyeceksiniz takımı. Rijkaard ve Neeskens'in bu malzemeyle deneyebilecekleri en sağlam orta saha üçlüsü Neill-Cana-Elano üçlüsü olabilir. O da ne kadar verimli olur bilinmez...


Son olarak Kewell ve Baros'a takımın haysiyetini kurtardıkları için binlerce teşekkür etmemiz gerekiyor. En umutsuz anımızda bir şeyler bekleyebileceğimiz isimler olarak bir tek onlar kaldı. Bu arada Keita gönderildi diye zamanında zil takıp oynayan taraftarlarımıza da selam ederim...

24 Ağustos 2010 Salı

FIBA Dünya Şampiyonası 2010: Grup C Değerlendirmesi


Grup değerlendirmelerinde sırada milli takımımızın bulunduğu Ankara grubu var. Avrupalıların üstünlük kurması beklenen grupta sürpriz yapabilecek ekip ise Porto Riko olacak gibi görünüyor. Türkiye - Yunanistan gibi dünyanın en büyük spor rekabetlerinden (iyi niyetimden ötürü sadece sporla sınırladığım bir rekabet) birinin son durağı da Ankara olacak. Grup liderliği önemli; çünkü ikinci olan ekibin finale ulaşmak için çeyrek finalde ABD, yarı finalde de İspanya'yı elemesi gerekebilir.

Değerlendirme:

Tanjevic ile 5 yıldır hazırlanmakta olduğumuz 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası sonunda geldi çattı. Bu dönemde 1987 doğumlu jenerasyonun önemli isimleri milli takıma hazırlandı; Kaya, Mirsad gibi çeşitli isimlere milli takım yolu kapandı ve Mehmet ile Engin gibi kadroda düşünülen isimler de sakatlıklar nedeniyle kadroda yer alamayınca 2010'un 12 dev adamı biraz eksik de olsa belirlendi. Bu süreçte en büyük hayal kırıklığını şüphesiz şutör guard yetiştiremeyerek yaşadık. Cenk Akyol'un istenen seviyelere gelememesi nedeniyle kritik şutları sokacak bir isimden yoksun olarak turnuvaya geliyoruz. Hidayet 2001 yılındaki harika Avrupa Şampiyonası'nın ardından kendisinden beklenen lider rolüne bir türlü soyunamadı.

Bütün bunlara karşın turnuva öncesi çok da karamsar bir tablo çizmeye gerek yok; çünkü kadroda pek çok olumlu nokta olduğunu da eklemek gerekiyor. Öncelikle bütün eksiklere karşın pek az takımda bulunabilecek genişlikte bir uzun rotasyonuna sahip olduğumuzu belirtmek gerekiyor. Kerem Tunçeri de takım liderliğine soyunmuş durumda ve bu konuda oldukça olumlu sinyaller vermekte. Eğer kritik anlarda tedirginliğe düşmeyi bırakıp bazı oyuncuların sorumluluk almasını sağlarsak kendi evimizde oynanan bu turnuvada unutulmayacak bir başarıya imza atabiliriz.

Bu konuda önümüze çıkacak ilk büyük engel ise ezeli rakibimiz olan komşumuz Yunanistan. Köklü basketbol geçmişiyle ve son yıllarda kazandıkları büyük başarılarla ne kadar iddialı bir takım olduklarını herkese gösteren Yunanlıların en önemli kozu ise bizim yoksun olduğumuz kritik anlarda sorumluluk almayı bilen oyuncularının fazlalığı. Spanoulis ve Diamantidis gibi harika oyun kurucuların yönettiği Yunanistan'ın pota altı da "Baby Shaq" Sofo ve Bourousis gibi kalıplı oyuncularla kapanmış durumda. Fotsis, Perperoglou ve Zisis'in şutları da fazlasıyla can yakabilir.

Grubumuzda son üç Avrupa şampiyonundan ikisinin bulunduğunu belirterek bir diğer Avrupa Şampiyonu Rusya'ya geçelim. Sovyetler Birliği olarak gelidkleri turnuvaların tozunu atan Ruslar dağılmanın ardından eski güçlerine bir türlü dönemediler. Buna karşın köklü basketbol gelenekleri en son 2007 yılında onlara bir Avrupa Şampiyonluğu kazandırdı. 2007 kadrosunun en önemli ismi Kirilenko'nun burada olmaması ise güçlerini bir parça azalttı. Yine de Mozgov, Khryapa, Ponkrashov ve J.R. Holden gibi kaliteli isimlerle her zaman sürpriz yapabilecek kapasitedeler.

Grupta dikkat edilmesi gereken bir diğer takım da NBA patentli isimleriyle can yakabilecek olan Porto Riko. Yao Ming'siz Çin ve Fildişi Sahilleri'nin yukarıdaki dörtlüden alacağı bir galibiyet büyük bir sürpriz olur ve gruptaki bütün dengeleri değiştirebilir.

Tahmin:

1. Yunanistan 2. Türkiye 3. Rusya 4. Porto Riko

İnanın böyle yazmak istemiyorum; ama gerçekçi olarak baktığımızda tablo böyle olacakmış gibi görünüyor. Yine de Türkiye'nin ne yapacağını kestirmek oldukça güç olduğu için sıralamayı tahmin etmek de zor. Fırtına gibi bir başlangıç yapıp liderliğe de oturabiliriz, üst üste mağlubiyetlerle son gün oynanacak olan Çin maçına 4. olabilmek için de çıkabiliriz.

Bu maç kaçmaz: 31 Ağustos / Türkiye - Yunanistan

Yukarıdaki tahminim zaten bu maçta ibrenin Yunanistan'dan yana olduğunu düşündüğümü gösteriyor. Yine de Polonya'da Yunanistan ile uzatmaya giden başa baş bir maç oynadığımızı ve ev sahibi avantajımızın en çok ön plana çıkacağını düşünerek ciddi bir şansımız olduğunu da eklemek gerekiyor. Bu maçta oluşacak atmosferin turnuvada bir kes daha yakalanması da oldukça güç olacağından bu maçı kaçırmamak gerekir. E zaten ben de kaçırmamak için biletimi almış durumdayım.

İzlenmesi gereken isimler

1. Hidayet Türkoğlu - Türkiye


Türk basketbolunun uluslararası arenada en çok tanınan yıldızı Hidayet Türkoğlu, Orlando'yu finale taşıdığı unutulmaz sezonun ardından Toronta'da felaket bir sezon geçirdi. Bu kötü sezonun moralsizliğini henüz üzerinden atamamış gibi görünen Hido'ya anlaşılan Phoneix Suns'a takas olması da pek yaramamış. 1 numaradan 4 numaraya kadar her pozisyonu oynayabilecek yetenekte olan Hidayet'in topu getirebilmesi, pas görüşünün iyi olması ve gerek penetrelerle gerekse şutlarla skor üretebilecek kapasitede olması onu ayrıcalıklı kılan özellikleri. En önemli sorunu ise bu yeteneklerinin farkına varmakta zorlanmasına neden olan mental zayıflıkları. 2009'da Most Improved Player ödülünü aldığında Türk basketbolseverlerin çoğu Hidayet'in bu seviyeye çok daha önce çıkabileceğini bildiği için üzülmüştü. Umarız bu turnuvada da gelişme kaydetmek için çok fazla beklemez ve yeteneklerini Türkiye'deki parkelere yansıtarak milli takımın madalya için iddialı konuma gelmesini sağlar.

2. Vassilis Spanoulis - Yunanistan


Yunanlıların "Kill Bill" lakabıyla tanıdıkları Spanoulis'in hem oyun kurucu hem de sutör guard özelliklerini bünyesinde barındırması onu eşsiz kılıyor. Yunanistan'ın altın jenerasyonunun kilit isimlerinden birisi olarak göze çarpan Spanoulis'in NBA kariyeri istediği gibi gimedi; ancak Euroleague'de onu izleyen herkes Kill Bill'in ne kadar özel bir oyuncu olduğunu gayet iyi biliyor. Panathinaikos'un Gate 13 olarak da bilinen meşhur taraftarı onu Panathinaikos'a kazandırdıkları nedeniyle yere göğe sığdıramıyordu; ancak bu yaz ezeli rakip Olympiakos'a imza attıktan sonra yeni lakabı "Yahuda - Judas" oldu. Dünya Şampiyonası'nda göstereceği iyi performanla kendini bir kaç günlüğüne de olsa affettirebilir.

3. J.R. Holden - Rusya


Black Russian lakabıyla tanınan ABD asıllı Rus oyun kurucu J.R. Holden'ın Eurobasket 2007'de maç kazandıran basketi atarak Rusya'yı şampiyon yaptığı an pek çokları için Dünya'daki radikal değişimleri simgeleyen bir andı. O andan 15 yıl önce Rusya'yı (SSCB) siyah bir Amerikalı'nın şampiyon yaptığını rüyasında görenler sabah uyandıklarında soluğu psikologda alıyorlardı. Sadece Rus milli takımında görev almasıyla değil, aynı zamanda 8 yıldır CSKA Moskova forması giyerek takımın en uzun süredir forma giyen oyuncusu olmasıyla da dikkat çekiyor J.R. Holden. İki Euroleague şampiyonluğu kazandığı CSKA'dan takım arkadaşları ile birlikte bu Dünya Şampiyonası'nda da ses getirmeye çalışacak.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Festivalden Kısa Kısa: Bibliotheque Pascal, Tilva Roş, Kars Öyküleri


Üzerinden üç haftalık bir vakit geçmesine karşın Saraybosna Film Festivali'nde tuttuğum notları henüz bitiremedim. Notlarım üzerinde yeterince çalışma yapamadığım için izlediğim üç filmle ilgili düşüncelerimi tek yazıda kısaca paylaşmaya karar verdim. Umarım bu filmleri izleme şansı bulabilirsiniz.

Bibliotheque Pascal


İlk sırayı Saraybosna'da izlediğim filmler içinde en beğendiğim olan Bibliotheque Pascal'a verdim. Evlilik dışı doğurduğu çocuğuna bakabilmek adına önce Almanya'ya göçmen olarak gitmeye karar veren, orada da mafya tarafından kaçırılıp İngiltere'de bir genelevde çalışmaya zorlanan Mona Paparu'nun hikayesi, bu dram havsından çok uzak bir tonda, masallar diyarına yapılan bir yolculukla anlatılmış. Sinemanın kendine has bir dil olduğunu pek çok sahnesinde yeniden keşfettiğimiz bu filmi, benzer bir konuya değinen Ken Loach'un It's a Free World filminin karşılaştırarak, It's a Free World'ün gerçekçiliğini nasıl alt üst ettiğini daha iyi anlayabiliriz. Filmin sonunda masalların bizleri nasıl etkisi altına alabildiğini bir kez daha fark etmiş oldum.

Tilva Roş


İkinci filmimiz Festivalin büyük ödülü olan "Saraybosna'nın Kalbi"ni kazanan Tilva Roş var. Bu filmin diğerlerine nazaran ön plana çıkmasında en büyük pay sanıyorum belgesele yakın bir kurmaca olması. Filmin merkezinde olan kay kaycı grup geröek hayatta da mevcut (kendilerini bizzat Saraybosna sokaklarında kay kay yaparken gördüm) ve youtube'a yükledikleri jack-ass tarzı videolar da gerçek. Filmin ana konusu Fransa'dan gelen kıza aşık olan iki arkadaş çevresinde şekillense de, yaz aylarının sonunda Toda'nın işsiz kaldığı gerçeği ve artık çalışmayan maden çevresinde düzenlenen protestolar sayesinde arka planda gençlerin işsizlik sorununun başarılı bir şekilde ele alındığını görüyoruz. Bu gençlerin hayatlarını doğal bir şekilde yansıtarak zamanın ruhunu (zeitgeist) yakalamayı başarıyor.

Kars Öyküleri


Son olarak Türkiye'den giden Kars öyküleri filmi hakkında izlenimlerimi paylaşayım. Gezici festivalin Kars ayağını düzenleyenlerin açtığı yarışma sonucunda seçilen 5 kısa filmin bir araya gelmesiyle oluşan bu filmde oyuncuların da gönüllü olarak rol aldıklarını not düşmek gerekiyor. İkisi çocuklara, ikisi aile bağlarına dair olan filmlerin yanına bir de Kars'lı bir toprak sahibinin hikayesi eklenmiş. Kısa filmlerin senaryoları yerli yerindeydi ve yönetmenler odaklandıkları konuyu anlatmayı iyi başarmışlardı. Ergenlikte başlayan kadınlaşma sürecinde annenin baskılayıcı rolüne ilişkin filmi başarılı, çocuklara ilişkin filmleri de oldukça sempatik buldum. Ayrıca belirtmekte fayda var, çocuklara ilişkin filmlerden biri olan Motoguzzi Özcan Alper'e ait. Aslında ben onun Yılmaz Güney'e göndermeleri olan filmi yönettiğini sanmıştım; ama yanıldım. Bu arada filmden sonra Q&A'de yer alan ve tanışmamızın ardından bana akşamki Baba Zula konserine bedava bilet ayarlayan film yapımcıları Başak Emre ve Ahmet Boyacıoğlu'na buradan teşekkürlerimi sunuyorum.

FIBA Dünya Şampiyonası 2010: Grup B Değerlendirmesi


İstanbul'daki basketbolseverler ABD'nin maçlarını yapacağı B grubu için oldukça büyük beklentilere girmişlerdi; çünkü 2008'de olimpiyat şampiyonu olan Kobe Bryant'lı, LeBron James'li, Dwayne Wade'li kadroyu izleme şansına sahip olduklarnı düşünüyorlardı. Ne yazık ki bu isimlerin hiçbiri ülkemizde olmayacak. Yine de B grubu İstanbullulara izlenecek pek çok kaliteli oyuncu ve dişli takımlar sunuyor.

Değerlendirme:

Yine 5 kıtanın temsilcilerinin bulunduğu bir grupla karşı karşıyayız. Bu grubu diğerlerinden ayıran ise ABD ve Brezilya'nın varlığı nedeniyle Avrupa temsilcilerinin (Slovenya ve Hırvatistan) grup liderliği için favori olmamaları. Yukarıda turnuvanın favorisi ABD'de kimlerin gelmediğine değinmiştim, değerlendirme kısmında gelenlerden bahsetmem gerekiyor. NBA'in yeni süper yıldız adayları Kevin Durant ve Derrick Rose takımın ağır topları olarak göze çarpıyor. Takımın lideri Billups ile birlikte Rondo, Gay ve Westbrook'un da kadroda olması ABD'nin guard mevkilerinde sıkıntı yaşamayacağını gösteriyor. Pota altına baktığımızda ise bu cafcaflı kadroya pek uygun olmayan isimlerle karşı karşıyayız. Chandler, Brook Lopez ve Kevin Love'ın bulunduğu pivot mevkisinde ABD'nin ne kadar verim alacağı takımın kaderini belirleyecek gibi görünüyor.

Pota altında sıkıntı yaşayan ABD'nin karşılaşmak istemeyeceği takımlardan biri olan Brezilya'nın az da olsa grup liderliği için bir şansı var. Her ne kadar Nene'ni sakatlığı nedeniyle eski güçlerinde olmasa da, İspanya liginde Caja Laboral ile şampiyonluk yaşayan Tiago Splitter ve Anderson Varejao ile rakiplere problem yaratacak bir pota altına sahip Brezilya. Splitter'in takım arkadaşı Huertas ve yeni Raptors'lı Leanro Barbosa ile oyun kurucu pozisyonunda da sorunsuz bir takım görüntüsündeler. Kadronun fazla derin olmaması ile yaşanacak sakatlıklar veya maç içinde yaşanacak faul problemleri de Brezilya'yı sıkıntıya sokabilir.

Grubun bahsedilmeye değer diğer iki takımı ise Yugoslav ekolünden gelen Slovenya ve Hırvatistan. Dağlarıyla meşhur küçük Orta Avrupa ülkesi Slovenya'nın dünya sahnesinde en çok yetiştirdiği kaliteli basketbolcularla tanınıyor. Yugoslav ekolünün sıkı bir temsilcisi olarak şutları ve yardımlaşmalı oyunlarıyla can yakan Slovenler, ABD'nin canını yakamaz belki; ama Brezilya'ya bir çelme takarak turnuvanın ilerleyen turları için avantaj elde edebilirler. Fenerbahçe'li Roko Ukiç'in önderliğinde turnuvaya gelen Hırvatistan'ın ise en büyük kozu güçlü basketbol geleneği olacak. İran sanıyorum ABD maçıyla dünya gündeminde kendi yer bulacaktır; ancak bunun ötesinde medya ilgisini çekecek bir başarıya imza atmaları zor görünüyor. Tunus'u ise bu seviyede ilk defa izleyeceğiz.

Tahmin:

1. ABD 2. Brezilya 3. Slovenya 4. Hırvatistan

Nene'nin sakatlığı olmasaydı Brezilya'nın ciddi anlamda ABD'yi zorlayacağına inanıyordum; ama şimdi daha dar bir rotasyonla oynamak zorunda kaldılar. Bu durum Slovenya'ya sürpriz yapmak için iyi bir fırsat verdi. Hırvatistan ise yeniden yapılanma sürecinde Sırplar kadar başarılı olamadı ve bu turnuvada çıkış yapmaları da zor görünüyor.

Bu maç kaçmaz: 30 Ağustos Brezilya - ABD

Eğer ABD grup maçlarını ciddiye almaz ve tek rakiplerinin İspanya olduğunu düşünürse, 30 Ağustos turnuvanın ilk büyük sürprizinin gerçekleştiği gün olabilir. Splitter, Barbosa, Huertas ve Varejao'lu Brezilya'nın bu sürprizi gerçekleştirmek için kusursuz bir performans ortaya koyması gerekecektir.

İzlenmesi gereken isimler:

1. Kevin Durant - ABD


Wade, Lebron ve Kobe'nin olmadığı bir ABD milli takımı skor yükünü çekecek birinin skıntısını çekecektir diye düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz demektir; çünkü ABD'nin 2010 kadrosu, NBA'e girdiği üçüncü sezonda 30.1 sayı ortalamasıyla ligin sayı kralı olmayı başarmış bir süper yıldıza sahip. Hücumdaki patlayıcılığıyla rakiplerin korkulu rüyası haline gelen Durant, yalnızca kendi istatistiklerine oynayan bir süper yıldız olduğunu düşünmeyin ve Thunder'ın gösterdiği inanılmaz gelişim ile play-off seviyesine geldiğini de unutmayın. Benzer bir etkiyi ABD milli takımında da yapabilecek mi göreceğiz. Size tavsiyem ise Türkiye'de bulduğunuz her fırsatta bu adamı izlemeniz yönünde; çünkü NBA'in 2011 yılındaki muhtemel MVP'sinin sahaya neler koyabildiğine şahit olacaksınız.

2. Tiago Splitter - Brezilya


Öncelikle TAU Ceramica, sonra da Caja Laboral olarak anılan Bask bölgesi takımı Saski Baskonia'nın taraftarlar, Scola'nın gidişinin ardından uzun arama derdine düşmedi; çünkü Avrupa'yı sallayan yeni pota altı canavarı Tiago Splitter de onların elindeydi. Bu sezon basketbolun rüya takımını kuran Euroleague şampiyonu Barcelona'yı İspanya Ligi finallerinde devirerek şampiyon olan Caja Laboral'ı taşıyan isim olan Splitter, İspanya'da normal sezon ve play-off MVP'si seçildiği bu sezonun ardından şansını NBA'de denemeye karar verdi ve 2007'de kendisini draft eden San Antonio Spurs'e geçti. Bu geçiş öncesinde kendisini Türkiye'de izleme şansına sahip olduğumuz için oldukça şanslıyız.

3. Goran Dragic - Slovenya


Bu yıl NBA play-off'ları öncesinde pek çok kişi 1.93'lük bir Slovenin pek çok maça damga vuracağından habersizdi. Phoneix Suns'ın önlenemez yükselişinde önemli bir paya sahip olan Goran Dragic, özelllikle kendisini draft eden San Antonio Spurs'ün başına 3. maçın son çeyreğinde attığı 23 sayıyla bela oldu. San Antonio'lular kendisinden yararlanamadı; ancak Avrupa'dan draft edilen oyuncularda ne kadar önemli seçimler yaptıklarını bir kez daha ispat ettiler. Etkili penetreleri, şut kabiliyeti ve doğru pası seçme becerisiyle takım arkadaşı Jaka Lakovic'i andıran Dragic, onun bulunduğu seviyenin de yukarısına çıkarak Slovenya'nın turnuvanın en büyük sürprizlerinden birisini gerçekleştirmesini sağlayabilir.

22 Ağustos 2010 Pazar

FIBA Dünya Şampiyonası 2010: Grup A Değerlendirmesi


Blogda basketbola istediğim kadar yer verememenin canımı sıktığından bahsediyordum; ama artık mazeretim kalmadı. 6 gün sonra başlayacak olan Dünya Şampiyonası için İzmir, Ankara ve İstanbul'da biletlerimi ayırttım ve şampiyona boyunca yaşadıklarımı buradan sizlerle paylaşacağım. Öncesinde de tahminlerimi ve turnuvada öne çıkan isimleri grup değerlendirmeleri başlıklarıyla paylaşmak istedim. Açılışı da Kayseri'de oynanacak olan A grubu ile yapmak istiyorum.

Değerlendirme:

5 kıtadan en az bir takımın bulunduğu A grubunun bir mini dünya şampiyonası havası taşıdığını görüyoruz. Büyük favoriler burada olmasa da, turnuvanın ağır topları Sırbistan ve Arjantin'in varlığı bu grubu takip etmek için basketbolseverlere önemli sebepler sunuyor. Özellikle 2000'lerdeki siyasi istikrarsızlık sürecinde basketboldaki lider konumundan uzaklaşan Sırplar, 2007 U-20 kadrosundan gelen Teodosic, Tepic ve Velickovic gibi isimler ve NBA patentli Nenad Krstic'in önderliğinde yeniden heyecan verici bir takım haline geldiler. Raduljica ve Bjelica gibi yeni gelen gençlerin performansı da merakla bekleniyor.

Sırbistan'ın gruptaki en büyük rakibi ise şüphesiz Arjantin olacak. 2002 Dünya Şampiyonası finalisti (finali hatırlayanlar için gönüllerin şampiyonu) ve 2004 Olimpiyat şampiyonu olan efsane kadronun lideri Ginobili burada olmayacak belki; ama o takımın temel taşları olan Scola, Oberto, Nocioni ve Delfino hala kadrodalar. Pablo Prigioni'nin de bu dörtlüye eklenmesiyle oldukça güçlü bir beşe sahip olan Arjantin'in kadro derinliği olmaması onlara sorun çıkarabilir.

Grupta bu iki takıma sorun çıkarması muhtemel ekip ise Avustralya. Matthew Nielsen ve David Andersen'in yanında Partizan koçu Vujosevic'in "from zero to hero" mottosuyla Avrupa'nın en değerli uzunları arasına soktuğu Aleks Mariç bulunuyor ve bu üçlü turnuvanın en güçlü pota altı ekiplerinden birisini oluşturuyor. Onlara yardım edecek bir diğer isim de bu sezonu Portland Trail Blazers formasıyla geçiren guard Patrick Mills. Nowitzki'siz Almanya ise sürpriz yapma potansiyelinden uzak görünüyor; ancak Afirka ve Asya temsilcileri Angola ve Ürdün'ün üzerinde grubu tamamlamaları bekleniyor.

Tahmin:

1. Sırbistan 2. Arjantin 3. Avustralya 4. Almanya

Grup liderliği için Sırbistan ile Arjantin'in çekişmesi bekleniyor. Benim tahminim Sırbistan'ın grubu lider bitireceği yönünde. Avustralya'da bu iki ekipten birine çelme takıp ikinci sıraya çıkabilecek potansiyele sahip görünüyor ki, bu ihtimal gerçekleşirse turnuvanın ilerleyen turları da karışır.

Bu maç kaçmaz: 2 Eylül / Sırbistan - Arjantin

Grupların son gününde oynanacak olan bu maç iki takımın iyi performans göstermesi durumunda liderlik maçı olacak. Avustralya'nın hesapları karıştırması halinde üçlü averajlar dahi devreye girebilir ki bu durum maçta atılan her basketi kritik hale getirir. Özellikle oyun kurucular Teodosic ve Prigioni'nin kapışması kaçırılmayacak cinsten.

İzlenmesi gereken isimler:

1. Luis Scola - Arjantin


2002'den itibaren Arjantin basketbolu Olimpiyat ve Dünya Şampiyonaları'nda yarı finalden daha kötü bir derece elde etmedi. Bütün bu başarıların kazanılmasında en önemli isimlerden birisi de kuşkusuz Luis Scola'ydı. Uzun forvet (power forward) pozisyonunda oynayan oyuncudan beklenen pota altından skor üretme, ribaund ve orta mesafe şut özelliklerinin hepsine sahip olan Scola, defanstaki mücadelesi ve hırsını sahaya yansıtmasıyla da herkesin takdirini toplayan bir isim. Eğer San Antonio onu NBA'e gelip Ginobili'yle yeniden buluşmaya ikna edebilseydi şampiyonluk sayıları 4'ü geçebilirdi. Kariyerini Houston'da başarılı şekilde devam ettiren Scola'yı izleme şansını kaçırmamak gerektiği kanaatindeyim.

2. Miloş Teodosiç - Sırbistan


Türkiye'nin 1987 doğumlulardan oluşan jenerasyonunun bir numaralı belalısı Teodosiç, U-16, U-18 ve U-20 düzeylerinde Avrupa Şampiyonluğu'na ulaşan takımın yıldızıydı. Altyapısıyla meşhur Zeleznik'de yetişen Teodosiç'in büyükler seviyesinde kendini ispat etmesi de uzun sürmedi ve Eurobasket 2007'yi felaket şekilde 13. tamamlayan Sırbistan'ı 2009'da finale taşımayı başardı. İnanılmaz pas yeteneği ve kendine güveni ile farklı pozisyonların oyuncuları olsalar da izleyenlere Dejan Bodiroga'yı anımsatıyor. Henüz 23 yaşında dünyanın zirvesine çıkmak için elinde 2010 Dünya Şampiyonası gibi önemli bir fırsat var.

3. Aleks Mariç - Avustralya


Yukarıda Avustralya'dan bahsederken de değindiğim gibi Mariç'in hikayesi Vujosevic'in ellerinde bir yılda inanılmaz bir noktaya ulaştı. Partizan'ın ikinci tur gruplarında Panathinaikos'u, çeyrek finalde de Maccabi'yi eleyerek final-four'a kalmayı başardığı sezonda Euroleague'in en iyi beşine seçilmeyi başardı ve bu yaz yüklü bir kontratla Panathinaikos'un yolunu tuttu. Ailesi Sırp olan ancak Avustralya'da doğan Mariç alt yaş kategorilerinde oynadığı Avustralya'ya bağlı kalmayı tercih etti ve önce katılmayı düşünmediği 2010 turnuvasına geleceğini açıklayarak Avustralyalıları sevince boğdu. Onları daha fazla memnun etmek için şampiyonada da iyi bir performans göstermesi gerekecek.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Beşiktaş 0-2 İ.B.B.: Erken Uyarı


Aynı gün içinde iki maç değerlendirmesi yazmak gerçekten ilginç bir durum. Bir de bu iki maç 2-0'lık bir galibiyet ve bir mağlubiyetten oluşunca duygular daha da karmaşık bir hal alıyor. Salı günkü maçla ilgili olarak takım üzerine pek yorum yapmadım, daha çok taraftarın ruh hali ve beklentileri üzerinde durmayı tercih ettim; çünkü ortada takımın eksiklerini ve oyun anlayışını anlamamızı sağlayacak seviyede bir rakip bulunmuyordu. Bugün Abdullah Avcı'nın yıllardır üzerine koyarak geliştirdiği kontra-atak sistemi bir kez daha Beşiktaş'ı avlamayı başardı. Ertuğrul Sağlam ve Mustafa Denizli'nin ardından Bernd Schuster de Avcı'nın akıllı oyun sistemine yenik düştü.

Abdullah Avcı'nın oyununa üstünlük kurabilmek adına Mustafa Denizli'nin ne kadar çok hamle yaptığını İnönü'de oynanan son Belediye maçında görmüştük. Belediye'nin kontra-atak oyununda eksik yakalanmamak için dikkat edilmesi gereken en önemli unsur orta sahada üstünlüğü Belediye'ye vermemekti. Denizli bu maçta zaman zaman 3-5-2'ye dönerek orta sahayı Tello ve Necip gibi pas yapabilen oyuncularla kalabalık tutarak maçı kazanmasını bilmişti. Geçtiğimiz yıl İ.B.B maçında parlayan Necip 5 ay sonra bu maçta forma şansı bulamadı. Schuster'in Real Madrid'den kalma 4-1-3-2 taktiğiyle boşalan orta sahada pas yapacak oyuncu olmaması zaten önceki Belediye maçlarını hatırlayan her Beşiktaşlıyı tedirgin etmişti. Abdullah Avcı'nın 4-5-1 ile orta sahayı kalabalık tutması zaten bekleniyordu.


İlk yarıda başarılı şekilde uygulanan ofsayt taktiği ikinci yarıda bir kereye mahsus çuvalladı ve İskender Alin skoru değiştirmeyi başardı. Ofsayt taktiğinin ne kadar riskli olduğunu böylelikle bir kez daha anlamış olduk. Hele elimizdeki ağır defans oyuncuları ve kademeye girmekte yetersiz kalan bekleri de hesaba katarak bu riski almanın ne kadar akıl karı olduğunu sorgulamak gerekir diye düşünüyorum. Guti ve Necip'in olmadığı orta sahanın Delgado veya Tabata ile ne kadar idare edilebileceğini de bir kez daha düşünmek gerekir. Bu iki temel sorundan daha korkutucu olan ise takımın yenilen golün ardından başı kesik tavuk gibi savruk bir oyun ortaya koymasıydı.

Bugün orta sahada yaşanan sıkıntılar Necip ve Guti'nin takıma katılmasıyla çözülecektir. Defansta ise Toraman gelene kadar sağ bekte, Sivok gelene kadar da hücuma çıkışlarda sıkıntı yaşanır. Arkaya atılan toplara ise hiçbirinin çare olabileceğini düşünmüyorum, ki bu sezon Beşiktaş için en önemli sorunu dar alanda top oynamaya çalışırken arkada bıraktığı boşluklar yaratacaktır. Takımın mağlup duruma düştükten sonra beklenen tepkiyi verememesi ise acilen çözülmesi gereken bir sorun; çünkü mücadele olmazsa yukarıda aralarına - işareti koyarak ayırdığımız rakamların oluşturduğu sistemler kifayetsiz kalacaktır.

Beni bu akşam her şeyden fazla üzen ise seyircinin transferlerle kapıldığı ilüzyondan dolayı faturayı Nihat'a kesmeye çalışması oldu. Daha da kötüsü kaleci Hasagiç'e tekme sallayan Quaresma'ya sahip çıkılmasıydı. İsmi ne kadar büyük olursa olsun hiç bir oyuncunun rakibine amaçsızca tekme sallamaya hakkı yoktur. Umarım Quaresma bu hareketi bir daha tekrarlamaz. Dün eklemeyi unuttuğum bir nokta da yere yatsana Abdullah Avcı tezahüratının can sıkıcılığıydı. Avcı ve Belediye yere yatmadan, adam gibi oynayarak galip gelmesini bildi ve bu tezahüratı yapanları utandırdı.

Beşiktaş 2-0 Helsinki: Yeni Mesih Quaresma


Buca maçının sonunda da yazmıştım bu maçın benim için özel olacağını; çünkü bu maç geçen yıl 1-1 biten Galatasaray maçının ardından İnönü'yle yeniden buluşmama sebep verecekti.(Gerçi arada gittiğim Rammstein konseri var; ama İnönü denince bir Beşiktaş maçının yerini başka bir şey tutamaz) Hazır gurbet günleri de yaklaşırken, Beşiktaş'la son buluşmalardan birisi için Ayvalık'tan 9 saat süren yolu göze almak zor olmadı ve sırtta bir çanta ile Dolmabahçe'nin yolunu tuttum.

Maça kadar çok vaktim olduğu için İnönü çevresinde ve Beşiktaş Çarşısı'nda dolanma fırsatım oldu. Kazan'ın dahi Ramazan nedeniyle kapalı olduğu çarşıda bir maç günü havası hemen hiç yoktu. Kartal Yuvası'nda benim almak için tereddüt ettiğim Quaresma ve Guti formaları kapış kapış satılıyordu. Benim tereddüdümün sebebini daha önce Tello için yazdığım yazıda belirtmiştim: Yeni sezon formalarını sezon başında alsam da isim yazdırmak için sezon sonunu beklemeyi tercih ediyorum; çünkü forma arkasına isim yazdırmayı sezonun hikayesinde en fazla yer alan oyuncu ödüllendirmenin bir yolu olarak görüyorum. Bu nedenle bir saat boyunca dolandığım Kartal Yuvası'ndan bir şey almadan çıktım.

Stada girişimin ardından yaşadığım şaşkınlığı ise tarif etmem biraz zor. Yanımda beşer onar satılan Q7 formalarından stadın içinde yüzlercesini görmek sezon başında oluşan beklentilerin ve yeni sezona dair umutların habercisi oldu. Niye bu kadar şaşırdın diye sormakta haklısınız belki; ama son 5 yıldır elimden geldiği kadar Beşiktaş maçlarına gitmeye çalışan birisi olarak hiç alışmadığım bir durumla karşı karşıya kaldığımı söylemem gerekir. Beşiktaş tribünlerinde yıllardır Sergen Yalçın, İlhan Mansız ve Nouma isimleri dışında formalara toplu olarak yazdırılan bir isim görmek pek mümkün olmadı. Taraftarlar bu dönemde yapılan hiç bir transferde bu kadar büyük bir beklenti içine girmemişti, takım içinde sembol bir oyuncu çıkarmakta da zorluk çeken Beşiktaş yıllar sonra aradığı Mesih'i bulmuşa benziyor. Hikayenin sonunda takımı kurtaracak mı bilinmez; ancak Quaresma transferinin geçen yıl C. Ronaldo'nun Madrid'de yarattığı etkinin bir benzerini Türkiye hudutları içinde yarattığına şahit oldum.


Atmosferi bırakıp sahanın içine döndüğümde 4-2-3-1 dizilişinde kanatları kullanarak sonuca gitmeye çalışan bir Beşiktaş ve topun arkasında bekleyen ve hücumda ne yapmak istediğine karar verememiş olan bir Helsinki ile karşılaştım. Helsinki Beşiktaş'a rakip olabilecek seviyede bir takım olmaktan oldukça uzak olduğu için oyuncuların performansları hakkında yapılan yorumlar gerçeği yansıtmayabilir. O nedenle öne çıkan isimlerden bir iki cümleyle bahsedip geçelim. Hilbert sağ kanatta gösterdiği başarılı performansla üstü çizilmemesi gereken isimlerden birisi olduğunu gösterdi. Kendi kanadını yeterince etkili kullanamadı belki; ama ters kanat ortalarında yaptığı koşularla pozisyon bilgisinin iyi olduğunu gösterdi. Quaresma'ya ise attığı golden ötürü teşekkürü bir borç biliyorum, zira kendisi İnönü'de bugüne kadar seyrettiğim en güzel golü attı ve beni formaya isim yazdırma kuralımı bozmadığıma pişman etti. O golü izlerken sırtımda onun formasının olmasını gerçekten isterdim.

2-0'lık rahat galibiyet, iftar vaktinde performansı iyice düşen (haydi imam haydi imam haydi tezahüratı günün komik anlarından biriydi) Beşiktaş taraftarını Dale Cavese ile kendine gelmesini sağladı. "Burası Şeref Bey Medikal değil" diyerek Medical Park İnönü ismine tepkisini ortaya koymayı unutmayan taraftarın yeni sezona dair umutları hiç bu kadar fazla olmamıştı. Bakalım sezonun geri kalanında işler bu sıcak İstanbul gecesinde filizlenen umutların sönmesine neden olacak şekilde ilerlemez. Şu an içinse boğaz civarında yankılanan iki tezahürat var: "Başkan doğru söyle Robinho nerede" ve "Quareeesma Quareeesma oleeey oleeey oleeey"

17 Ağustos 2010 Salı

4-0



30 dakikada 4-0 olan bir maça çift taraflı bakmakta fayda vardır. Omurgası değişmiş bir Antalyaspor; kişiliksiz oynanan 2 Young Boys maçının ardından değişmiş bir Fenerbahçe karşısında daha ne kadar aciz kalabilirdi bilmiyorum. Maçın 4-0 bitmesinin tek sebebi ilk yarının 4-0 bitmesidir. (İlk devrede kaçan gol pozisyonlarının haddi hesabı yok.) Antalyaspor'un omurgası değişmiş derken, defansının bomboş olduğunu söylersem de hem Fenerbahçe'nin hakkını yemiş, hem de hatalı bilgi vermiş olurum. Çünkü gerçekten bomboş bir defansla Fenerbahçe bu takımı geçtiğimiz sezon, aşağıdaki sahne eşliğinde Semih'in attığı son dakika golüyle 2-1 yenmişti:


İşin Fenerbahçe tarafı ise benim açımdan özetle şöyle:

Herşeyden önce, yakın zamanda izlediğim sağ beklerden Young Boys maçlarındaki Bekir İrtegün ile hazırlık maçında Fenerbahçe karşısında ve bu hafta Sivasspor maçında izlediğim Galatasaraylı Ali Turan'ın ardından, Gökhan Gönül'ün ne kadar üst düzey bir futbolcu ve gerçek bir bek oyuncusu olduğu bir kez daha anlaşılmıştır herhalde. Her zaman söylediğim "stoperden bek olmaz" fikrinin altı boş değil. Ayağına top gelince ne yapacağını bilmeyen, adam geçemeyen, atağa çıkamayan, çıktığında orta açamayan adam kanat oyuncusu olamaz. Sadece defansif özellikleri nedeniyle bek yapılan bir stoper yerini yadırgar, karşısına iyi bir adam çıkarsa kevgire döner. Yukarıda saydığım 2 stoper bozması bek bunun en iyi örnekleri bana göre. Bu yüzden yatıp kalkıp Gökhan Gönül'ü bu takıma kazandıranlara ve tabi ki Gökhan'ın kendisine şükretmeliyiz. İnanılmaz oynadığı bir maçı Maiconvari attığı bir golle de süsledi.

Fenerbahçe'nin hücum gücünün bu kadar yükselmesini sağlayan 2. bek de, geçen hafta yeniden çağrıldığı milli takımda ABD'ye karşı Neymar'ın golünün asistini de yapan Andre Santos. Ancak hazırlık kampı ve Young Boys maçlarının ardından, Santos-Stochlu sol tarafımızdan defansif olarak hala endişe etmiyor değilim. Ofansif olarak ise "şimdi onlar düşünsün."

Young Boys maçlarında oynamayan ve mumla aradığımız Lugano'nun varlığı bile (bu maçta gerek olmasa da) defansımıza güvenmemi sağlıyor. Yokluğundaki muhtemel sorunları zaten çok yakın zamanda gördük. Benzer durumdaki Mehmet Topuz ise bu maçın erken koparılmasındaki önemli faktörlerdendi. Mehmet'in gerçek bir kanat oyuncusu olmaması ve geçen sezon istikrarlı bir hücum performansı gösterememesi nedeniyle onun bu ekstra performansı umarım kalıcı olur. Yabancı kontenjanını ve takımdan kesilemeyecek yabancıların olduğunu düşününce onu hem sağ kanatta, hem de Cristian'ın yerine orta sahada kullanabilmeliyiz. O bölgede oynarsa Fenerbahçe orta sahası yumuşar diyemiyorum; çünkü halihazırda o bölgenin zaten sert olmamasının sebebi o işi yapması gereken Cristian Baroni. Young Boys maçından sonra da yazmıştım, ilk 11'de düşünülmemesi ve hatta takımdan gönderilmesi gereken futbolcuların başında geliyor bana göre.

Gelelim maçın kahramanlarına... Niang tribünde olduğu için, medyaya "Niang mı Semih mi" polemiği çıksın mı istedi, yoksa ekürisi Alex önderliğindeki harika paslaşmalara ve hücum organizasyonlarına yazık olmasın diye mi düşündü bilmiyorum, Semih yine gündeme oturmayı başardı. Ama Fenerbahçe kültürü, "9 numara"nın sahibinin yıldız bir yabancı forvet olması gerekliliğini getirdiği ve tanıdığımız kadarıyla Niang da bunu layığıyla yapabileceği için, Semih bu takımın 1. forveti olamaz. Açıkçası Euro 2008 sonrası performansıyla da (sakatlık vs.) bunu başaramayacağını, belki de kaldıramayacağını göstermişti. Maçın diğer kahramanının adı ise tabi ki kimseyi şaşırtmıyor. "Ne onunla ne de onsuz" tabirinin herşeyiyle hakkını veren Alex'le -ne
olursa olsun- sonsuza...

"Onsuz" olmayan tek futbol öğesi ise kesinlikle taraftar.

Paok maçından güzel bir oyun ve rahat kafayla dönmek dileğiyle...

15 Ağustos 2010 Pazar

Bucaspor 0-1 Beşiktaş: Hoşgeldiniz


2010-2011 sezonu Beşiktaş için sıcak bir İzmir gecesinde açıldı. Son yıllarda Türkiye Kupası'nı almaya gittiğimiz stadyum olarak da bildiğimiz İzmir Atatürk stadı bu kez Beşiktaş'ın sezon açılışını yaptığı mekan olarak kayıtlara geçti ve Beşiktaş'a yine uğurlu geldi. Bu uğurun hep devam etmesi dileğimi başta söyleyip maçın değerlendirmesine geçiyorum.

Aslında maçın ciddi bir analizini yapmak çok da mantıklı olmaz. Berbat bir zeminde 32 derece sıcakta oynanan bir sezon açılışında bundan çok daha iyi bir takım beklemek hayalcilik olurdu. Sezon açılışında gördüklerimi bir iki cümleyle geçip yazının geri kalanında temmuzda yaptığım değerlendirmelerden bugüne kadar geçen sürede yaşananlara değinmek istiyorum.

Maçta sezona dair ilk görünen sıkıntı Sivok'un aranacak olması, zira Zapotocny ve Ferrari'nin topları şişirmenin ötesinde bir şey yaptıklarını göremedik. Ön alanda pres yapan takımlara karşı ciddi sıkıntılar yaşayabiliriz. Özellikle gelecek hafta oynanacak İ.B.B maçı bizlere önemli sinyaller verebilir. Sağ kanatta Nihat istenen verimde değil, Erhan Güven de sağ bekte sırıtıyor. Bu kanatta diğer alternatifler olan Ekrem, Hilbert ve Toraman'ı da görmekte fayda var diye düşünüyorum. Orta sahada Necip çok önemli katkı verdi. Eğer istikrarlı bir performans gösterebilirse sezon boyu oynayacak ve bizi Türk rotasyonunda oldukça rahatlatacak gibi görünüyor. Aman nazar değmesin diyelim. Guti'nin pası ise enfesti ama Hazretleri'nin henüz hazır olmadığı da ortada. Bu şartlar altında çıkarılan 3 puanı ve Buca'nın sert oyununa karşın sakatlık yaşanmamasını artı olarak cebimize koyup sezon başı değerlendirmelerimize dönelim.

Sezon öncesi bloga Beşiktaş ile ilgili iki değerlendirme yazısı yazmıştım. Bunların ilkinde Beşiktaş'ta yerli oyuncuların durumunu değerlendirmiş ve karşılaşabileceğimiz 4 sorun olduğundan bahsetmiştim. Başlıca sorun olarak gördüğüm yerli stoper eksikliği Ersan Adem Gülüm transferiyle çözümlendi. İkinci sorun olarak gördüğüm Nihat'ın tek Türk ofansif alternatif olarak görünmesine bir çözüm bulunmadı.(Kara Şimşek Yusuf'un ne verebileceği geçen sezonun malumu) Nihat'ın kanat oyuncusu olmaması da onun verimini düşürüyor. Bu konuyla ilgili bir gelişme olacak mı göreceğiz; ama sanıyorum kulübün bu konuda bir girişimi yok. Üçüncü olarak söylediğim ise, takımda 5 Türk oyuncu olması için orta sahada bir Türk oyuncunun oynaması gerekliliğiydi ve Necip bu mevkiide çok olumlu sinyaller veriyor. Uğur da onun yedeği olacak gibi görünüyor. Yedekte gördüğümüz Onur Bayramoğlu da bu mevkiideki üçüncü altrernatif olacak ve sezon sonuna kadar böyle devam edecek. Son olarak da sol kanatta İsmail, Üzülmez ve Q7 dışında alternatif olmamasının sıkıntı yaratabileceğini söylemiştim. Ekrem Dağ burada bütün mevkiilerin yedeği olarak kalacak gibi görünüyor.

Çözüm olarak alternatif yaratacak bir defansif bir de ofansif oyuncu transferi önermiştim. Defansa Ersan Adem Gülüm transferi yapıldı; ancak hücum yönünde yabancı alternatiflere güvenmek zorundayız. Özellikle sol kanatta sıkıntı yaşayabiliriz. Bu durumda Nihat sakat veya formsuz iken yerine Hilbert Holosko Tabata veya Delgado oyuna girecek (veya Ekrem, ama örneğin sağ bek sakatlansa bu kez Ekrem sağ beke koşarken yerine kim girecek) ve büyük ihtimalle Bobo da oyundan çıkmak zorunda kalacak. Bu sorunlar karşısında takımın nasıl önlemler alacağı bilinmiyor. Bence yabancı forvet yerine yerli ofansif oyuncu aranması daha mantıklı olacaktır. Özellikle sol ayaklı bir genç oyuncu bulabilsek kadro tastamam olur.

Diğer yazıda ise Schuster'in asimetrik 4-2-3-1 dizilişi üzerinden takımın eksikliklerini değerlendirmiştim ve sonuç olarak 3 soruna dikkat çekmiştim. İlk sorum olan sağ bek kim olacak sorusu hala tatmin edici bir yanıt bulmadı. Erhan Güven - Nihat ikilisi sağ kanadı savunmak ve organize hücum geliştirmek için yetersiz görünüyor. Toraman iyileşince sağ beke geçecek mi, yoksa Erhan ile mi devam edeceğiz bilmiyorum. Toraman gelirse defansı toplar; ama sağ kanattan hücumlar konusunda sıkıntı yaşayacağız gibi görünüyor. İkinci sorum güzel bir yanıt buldu ve Real Madrid'de Guti'nin oynadığı pozisyona Beşiktaş'ta da Guti geldi. Bobo da bu hücumcu orta saha ile bulduğu şansı iyi kullanırsa sistem açısından tek problemimiz sağ bekin belirlenmesi olacaktır.

İzmir'e 2,5 saatlik mesafeden yazdığım bu yazıdaki konular ile ilgili son görüşlerimi transfer dönemi kapandıktan sonra son kez yazarım; ama artık benim için daha önemli olan 3 gün sonra Helsinki maçında İnönü'ye ve takımıma kavuşacak olmam. Dolmabahçe'den deniz kokulu bir Beşiktaş yazısıyla karşınıza çıkmak üzere şimdilik sizlere hoşçakalın, yeni sezona ve yeni transferlerimize de hoşgeldiniz diyorum.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Beyaz Sayfa...

Bloga yazı yazabilecek ferahlığa erişmenin huzuru ile biten maçın asap bozukluğu arasında kalmış durumdayım. Hollanda'ya gelişimin 10. gününde 3. evime yerleştim, temizliği bitirdim, Digiturk'un WebTV denen nimetine üye oldum... Arkadaşlarla biralar dizildi, maçı izliyoruz... Her şey yolunda. Ama geçen koca senede sadece geriye gitmekle meşgul olan takım tüm keyfi kaçırdı.

Takımın kanseri olan duran toplar yenilen ilk golde yine kendini gösterdi. Luc-Mehmet Yıldız mücadelesinde faulun aleyhimize verilmesi büyük bir skandal da olsa bu golleri yemek bize müstehak. Bu üç değil beş değil. Hesabını tutamıyorum artık duran toplarda yenen gollerin.

Bireysel olarak göze batan isim ise Ali Turan'dı. Bu kadar facia bir sağ bek performansı uzun süredir izlememiştim. (Şimdi Bucaspor'un sağ bekine bakıyorum da, Ali Turan kadar kötüymüş o da.) Sabri'ye her fırsatta saydıranlar Sabri'ye şükretmemiz gerektiğini anlamışlardır herhalde.

Biz Türkiye sayfasını kapatıp Hollanda'da beyaz sayfayı açmışken Galatasaray'da da yeni sayfaların açılması yakındır. Yönetimin gideceğini düşünmesem de haftaiçindeki UEFA maçında yaşanılacak muhtemel hüsran çok sevdiğim Rijkaard - Neeskens ikilisinin sonu olabilir. O olmasa da Ekim sonunu zor çıkaracaklar gibi görünüyor. Gitmelerini hala istemiyorum şahsen. Ama Türkiye'deki mentaliteyle uyuşamayacakları da yüksek ihtimal gibi gözüküyor. Sonuçta biz bek ve orta saha yoksunluğundan şikayet ederken Sivasspor bizden daha kaliteli bek ve orta sahalarla mücadele etmiyor. Türkiye'de oynatmamak üzerine kurulmuş düzen. Bizim Hollandalı'ların elinde de Ayhan-Mustafa Sarp varken, oyuna alınabilecek tek oyuncu olarak da Barış Özbek kalmışken fazla bir şey beklememek lazım. Üzerine bir de Emre'yi, Servet'i, Kewell'ı ve goldeki pası dışında olumlu bir şey gösterememiş olan Arda'yı koyun... Tabii bu bakımdan Arda'ya şükretmek lazım en azından golü attırdı diye. Takıma kısa vadede yapılabilecek en mantıklı müdahale, geri dörtlüyü Allah'a emanet edip Cana-Neill-Elano orta üçlüsüne bir şans vermek. Sonuçta ne yaparsak yapalım, geride dikiş tutmuyor.

Yazıyı burada keseyim, zira Eindhoven'ın bar sokağı beni bekler. Bu arada fanatik Galatasaraylı popülasyonu sebebiyle Sivas maçını PSV'nin maçına tercih eden kafamı duvarlara vurmaktayım. PSV 6-0 devam etmekte... Yaz Helvası'na selamlar olsun. Yerleşememem sebebiyle haberleşemedik. En kısa zamanda irtibata geçeceğim :)