7 Temmuz 2010 Çarşamba

Cleo de 5 a 7 - Beyaz hayallerden siyah gerçeklere


Yeni Dalga'nın en meşhur kadın yönetmeni Agnes Varda'nın 1962 tarihinde çektiği, güzel bir kadının toplumda kendisi için oluşturulmuş rollerden sıyrılma sürecini ve bu süreçte yaşadığı iç değişim ve iç çekişmeleri anlatan 5'ten 7'ye Cleo filmi, "kadın sineması nasıl olmalı" sorusuna verilecek pek çok cevabı içinde barındırıyor.

Tarot kartından da olsa ölümü göstererek başlayan filmin ana karakteri, ölüm üzerine düşünecek belki de son kişi olan Cleo. "As long as I'm beautiful, I'm more alive than the others." diyen Cleo'nun amacı gerçeklikten kaçmak ve rüyalara kavuşmak. Zaten kedileri, salıncağı, geniş beyaz odasıyla rüyalar aleminde yaşadığı pek belli olan Cleo'ya çevresindeki herkesin bir rol biçme çabasında olduğunu görüyoruz. Bazıları onu bir çocuk olarak görüyor, bazıları da güzelliği nedeniyle onu elde etmeye çalışıyor. Erkekle kadın arasındaki bu iktidar savaşında güçlü kalmak adına Cleo'yu aşağılamaktan çekinmiyorlar. (But you can't read music) Cleo ise çevresinden onay almadan kendini önemli hissedemeyen bir karakter. Güzelliğinden ötürü kendisine yöneltilen bakışları farketmemiz için alıcı, sık sık Cleo'nun bakış açısından çevreye bakıyor. Özellikle Cleo çevresini gözlerken bu durumu görüyoruz. Yine aynalar hep onun yanısmasıyla dolu. Başkaları üzerinden kendini tanımladığı için olsa gerek; kapris, onun beyaz rüyalardaki hayatını belirleyen kelime.


Batıl inançlar da Cleo'nun beyaz rüyalarının önemli bir parçasını oluşturuyor. Kırık ayna, uğursuz no.lu taksi, tarot ve genel olarak kaderci anlayış da toplumun yarattığı kadına benimsettiği rolün bir parçası haline gelmiş. 5'ten 7'ye Cleo, bu vurgusuyla bana 60'ların bir başka ünlü yönetmeni Fellini'nin Ruhların Jülyeti filmini hatrılattı. Her iki filmde de gerçeklikten sıkılan burjuvaların mistik ögelerle gerçeklikten kopma arayışını ve yeni bir tüketim alanı yaratmaya çalıştıklarını görüyoruz. Cleo'nun dönüşümü de, uğursuzluğuna aldırmadan Salı günü sokağa çıkmasıyla başlıyor.

Cleo, ölüm sayesinde hayatı ve kendine biçilen rolleri de sorgulamaya başlıyor. Örneğin tarot kartını görmeden önce kendisini meşhur edeceğine inanabileceği bir şarkıyı, ölümü düşünmeye başladıktan sonra söylemeye katlanamıyor. Daha önce yayınladığı şarkısını takside duyduğunda öncelikle dinlemek istemiyor, yani bir anlamda kapris yapıyor; ancak rüyalarından çıkıp siyahlara bürünmesinin ardından ilk olarak şarkısını kafede çaldırıp insanların tepkilerini ölçmeye çalışıyor. Maalesef, insanlar ilgisiz biçimde konuşmalarına devam ediyorlar. Renklerin, Cleo'nun ruh haline göre düzenlendiği filmde, beyazdan siyaha geçiş anı ve bu noktada Cleo'nun söylediği "Herkes beni şımartıyor, kimse beni sevmiyor" sözü çok önemli. Zira Cleo, bu noktadan sonra kendisine biçilen sevgili, şarkıcı, güzel hatun rollerinin anlamsızlığını keşfediyor.


Siyah giysiler ile birlikte varoluşçu sorular Cleo'nun aklını kurcalamaya başlıyor. Varoluşçuluk, Cleo'nun "Bulvarlara yaşayan insanların isimleri verilmeli" önerisiyle gündeme geliyor. Cleo'nun aklında "Ben öldükten sonra beni onurlandırmanın anlamı ne" diye düşünüyor olmalı. İşte bu yaşarken varoluşunu ispatlama amacı, ölüm korkusuyla birlikte Cleo'daki değişimin ana nedeni. Bugüne kadar varlığını güzelliği üzerinden tanımlayan Cleo, artık yarattıklarıyla varoluşunu ispatlayabileceğinin farkına varıyor. Yine bu nedenle kafede şarkısı çalınırken insanların kendisine değer vermesini bekliyor.

50'lerin varoluşçuluk akımıyla, 68 Özgürlük hareketi arasında bir geçişin izlerini gördüğümüz Yeni Dalga'nın bu filmdeki etkisi de yadsınamaz. Siyah beyaz çekimlerde Paris, sokakları parkları ve cafe'leriyle yine başrolde. Belgesele yakın duran çekimleriyle Godard'ın deneyciliğinin dışında yer alan bir estetiğe sahip olsa da, Godard ve Karina'lı kısa film de, Yeni Dalga'nın film içindeki göndermelerinin en akılda kalıcı olanlarından birisi. Cezayir Savaşı ve Kennedy-Kruşçev diyalogları üzerinden 60'ların politik gündemine biraz kaçamak da olsa bir bakış atıyoruz. Yeni Dalga'nın olmazsa olmazlarından güzel kadın yine başrolü kapmış; ancak çıplaklık ve kadının kendini kabul ettirme süreci 1968'in habercisi adeta. Son olarak bu filmin, Jules et Jim'den bir yıl sonra çıkmış olması tesadüf olamaz diyerek Yeni Dlaga konusunu kapatalım.


Filmin bir klasik olarak anılmasına vesile olan iki temel özelliği var. Bunlardan en önemlisi, beyazperdede kadın kimliği üzerine yapılmış öncü filmlerden birisi olması. 5'ten 7'ye Cleo'da, çalışan kadınların dünyasına tanıklık ediyoruz. Kadın taksi şoförü, gece sokağa çıkmaktan korkmuyor; Cleo'nun arkadaşı heykeltraşlara çıplak poz vermekten utanmıyor. Kendilerine toplum tarafından biçilen rollerin içine girmektense, kendi varlıklarını kabul ettimek isteyen kadınlarla karşılaşıyoruz. "My body makes me happy, not proud" sözleriyle çıplaklığından utanmayan kadın, kendi bedeninin egemeni olduğunu ilan ediyor. Bu sözler zamanla, Cleo'nun da kendini ifade etmek için erkeklerin bakışlarıyla güzelliğini onaylamasından daha fazlasına ihtiyaç duyduğunu anlamasına yol açıyor.

Filmin ikinci temel özelliği ise filmin gerçek zamanlı kurgusu. Filmin 10 dakikadan kısa bölümlere ayrılmış olması ve bu bölümlerin "Angela from 5.18 to 5.25" şeklinde başlatılması gereçk zamanlı kurguyu film boyunca hissetmemizi sağlıyor. Özellikle Cleo'nun evindeki saatin tik-takları ile gerçek zamanlılık adeta beynimize kazınıyor. Filmin bir sahnesinde kurbağa yiyen adam, film gerçek zamanlı olduğu için filmlerde görmeye alıştığımız ilginç bir numaradan çok, hayatın tesadüflerle dolu olduğunu hatırlatıyor seyircilere. Bütün bu özellikleri ve Yeni Dalga'nın güzelliklerini yansıtması nedeniyle 5'ten 7'ye Cleo'yu başta kadınlar olmak üzere herkese tavsiye ederim.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Ben almanyadan sevgi, gercekten cok guzel bir blog, eger twitter veya facebook sayfasi varsa hemen
ekliycegim.