26 Aralık 2010 Pazar

2009 Yılının İzlemeye Değer Beş Yerli Filmi


Bir önceki listenin başlığındaki "yabancı" ibaresi yoldaki yerli filmler listesinin habercisiydi. Bu nedenle çok beklemeden 2009 yılının izlemeye değer beş filmini de bloga eklemek istedim. Listedeki filmler içinden daha önce değerlendirdiklerime filmin ismine tıklayarak ulaşabilirsiniz.

- Hayat Var
- İki Dil Bir Bavul
- Kıskanmak
- 11'e 10 Kala
- Vavien

2008 Altın Portakal film festivalinde yarışan filmlerin kalitesi son yıllarda ciddi bir çıkış içine giren Türk sinemasının zirvesi sayılabilecek düzeydeydi. O filmleri temsilen burada yer alan Hayat Var, Reha Erdem sinemasının unutulmayacak örneklerinden birini oluşturdu. Reha Erdem gibi Türk sinemasının bir diğer başarılı yönetmeni Zeki Demirkubuz, eski filmlerine oranla bir adım geride kalan bir işe imza atmış olsa da benim listeme girmeyi başardı. Bu önemli isimlerin yanında umut vaad eden yeni isimlerin belgesel - kurmaca tadındaki filmleri 11'e 10 Kala ve İki Dil Bir Bavul, Türk sinemasının geleceğinin de parlak olacağını gösteren önemli örneklerdi. Vavien ise aynı anda hem festival izleyicilerini hem de filmlerden eğlence talep eden kitleye hitap ederek zorlu bir görevin altından kalkmayı başardı.

Hayat Var


Boğaz'da bir kayık. Kayık'ta baş parmağını emen bir kız. "You are my sunshine, my only sunshine. You make me happy when skies are grey" şarkısını söyleyen bir ayıcık, ilk ergenlik dönmeine giren bu kızın hangi derdini unutturablir ki?

İki Dil Bir Bavul

Memleketin bütün sorunlarını kötü niyetli kendini bilmez insanların çıkardığına inanıyorsanız bu filmi izleyerek vakit kaybetmeyin. Görmeyin, duymayın, bilmeyin ve üç maymunun yanına kıvrılıverin. Eğer sorunların temelinde nefretten ziyade iletişimsizliğin yattığına dair bir inancınız varsa, iyi niyetin kin ve nefretin önüne geçebileceğini düşünüyorsanız ilk adımı bu çarpıcı belgeseli izleyerek atabilirsiniz.

Kıskanmak



Dostoyevski, duvara asılı eski bir Beşiktaş arması ve eski filmlerinin kırk yıllık hatrı Zeki Demirkubuz'u da bu listeye eklememiz için yeterli. Tabii bir de Nergis Öztürk'ün hatırlamaya değer performansı var.

11'e 10 Kala


Koleksiyon tutkunu bir elektrik mühendisinin hayatını anlatan bir film, benim için sıradan bir izleyicinin kendini esas karakterin yerine koymasından daha fazla anlam ifade ediyor, bu nedenle 11'e 10 Kala filmine fazladan bir sempati beslediğim de doğrudur. Buna karşın, film kendi hayatını filmin baş karakteri Mithat Bey ile ilişkilendirmeyen izleyiciler için de izlemesi hayli keyifli bir film. Ayrıca Pelin Esmer'in yeni filmlerini de merakla beklememizi sağlıyor.

Vavien


Saraybosna Film Festivali'nde ikinci kez izleme şansı bulduğum Vavien'in daha detaylı bir incelemesine yukarıdan ulaşabilirsiniz. Burada ek olarak bir anımı paylaşıp, Bosna'da sinema çıkışında turist olduğumu anlayıp (Türk olduğumu da anlamayıp) kameralarını bana çeviren Boşnak Televizyonu'na filmi tarafsız bir izleyici gibi övdüğümü belirtmek isterim.

2009 Yılının İzlemeye Değer Beş Yabancı Filmi


Bu listeleri nasıl oluşturduğuma dair açıklamayı bir önceki listeye dair yazıda anlattığım için bu sefer kısa yoldan listeyi açıklıyorum. Listenin alfabetik sırayla dizildiğini bir kez daha ekleyeyim. Daha önce blogda incelemesini yaptığım filmlere verdiğim linkten ulaşabilirsiniz.

- Bright Star
- Das Weisse Band (The White Ribbon)
- Fish Tank
- Inglourious Basterds
- Un prophète (A prophet)

Filmlerle ilgili kısa analizlere geçmeden önce 2009'un genel bir değerlendirmesini yapalım. Yukarıdaki filmlere baktığımızda 2009'a auteur'lerin damga vurduğunu görmek mümkün. Tarantino, Haneke, Jane Campion gibi 15-20 yıllık bir döneme damgasını vuran yönetmenler seçkin işlerinden yeni birine 2009'da imza atarken, Andrea Arnold ve Jacques Audiard gibi 2000'li yılların umut vaadeden isimleri de yeni işlerinin heyecanla beklenmesini sağlayacak büyük birer adım attılar. İngiltere, Avustralya, ABD, Fransa ve Avusturya'dan birer filmin varlığı son yıllarda Uzak Doğu ve Doğu Avrupa'ya kayan sinemanın ilgi merkezini yeniden kültür ve sanatın klasik merkezlerine dönüş yaptığını gösterir nitelikte. 3 erkek 2 kadın yönetmenin katkısıyla cinisyet yönünden dengeli bir listenin oluşması da beni ayrıca memnun etti. Listedeki kadınların yalnızca kadın olmalarının ötesinde kadınların sorunlarını ve kadın gözünü perdeye taşımaktaki ısrarları da listedeki çeşitliliği arıtıyor. Şimdi gelin filmlere kısa bir bakış atalım.

Bright Star


18. yüzyıldan miras kalan romantizm bugünlerde gerek bireysel bazda gerekse toplum katında rağbet görmüyor olabilir; ancak romantizm döneminde oluşturulan pek çok sanat eseri ve dönemin sanatçıları üzerlerine tekrar tekrar düşünülmeyi hak ediyorlar. Jane Campion da benimle aynı görüşte olmalı ki, dönemin önemli İngiliz şairlerinden John Keats'in hayatına ve aşkına sinemada yeniden hayat vermeyi başardı. Hem de John Keats'e sevgilisinin gözünden bakarak yine ve yeniden kadının bakış açısını yansıtmayı başarıyor. Filmin daha detaylı bir analizi için yukarıda verdiğim link'i kullanabilirsiniz.

Das Weisse Band


2000'lerin kapanış yılı, unutulmayacak klasiklerin yılı oldu. Tarihin çeşitli kesitlerine yönetmenlerin kendi üsluplarıyla attıkları bakışlar bu klasikleri oluşumunu sağladı. Das Weisse Band, bireylerin şiddete meyyal yapılarını incelemeye meraklı olan Haneke'nin, 1910'lu yılların Almanya'sının nasıl toplumsal değişimlere gebe olduğunu gösterdiği bir film. Çocukların çevreden gördükleri şiddetle birlikte şiddet üretimine başlamaları, içlerinden bir kaçının ilerideki yıllarda Nazi subayları olduklarını düşündüğümüzde etkisini artırıyor. Bu filmle ilgili olarak blogda yaptığım analize de yukarıdan ulaşabilirsiniz.

Fish Tank


İngiliz sineması denince ilk akla gelen kavramlardan birisi de sosyal gerçekçilik. Son dönemde Ken Loach ve Mike Leigh'nin önderliğini yaptığı gerçekçiliği ön plana alan filmlerin bir benzerine de yeni ve yetenekli yönetmen Andrea Arnold imza atmış. Yalnızca üç ana karakter üzerinden sınıfsal farklılıkların bu kadar iyi incelendiği bir film zor bulunur. Hip - hop dansları ve annesinin sevgilisinin onu içine düştüğü çıkmazdan kurtarabileceğine inanan Mia'nın, toplumun işçi sınıfına ait bir kadından (ve kızdan) neler beklediğini fark etmesiyle yaşadığı travmaya tanıklık ediyoruz. Toplumsal sinemayı ve İngiliz aksanını özleyenlerin bu filme bir göz atmalarında fayda var.

Inglourious Basterds


Inglourious Basterds'ın üzerine "Rated R, +18" gibi ibareler yerine "Dikkat, bu bir Tarantino filmidir!" yazılmasında fayda var. Süper yıldız yönetmen gibi bir kavramın ortaya çıkmasını sağlayan (ve hala türünün tek örneği olan) QT, tartışmalı anti-kahramanlar yaratma ve estetize(!) şiddet gibi hazmedilmesi zor karakteristiklerinin üstüne bir de tarihi değiştirme münasebetsizliğine yer verdiği son filmiyle sınırları zorlamaya devam ediyor. Bütün bunları sinemanın varlığıının içinde tartışabilen ve filmde alt metinler arayanların, Christopher Waltz'ın unutulmazlar arasına soktuğu Albay Hans Landa'nın dört dil bilen saf burjuva kimliğine bir kez daha bakıp Naziler üzerine yeniden düşünmeyi denemelerinde fayda var.

Un prophète

Un prophète'in, yılın en stilize filmi alt başlığında Inglourious Basterds ile yarışacak seviyede olmasına Fransız filmine ön yargıyla bakanlar belki şaşırabilirler; ancak kendi adıma Malik el-Cebena gibi unutulmaz bir karakteri yaratan, tempoyu hemen hiç düşürmeden iki buçuk saat boyunca seyirciyi ayakta tutabilen başka bir filme uzun zamandır rastlamadığımı itiraf etmem gerekiyor. Son yıllarda gerçekliği harketli kameraların kullanımıyla seyirciye yanıstmayı amaçlayan filmlerin vardığı doruk noktası bu film olsa gerek. Hapishaneyi Fransa'nın karşılaştığı toplumsal sorunların yansıdığı bir mekan olarak çizen Audiard'ın, İslam dininin şiddeti olumlayan bir yapıya izin verdiğini ima etmesi (peygamber, çete lideri el-Cebena'nın lakabı) özellikle Avrupa'nın mevcut ön yargılı hükümetlerine yardımcı olması sebebiyle tartışmalı duruyor. Yine de yönetmenin düşünce serbestliğine saygı duyarak neden hapse düştüğünü bilmediğimiz el-Cebena'nın sıfırdan zireveye çıkış hikayesini oldukça beğendiğimi söylemeliyim.

23 Aralık 2010 Perşembe

Simao Sabrosa: Haziran - Temmuz 2009 Champions Dergisi Söyleşisi


Kişisel dergi arşivimden bloga aktardığım söyleşilerde sırada Beşiktaşımın yeni transferi Simao Sabrosa var. Frikik ve penaltı uzmanı, eskilerin deyimiyle top cambazı olan Simao'nun Atletico'da oynadığı dönemde Champions dergisinde yayınlanan söyleşisini okurken aklınızın bir köşesine Quaresma'nın kariyerini getirmenizde fayda var. Size kolaylık olsun diye ben söyleşideki soruların altına bazı notlar düştüm.

Kariyerin Sporting'da görkemli bir şekilde başlamıştı - sonra da 19 yaşında Barcelona'yla anlaştın. Bu senin için ne anlama geliyordu?

Harika bir anlaşma. Bana pek çok şey öğreten deneyimli koçlarla çalıştım ve Altın Top sahibi Rivaldo, Figo ve Guardiola gibi isimlerin yanında oynadım - sadece idman yaparak dahi çok şey öğrenebileceğiniz oyuncular. Benim için iki güzel yıldı.

Camp Nou'yla ilgili nasıl anıların var?

Olumlu...ama hiç kupa kazanamadım. İstediğim maçlarda oynama fırsatı bulamadım ve bu nedenle başka bir kulübe geçmeye karar verdim.

Not: Simao'nun Barcelona'daki en güzel anısı sanıyorum Figo'nun Real Madrid formasıyla Camp Nou'ya döndüğü ilk maçta takımının ikinci golünü attığı andır. Bu golün videosunu aşağıda bulabilirsiniz.



Sporting mi, Benfica mı - Hangisi kariyerine en büyük etkiyi yaptı?

Sporting'de her gün örnek bir profesyonel olmak için bana yardım eden insanlarla çalışıyordum. Sonunda kendimi Benfica'da ispat ettim; ama Sporting'de antrenman yaptığım yılları hiç unutmadım.

Not: Meşhur Sporting altyapısının Figo, C.Ronaldo, Nani ve Quaresma gibi marka kanat oyuncularından birisi de Simao. Bütün bu isimlerin ikinci durağının dünya devleri olması (Barcelona, ManU) da Sporting altyapısının ne kadar iyi çalıştığını gösteriyor. İyi çalışmanın olmazsa olmaz koşullarından birisi de insanların birbirleriyle iyi ilişkiler kurması. Simao'nun kariyerini yeniden ayağa kaldırdığı Benfica'nın önüne Spoting'i koyması da altyapıda ne kadar iyi anılara sahip olduğunu gösteriyor. Ama Barcelona'lılara bu kanat oyuncularıyla ilgili anılarını sormasanız daha iyi olur:)


Bir gün İspanya'ya döneceğini biliyor muydun?

Barcelona'da işler her zaman iyi değildi, bazen eve keyifsiz dönerdim. Benfica'da neşem geri geldi, baskı altındayken bile. Ve futbolda her zaman baskı vardır. Kulübünüze zirveye çıkmak için yardım ederken; İspanya'da, İngiltere'de ve büyük turnuvalarda oynayacağınıza dair düşünce her zaman aklınızdadır...İspanya'ya dönüşüm muhteşem oldu. La Liga bu dönemde çok fazla gelişti. Eskiden o kadar iyi olmayan kulüpler artık en iyilerle birlikte oradalar. Belki çok iyi tanınmıyorlar; ancak Barcelona, Real Madrid ve Atletico ile oynarken problem yaşamıyorlar.

İspanya ligi, Portekiz ligi ve Şampiyonlar Ligi arasında nasıl bir fark var?

İspanya'daki lig kalitesi Portekiz'in çok üzerinde - ve (İspanya'da) daha fazla destek var ki bu da oyuncular için teşvik edici bir durum. Portekiz ligi kaliteyi artırmak adına 16 takıma indirildi. Şampiyonlar Ligi ise en iyi oyuncuların ve takımların olmak istediği yer.

Attığın bütün goller içinde en beğendiğin hangisi?

Maçın öneminden ötürü Benfica forması ile Şampiyonlar Ligi'nde Liverpool'a attığım golü söyleyeceğim. Mutluluktan çılgına dönmüştüm! Harika maç ve güzel bir gol. Bu golü hiç bir zaman unutmayacağım; çünkü son 16 turunda deplasmanda son şampiyon Liverpool ile oynuyorduk ve bu gol bizi çeyrek finale çıkardı.

Not: Simao'nun en beğendiği golünü aşağıdaki videoda görebilirsiniz.



İdmanlarda en çok ne üstüne çalışıyorsun?

Her şey üstüne. Oyununuzun her yönüyle ilgili çalışmanız gerekir. Topu alma, kontrol ve sonrasında şut atma üzerine çalışmayı seviyorum.

Seni antrenmanda en çok etkileyen oyuncular hangileri oldu?

Xavi ve Iniesta gerçekten harikalar. Rivaldo da öyle. Ben antrenmanı bitirmek istediğimde o hep çalışmaya devam etmek isterdi. Bunlar aklınızda kalıyor çünkü onlar hiç bir zaman tatmin olmuyorlar. Rivaldo'dan çok şey öğrendim; çünkü onun için çalıştığı kadarı hiç bir zaman yeterli değildi, her zaman devam etmek isterdi.

Not: Simao'nun Barcelona forması giydiği yıllarda Xavi de A takımda forma giymeye başlamıştı; ancak Simao'nun o dönem 16 yaşında olan Iniesta'nın adını söylemesini Guardiola'nın Xavi'ye o dönemde söylediği "Sen beni takımdan çıkaracaksın; ama Iniesta da seni takımdan çıkaracak" sözleriyle birleştirince Iniesta'nın küçük yaşlardan itibaren kulüpte bir fenomen haline geldiğini düşünmeye başladım.


Kariyerin bitmeden önce Portekiz'e dönmeyi düşünüyor musun?

Bunun üzerine düşünmedim; ama bir gün Benfica'ya dönmek isterim.

Not: Portekiz'e dönmene gerek yok Simao'cuğum, bak senin için bütün Portekiz'i Beşiktaş'a getirdik.

Çocuklar için açtığın futbol okulları var. Kariyerin bittikten sonra futbolun içinde yer almaya devam edecek misin?

Biz profesyoneller çocuklar için örnek teşkil ediyoruz, bu nedenle onlara yardım etmeliyiz. Ben de böyle bir yardım aldım. Lizbon'dayken gençlerle konuşmak için okula (futbol okulu) giderdim. Bana özel bir golü nasıl attığımı sorarlardı. İdollerinden biriyle sohbet etmek onlar için çok iyi.

21 Aralık 2010 Salı

2009 Yılının Dinlemeye Değer Beş Albümü


Malumunuz olduğu üzere yıl sonu geldi ve gazeteler, dergiler, internet siteleri "yılın en iyi x adet filmi, şarkısı, albümü, kitabı" listeleriyle dolmaya başladı. Bu minvaldeki listelerin giderilmesi zor eksikliklerinin bir kısmından kurtulmak için kendi hazırladığım listede "en iyi, olmazsa olmaz" gibi kalıpları kullanmadım. Ayrıca sporda olduğu gibi kesin karşılaştırmalar yapmanın mümkün olmadığı eserleri kendim kıyaslayamayacağım için listeyi hazırlarken "birinci, ikinci" diyerek bir sıralamaya gitmedim. Aşağıdaki sıralama grup ve sanatçıların isimlerinin alfabetik sıralamasıyla oluştu.

Bu yazıyla hazırlamaya başladığım ve önümüzdeki günlerde bloga yenilerini de koyacağım listeleri hazırlarken, farklı beğenilere hitap edebileceğini düşündüğüm albümleri ve filmleri bir araya getirdiğimi belirtmek istiyorum. Yine de sonuç olarak benim beğenilerimden oluşan subjektif bir liste olduğunu ve dinlemekten hoşlanmadığım tarzların burada yer almadığını belirtmekte fayda var. İçinde bulunduğumuz yılların kaliteli işleri üzerine düşündüğünüzde aklınızın bir köşesine buradaki isimleri de eklemenizi tavsiye ederim.

Son olarak, listenin neden bitirmekte olduğumuz 2010'a değil de çoktan mazinin tozlu sayfalarına karışan 2009'a ait olduğunu açıklamam gerekiyor. Listeyi hazırlarken aklıma gelen filmlerin ve albümlerin bir kısmı 2009 yılına, bir kısmı da 2010 yılına aitti. Buradan hareketle her iki yıla dair listeler oluşturmaya karar verdim. Yıl içinde üretilen pek çok esere bir sonraki yıl içinde ulaşabildiğimiz için 2010 listelerini 2011 sonunda güncellemeyi düşünüyorum. 2009 listeleri ise hemen hemen kesindir eğer bu yıla ait kaçırdığım bir iş varsa ayrıca yazı olarak buraya eklerim. Şimdi bu laf kalabalığını bir kenara bırakıp listeyi açıklama vaktidir.

1. Editors - In This Light and on This Evening


Editors'ın ilk iki albümündeki tarzından biraz uzaklaştığı ve başarılı olduğu bu albümün daha geniş bir incelemesine buradan ulaşabilirsiniz. O yazının ek olarak, ilk dinleyişte fark edemediğim "The Boxer" şarkısını da çok beğendiğimi söylemek istiyorum.

2. Green Day - 21st Century Breakdown


Bu albümü diğerlerinden ayıran özelliğin bütün şarkıların birbiriyle bağlantılı olmasında arayabiliriz. 18 şarkının bir araya gelmesiyle oluşan bir albümün ötesinde, ancak Amerikan toplumunun dar politik sınırları içinde politik kabul edeceğimiz iki gencin yaşadıklarının konu alındığı albümün detaylı bir incelemesine de bu linkten ulaşabilirsiniz.

3. Norah Jones - The Fall


Geçtiğimiz yıl sonu "en"lerini açıklarken en iyi albüm payesini verdiğim albüme burada yer vermemek olmazdı. Buradaki yorumu da kısa keselim, zira detaylı inceleme burada bulunuyor.

4. Oi Va Voi - Travelling the Face of the Globe

İnanmayacaksınız ama listedeki bir diğer albüm olan Travelling the Face of the Globe'u da daha önceki bir yazıda inceleme fırsatım olmuştu. Gündemdeki müzik gruplarından sıkılanlar için hoş bir alternatif oluşturan Oi Va Voi grubu ocak ayında Türkiye'de olacak, albümü beğenirseniz etkinlik takviminizde önümüzdeki ay yer açmanızı öneririm.

5. Rammstein - Liebe ist für Alle da


Sonisphere 2010 ile ülkemizde izleme şansı bulduğumuz Rammstein, Rosenrot albümü ile ulaştığı olgunluk seviyesini yerle bir edip yeniden eski günlerine dönüş yaptığı bir albümle karşımıza çıktı. Grup üzerine yorumlar, albüm değerlendirmesi ve Sonisphere 2010 izlenimleri için de sizi buraya alalım.

20 Aralık 2010 Pazartesi

Arsene Wenger: Bir futbol filozofu


Blogda yayımlamaya karar verdiğim söyleşilerde sırayı meslektaşlarım arasında dünyadaki en meşhur isim alıyor. Football manager oyununu oynamaktan gerçek ile sanalı ayırt edememeye başladığım düşünülmesin, Arsene Wenger ile meslektaş olma onuruna kendisinin elektrik mühendisliği mezunu olmasıyla eriştim. Bu benzerliğin dışında, oynattığı futbolun arka planına bir felsefe yerleştirmeyi başarması ve bunun da ötesine geçerek hayata belirli bir siyasi ve entelektüel pencereden bakmayı bilen bir isim olması Wenger'e olan saygımı limitlerin ötesine taşıdı. Bu yazıda Champions dergisinin Nisan/Mayıs 2009 ve Bir+Bir dergisinin Mayıs 2010 sayılarından yola çıkarak, Wenger'in futbola ve hayata dair felsefesini sizlere aktarmaya çalışacağım.

Wenger, kazanmanın kutsandığı; ancak yöntemlerin pek de önemsenmediği tüketim futbolunda futbolun ahlakını ve kazanmanın anlamlı bir yolunu bulmayı kendine amaç edinen sayılı insanlardan birisi. 2000'li yılların ortasında Henry, Vieira ve Bergkamp'lı kadrosuyla son yılların en çekici futbollarından birisini oynatan ve kupaları toplayan Fransız teknik direktör, yeni stad yapımı nedeniyle kulübün borçlarının artmasının ve bu efsane kadronun dağılmasının ardından kazanmak için yeni bir yol denemeye karar verdi. Şimdi Wenger'in kendi cümlelerinde bu yeni yolun şifrelerini bulmaya çalışalım.

Abramoviç'in Chelski projesinden bu yana transfer piyasasında fiyatların yükselmesi Wenger'i başarılı olmak için yeni çözümler aramaya itti. Abramoviç ve onu takip edip kulüpleri satın almaya başlayan yeni dünyanın zenginleri karşısındaki finansal açığı "Kendi tarzı, kültürü olan bir takım yaratarak" kapatmaya çalışıyor Wenger. Modelinin geçerliliğini ise çok insani bir gerekçeye dayandırmış: "Bir oyuncu bu takıma 16-17 yaşlarında geliyor; sahaya çıktığında diğer takımlarda rastlamadığımız bir ruha, kulüp sevgisine sahip oluyor. Beraber eğitim almış, yetişmiş oluyorlar. Hayat boyu kalıcı dostluklar 16-20 yaş arası tanıdığınız kişilerden oluşur. Bu bize diğer kulüplerde olamayacak bir güç katıyor." Bu anlayışla seçtiği oyuncuların uymasına dikkat ettiği bazı kuralları da var Wenger'in. "Sumo güreşi seyrederken öğrendiğim şey şu: Güreş bittiğinde asla kimin kaybettiğini anlamanız mümkün değil; çünkü kaybedeni utandırmamak için hislerini dışa vurmuyorlar" diyor Wenger ve oyuncularına bu felsefeyi aşılamaya çalıştığını ekliyor. Latin kökenli bir insan olarak abartılı tepkiler vermeye meyyal olduğunu; ama kendini kontrol etmeyi de Japonya'da öğrendiğini belirtiyor. 1995-96 yılında yaşadığı bu Japonya macerasında öğrendikleri bununla da sınırlı değil, oyuncuların kaslarını daha iyi çalıştırmak için otobüslerdeki sıcaklığı yükseltmesinden diyet programlarına kadar pek çok ders çıkarmış. "Hafta boyu çalışıp, ondan sonra bütün o emeği oyuncular kötü beslendiği için heba etmenin salaklık olduğuna inanıyorum" açıklaması, kurallarına ne kadar önem verdiğinin bir göstergesi.

Wenger kariyerinde büyük kulüplere doğrudan adım atmak yerine, kendi hedefleri doğrultusunda çalışmayı seçen bir teknik direktör. 2009 yazında Real Madrid başkanı Perez ona Kaka'lı Ronaldo'lu yeni Galacticos'un başına geçmeyi önerdiğinde, bu teklifi neden terk ettiğini şöyle açıklıyor: "Gitseydim, inançlarıma ihanet etmiş olurdum. Bu kadar basit. Real Madrid'den ziyade Arsenal ile ilgili bir şey bu. Burada bir takım yarattım ve onu başarıya ulaştırmak istiyorum. Bu takımla dört yıl önce giriştiğim bir proje ve sonuna kadar gideceğim. Bu noktada ayrılmam söz konusu olamaz." Ne olursa olsun kazanmanın peşinde koşan pek çok teknik direktörün balıklama atlayacağı bu teklifi reddetmesinin ardında yeni projesine olan inancı yatıyor. Peki bu projeyi onun için bu kadar anlamlı kılan nedir? Acaba bunun arkasında Abramoviç'in, Wenger'e kariyerinin travmatik bir dönemini hatırlatması yatıyor olabilir mi? 1993 yılında bir başka dev Bayern Münih'in teklifini reddetmesine ve bir yıl sonrasında Japonya'ya doğru yola çıkmasına neden olan Fransa futbol tarihinin en büyük skandallarından birisini ve Tapie ismini anmadan Wenger'in kariyerindeki seçimlerini değerlendirmek, bazı noktaların eksik kalmasına neden olacaktır.


1987 yılında Monaco'nun başına geçen ve 7 yılını bu kulüpte geçiren Wenger, bu kulüpte bir şampiyonluk(87-88) ve iki ikincilik kazanır.(Prekazi'nin müthiş golüyle hatırlanan Monaco maçında kulübedeki isim de Wenger'dir) Bu ikincilikleri kazanım olarak saymamın nedeni ise, Seba'nın meşhur "şerefli ikincilik"lerinin tam da bu sonuçlarda karşılığını bulmasıdır. Bu dönemde Fransa'da esen Marsilya rüzgarı 5 yıl üst üste gelen şampiyonluğun ardından Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu'na da erişmeyi başaracaktır. Ancak, çok geçemeden bu rüzgarın arkasında kirli bazı dolapların döndüğü ortaya çıkar. Valenciennes forveti Robert'in bahçesinde bulunan 250 000 frank ile başlayan dava sürecinde Marsilya'nın 92/93 şampiyonluğu iptal edilir ve takım küme düşürülür; ancak önceki sezonlara dair başka bir kanıt bulunamaz ve Wenger bu şerefli ikinciliklerle yetinmek durumunda kalır.

Yaşadığı travmadan kurtulmak için büyük bir değişime ihtiyacı olduğuna inanan Wenger, Bayern ile yeni bir maceraya atılmak yerine kökten bir yeinlenme için Japonya'nın yolunu tutar. Orada yeni gözlemler ve yeni bir hayat tarzından beslenen ve oyuna karşı heyecanını tekrar kazanan Wenger'in dönüşte başlattığı Arsenal macerası bugüne kadar aralıksız olarak devam etti. Wenger o gün Tapie'nin verdiği rüşvetlere, bugün de Abramoviç ve futbolu reklam aracına dönüştüren yeni futbol oligarklarının transfer bütçelerine karşı, kazanmanın "başka" bir yolu olduğunu ispat etmek için uğraşıyor.

Wenger'in bu tercihinin arkasında politik bir duruşun izlerini görmek de mümkün. "Elli kişinin dünyanın tüm dünyanın zenginliğinin yüzde 40'ını elinde tutması hala kabul görüyor. Bir insan olarak bunu nasıl savunabilirsiniz? İki milyar kişinin günde iki dolarla yaşamasını kabul edebilir misiniz? Bunları kabul etmeye daha uzun süre devam edilebileceğini düşünemiyorum." diyor Wenger ve ekliyor: "Bireysel zenginliği sınırlamak gerekebilir; ama dünyanın ilerlemesini sağlayanların da ödüllendirilmesi lazım. Halbuki gece gündüz çalışıp yeni bir aşı keşfeden ya da uçak modeli icat eden kişiler dünyanın en zenginleri arasında değil."

Söyleşiden son bir soruyla yazıyı sonlandıralım. Sanıyorum bu son sorunun cevabına futbolla ilgilenen ilgilenmeyen herkesin kulak vermesi gerekiyor:

"Futbolun hayatınızı ona adamaya değer bir şey olup olmadığını sorguladınız mı hiç?

-Tabii ki. Hayattaki en önemli şeyin kendinize bir hedef belirleyip ona ulaşmak olduğuna karar verdim. Bir amacınızın olmaması kadar kötü bir şey yok. Diyelim sabah kalktığınızda bir dakika boyunca keyfini çıkardınız, peki sonra ne yapacaksınız? Hepimizin içinde bir işe yaramak, belli yeteneklere sahip olmak ve bunu gösterebilmek arzusu vardır."

19 Aralık 2010 Pazar

Irkçılığa karşı Lilian Thuram


Lilian Thuram benim (ve pek çok futbol severin) unutamadığı bir isim haline geldiğinde takvimler 1998 senesini gösteriyordu. Dünya Kupası yarı finalinde Hırvatistan'a iki gol atarak takımını finale taşımış ve kupanın kazanılmasında büyük rol oynamıştı. Fransa 1998 kadrosu, farklı etnik kökenden gelen pek çok oyuncusuyla çokkültürlü yaşamın da mümkünü olduğunu gösteren umut verici bir örnekti. Bakın o kadronun temel taşlarından olan Thuram, bugün Sarkozy ile yükselen ırkçılık dalgasına karşı sesini nasıl yükseltiyor. Bu harika röportajın tamamı için Bir+Bir dergisinin Nisan 2010 sayısına bakabilirsiniz. Aşağıdaki bölümler de bu dergiden alınmıştır.

Ulusal kimlik tartışmasında sizi en çok rahatsız eden ne?

Fransa'nın kimliği, onu tanımlayan siyasal projesidir: Özgürlük, eşitlik kardeşlik arzusu. Dolayısıyla, bu tartışma tamamen fuzuliydi. Mesele, tartışmanın örtülü olarak içerdiği, ima ettiği kötü niyette...

Neyi kastediyorsunuz?

Bu tartışma, Fransız kimliğini en küçük ortak paydaya indirgemeyi ve bazı toplululukları damgalamayı amaçlıyor. Toplumumuzdaki örtük ırkçılığı uyandıran, korku üreten, dayanışmayı ortadan kaldıran, ön yargıları pekiştiren bir bölme siyasetiyle karşı karşıyayız. Sarkozy insanları kompartımanlara alıp etiketliyor. "Onlar", "biz", "soydan Fransızlar", "azınlıklar"...Aslında, ciddi bir krizden geçiyoruz. Hükümet işsizlik, ekonomik kriz, sosyal adaletsizlik gibi gerçek sorunlar hakkında tartışılmasını engellemek için, göçmenler, Müslümanlar, Siyahlar, yabancılar gibi günah keçileri yaratıyor. Çok tanıdık, klasik bir yöntemdir bu. Her şey yolunda giderken, mesela 1998'de Fransa dünya şampiyonu olduğunda, siyasetçiler de medya da bu çeşitlilikle övünüyordu. Fransa karmaşık bir ülke ve bunu sahiplenmeli. Geçenlerde, Bixente Lizarazu'nun yaş gününe gittim. Salonun başköşesinde koskoca bir Bask bayrağı asılıydı. Bask şarkıları söyledik, ürperdim. Muhteşem bir şey bu. Fransa'nın kendisini bu duygulardan mahrum bırakmasını istemem.

Siz ırkçılığa bizzat maruz kaldınız mı?

Stadlarda maymun çığlıklarına maruz kaldım tabii. İnsanlar bu türden davranışlar gösteriyor, çünkü bilim insanları bir zamanlar Siyah insanları maymunlarla birlikte eksik halka olarak teorileştirdi. Bu tasvirler kolektif bilinçaltında yer etti. Irkçılığın bu kadar kolay uyandırılmasının sebebi, maalesef hala yıkılmamış olan bir tarihin ürünü olması. Sömürgecilik sona ereli şunun şurasında elli yıl oldu. 1930'lara kadar insanların sergilendiği hayvanat bahçeleri vardı. Sergilenen bu vahşiler arasında Christian Karembeu'nün dedesinin de olduğunu düşünsenize.

Okuldaki ilk günleriniz nasıldı?

Sınıftaki tak Siyah bendim, bana Noiraude (Karakoyun) diye hitap takmışlardı. O gün kendimi demirle dağlanmış gibi hissetmiştim. Genç bir beyazı düşünün, okul hayatı boyunca kendi renginden tek bir sanatçı, yazar, düşünür ya da devlet adamından söz edildiğini duymuyor. Ta ki atalarının köle oldukları söylenene kadar... O andan itibaren zihinsel, düşünsel oluşumu ve kimliğinin inşası çok karmaşıklaşıyor. Özdeşleşebileceği başka şahsiyetlerle karşılaşmazsa ve bir de dış görünüşünden ötürü sürekli ayrıma maruz kalırsa, bunun ne kadar yıkıcı olduğunu tahayyül edebilirsiniz! Esas tehlike, bu değersizliği içselleştirmek. Kanser olmayı bile göze alarak, ne pahasına olursa olsun derinin rengini beyazlaştırmaya çalışırsın, kadınlar düz saçlara sahip olmak için peruk takarlar...

Metinden almak istediğim son bölüm ise ırkçılık konusundan biraz bağımsız; hatta Thuram'ın Fransa'nın Dünya Kupası'na katılmasına dair görüşüne katılmama karşın buraya aldım. Neden diye soracak olursanız da, sondaki cümleyi tekrar tekrar okumanızı tavsiye ederim, o kadar manidar bir söz etmiş ki Prens, katılmamak elde değil.

Fransa'nın Dünya Kupası'na Thierry Henry'nin hilesiyle gitmesi manidar değil mi?

Hiç de değil. Futbol oynayan herkes o durumda Thierry Henry ile aynı refleksi göstereceğini bilir. Kötü, yanlış bir refleks olduğu kesin, ama hakem görmüyor işte. Çok sık olan bir şey bu. Chelsea ve Barcelona'nın karşı karşıya geldiği son Şampiyonlar Ligi'nin yarı final maçı aklıma geliyor; Barcelona çok kötü bir hakem hatası sonucu finale kaldı. Bugün kimse o hatayı tartışmıyor. Futbol bir oyun, Fransa'nın tur atlamasının niçin bu kadar sorgulandığı beni şaşırtıyor. Bir ülkede futboldan çok bahsediliyorsa, bu, demokrasi açısından kötüye işarettir.

14 Aralık 2010 Salı

Beşiktaş 2010-11 Sezonu Alternatif Forma


Ligde alınan istenmeyen sonuçlara karşın UEFA'da yoluna devam eden Beşiktaş, sezonun geri kalanında giymek için hazırlattığı yeni alternatif formasını yakın bir zaman içinde basına tanıtacak. Bön Libero olarak ele geçirdiğimiz formanın dizaynını sizlerle paylaşmaya karar verdik. Taraftarların 2003-04 sezonundan bu yana devam eden kırmızı forma hasreti de bu şekilde sonlanacak gibi görünüyor. Yeni formanın neden ana sponsor olan Adidas'tan başka bir firmaya hazırlatıldığı sorusuna ise henüz tatmin edici bir cevap alınamadı.

12 Aralık 2010 Pazar

Tek Kişilik Gösteri Olarak Sergen...


"Bizim ev yakındı problem olmuyodu" buyurmuş Sergen Yalçın. Vallahi hakkı var. Ev yakın oldu mu bizde de sorun çıkmazdı hiç.

Ama videonun başı daha çok yarıyor beni. Ercan Taner'in "Doğru mudur bu?" sorusuna verdiği "Doğru, doğru. Net olarak biliyorum ben." yanıtı yok mu... Sen bilmezsen kim bilecek di' mi!

Böylece "Bayern Münih", "Tabata-Baklava", "O 10 yabancının 6sı futbola yabancı" gibi unutulmaz sözlerine bir yenisini daha ekledi kendisi. Devamını bekliyorum şahsen.

10 Aralık 2010 Cuma

Bursa - Beşiktaş düşmalığı...


Başlıkta düşmalığı diye bahsettim çünkü bu anlaşmazlık gün geçtikçe anlaşmazlıktan çıkıp düşmanlığa ve savaşa dönüyor. Bu olayların buralara gelmesi o kadar gereksiz ve anlamsız ki. Olmayan bir nedenden doğan bu olaylar üzerinden yaklaşık 7 yıl geçmesine rağmen sürekli büyüyerek devam ediyor ve bu Türk futbolunun iki şampiyonluk yaşamış kulübüne büyük zarar veriyor. Ama olayların asıl nedeninin ortada olan hiçbir şey yokken çıkmış olması bu durumu daha da can sıkıcı hale getiriyor.

Olayın çıkış noktasına gelirsek; o tarihe kadar ligde 4 büyükler diye adlandırılan Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe ve Trabzonspor haricinde lig tarihinde küme düşmeyen tek takım Bursaspor'dur. Ve o sezon Beşiktaş lige müthiş bir giriş yapar, 2. sıradaki Fenerbahçe ile puan farkı ilk yarı sonunda 11 olmuştur. Ancak ne olduysa ligin ikinci yarısının ilk maçı olan Samsunspor maçıyla başlar. Beşiktaş 11 puan farkla lider çıktığı ikinci yarının ilk maçında İnönü'de Samsunspor karşısında Hakem Cem Papila yönetiminde (ki bu maçta gösterdiği "inanılmaz" performans kendisine jübile yaptırmıştır) çıktığı maçta alakası olmayan 3 kırmızı kart gördükten sonra maçı bırakmış ve tribünlerin de baskısıyla İlhan Mansız takımı adına 5. kırmızı kartı görünce Beşiktaş maçı hükmen kaybetmiştir (maçın sonucu o anki skor 4-0 olduğu için öyle sayılmıştır) ve Beşiktaş'ta bu maçla başlayan kopuş son maça kadar sürmüştür.


Bu ilk yarıyı namağlup lider tamamlayan Beşiktaş'ın o sezonki ilk mağlubiyeti olmuş ve Beşiktaş o sezonu lider Fenerbahçe'nin 14 puan gerisinde 62 puanla 3. tamamlamıştır. Bursaspor ise o sezona çok kötü başlamış ve ilk yarıda sadece 2 galibiyet alarak 13 puan toplayabilmiştir. sezon sonunda ise 40 puanla küme düşmüştür ve ne olduysa işte buradan sonra olmuştur. Beşiktaş'taki düşüş sezonun son maçına kadar devam etmiş ve takım o kadar kopmuştur ki ligde son 6 maçından 2 puan alabilmiş son 4 maçını ise kaybetmiştir.

Ama Bursaspor'u rahatsız eden, Beşiktaş'ın kaybettiği son iki maçını düşme hattında bulunan ve Bursaspor ile düşmeme mücadelesi veren Akçaabat Sebatspor ve Çaykur Rizespor'a kaybetmiş olması ve bu takımların ikisinin de Bursaspor'un 2 puan önünde ligi bitirerek ligde kalmasıdır. Beşiktaş'ın Sebat ve Rize'ye hatır şikesi yaptığına ve Bursaspor'un da bu nedenle küme düştüğüne bu düşüşün de tek sorumlusunun Beşiktaş olduğuna inanmaktalar ancak o döneme geri dönersek o kadar kötü durumda bulunan ve 3.sıradaki yeri ligin bitiminden 5 hafta önce garanti olan bir Beşiktaş son 6 maçın neredeyse tamamına yedeklerin ve as oyuncuların karmasıyla çıkmış ve bu 6 maçtan sadece 2 puan alabilmiştir. Bursaspor ise son 7 maçında 6 galibiyet alıp sadece Trabzonspor'a kaybetmiştir. Bursaspor'un düşme hattındaki rakipleri olan, Sebatspor son 6 maçından 5 galibiyet, İstanbulspor son 6 maçından 4 galibiyet 1 beraberlik, Rizespor son 6 maçından 3 galibiyet çıkarmışlardır. O sezon 29 haftada 5 galibiyet alan Bursaspor son 5 maçında 5 galibiyet almıştır.

Bursaspor'un küme düşmesinin tek sebebinin Beşiktaş'ın kaybettiği 2 maç olmadığı çok açıktır. Belki Bursa 29.haftada Trabzon'a kaybetmese yine kümede kalacaktı ama olmadı. Olayların aslı ve en başı bu şekildedir ve bu olayların artık bir an önce önüne geçilmesi ve kapatılması gerekmektedir. Bir Bursa'lı olarak bence hem Bursaspor hem de Beşiktaş kulüplerinin yöneticilerinin bir an önce bir araya gelmesi ve daha fazla kan dökülmeden bu olayı çözmeleri gerekmektedir. Umuyorum ki futbol ülkemizde artık sadece saha içinde yapılan insanların eşleriyle, çocuklarıyla gidebildiği bir spor olur....

(Yaz Helvası'ndan ufak bir düzeltme: Samsunspor - BJK maçında 5. kırmızı kart görüldüğünde skor 4-1'di. Hükmen yenilgi nedeniyle maçın skoru 4-0 olarak tescil edildi.)

9 Aralık 2010 Perşembe

Beşiktaş - Bursa: Kimliksizlik Kavgası


Burada tam bir yıl önce fanatizm üzerine yazdığım yazı halen geçerliliğini koruyor. Buna karşın pazar günü yaşanan olaylarla ilgili yeni bir yazı yazmamak, iş dönüp tuttuğum takıma gelince susmak olarak da algılanabileceği için, cezaların verildiği günde bloga bir şeyler karalama ihtiyacı hissettim.

Blogdaki dostlarımdan zerdüşt'le geçen yıl sonunda yaptığımız muhabbete, farklı algıları kavramak için aydınlatıcı olduğuna inandığım için burada yer vermek isterim. Beşiktaş taraftarı üzerine yaptığımız bir tartışmada ben Beşiktaş taraftarının sol eğilimleri olan bir tribüne sahip olduğunu iddia ederken, o ise tribüne yapılan bu tip atıfların daha çok bir bayrak altında toplanan serseri takımının kusurlarını örtmek için kullanıldığını söylemişti. Ben, yıllardır maçlarda açılan çeşitli pankartlarla birlikte İnönü'de Galatasaray maçı öncesi Kazan önünde insanlarla tekel işçilerinin eylemi üzerine yaptığım tartışmayı öne sürdüm. O ise 4 yıl boyunca Beşiktaş civarında ikamet eden bir Fenerbahçeli olarak, Ankara'da Ankaragücü taraftarının yarattığına benzer şekilde "çArşı" montlu şiddete meyyal adamların yarattığı tehditkar havadan şikayetçiydi.


Bu iki algıdan hangisi sahte, hangisi gerçek? Son günlerde yaşanan olayların medyadaki yansımalarına bakarsak sevgili dostum fazlasıyla haklı görünüyor. Şiddet üzerinden kendi varlığını ispat etmeye çalışan bir grup gencin kimlik olarak kendilerine Beşiktaş ve Bursaspor'u uygun görüp adam yaralamalara varan olaylar çıkardıklarına şahit olduk. Bir tarafta yıllarca rakip tribünler tarafından "eşcinsel" olmakla suçlanan(nesi suçsa) Bursalılar, bir nedenden dolayı (hatır şikesi yapıp Bursa'nın küme düşmesine neden olma) nefret ettikleri Beşiktaşlılardan intikam almak için mekan basacaklardı. Beşiktaş'ın gönüllü kolluk kuvvetleri olan taraftar grupları da Bursalılara mekan basmanın kimsenin haddine olmadığını ispat edecekti. Küçükken Pal Sokağı Çocukları'nı okuyan herkesin bildiği gibi şiddetin doğması için gruplaşma ve bir küçük arsa yeterli sebeplerdir. Kavganın sonunda gördüğümüz fotoğraflardaki yaralılar da yeni Nemeçekler olarak kayıtlara geçtiler.

Buraya kadar yazdıklarımın içindeki hem dostumla benim verdiğim örnekler sırasında, hem de kavgaya karışan Bursalılarla Beşiktaşlıların yaptığı ortak bir hata varsa o da gerek üzerinden kendimizi tanımladığımız, gerekse ötekileştirdiğimiz kimlikleri basite indirgememizdir. Medyanın basite indirgeme harekatının ise bilinçli olarak yapıldığına inanıyorum. Bu noktada hatamdan dönmek için bir adım atmak ve genel tanımlamalar üzerinden hareket etmek istiyorum.


Beşiktaş ile başlayalım. Beşiktaş tribünlerinin bu kadar çeşitlilik göstermesinin temel nedeni Beşiktaş'ın kendi kimliğini öncelikle kazanmak üzerinden tanımlamasıdır. Beşiktaş öncelikle Türkiye'nin 3 büyüğünden biridir, İstanbul gibi kozmopolit bir şehirde konumlanmıştır ve bu nedenle toplumda farklı sınıflardan, etnik kökenlerden yani genel olarak farklı kimliklerden geniş bir kesime hitap eder. Yalnızca hakim tribünü sol eğilimlidir, 30000 kişiyi tek hareketle susturan tribün liderinin Ermeni asıllı olması bunun güzel bir ispatıdır; ama Beşiktaş kimliğinin içine politik bir duruşu yerleştirmek oldukça zorlama olur. Beşiktaş kimliğinin diğer takım kimliklerinden farkını daha geniş bir siyasi yelpazeye sahip olmasıyla açıklayabiliriz. Ama çatıyı oluşturan kimlik Beşiktaş'ın kazanma, rakibi alt etme gücüdür ve bu iktidar hevesinin her alanda şiddeti yanında getirme potansiyeli vardır.

Bursaspor da tek başına bir bütün şehri temsil etme iddiasında olan bir kulüp. Beşiktaş kadar büyük ölçekli olmasa da yine de tek bir ideolojik kalıba indirmek için fazlasıyla büyük olan bir kulüp. Hakim tribünün tavrını görmek için ise 2006 Akbank Kısa Film Festivali'nde gösterilen 'Yürüyoruz' belgeselinden bir örnek vermek istiyorum. O belgeselde gay-lezbiyen örgütlerini taşlamaya karar veren Teksas grubu üyelerinden birisi "Bunlar yüzünden neler çekiyoruz" diyordu. Bursa tribünün ortak hafızasında da yıllardır devam eden eşcinsellik yakıştırmasından doğan bir tepki var. Erkeklik, milliyetçilik, homofobi zaten kol kola yürüyen tepkiler ve bu tepkilerin birleşiminden doğan Bursa tribünün hakim görüşü diğer tribünlere göre daha sağcı kalıyor. Meşhur Diyarbakır olaylarının ardından pazar günü atılan "ermeni köpekler" sloganları ve adı geçen belgeselde eşcinsellere karşı yapılan saldırılar şehri değil suçu işleyenleri bağlar; ama şehir üzerinden kazanan bir kimlik yaratmaya çalışmanın her zaman böyle sorunlar doğurabileceğinin bilincinde olmak gerekir.


Bu tanımlamalardan hareketle Beşiktaş Bursa taraftar olaylarını kimlik üzerinden değil toplumdaki genel kimliksizlik halinden doğan bir kavga olduğuna inanıyorum. Daha uzun bir açıklama için eski yazıma verdiğim linke tıklayabilirsiniz; ama sorunun ikinci boyutuna, yani kendi kimliğimizi oluşturmak için üzerine basmaktan kaçınmadığımız "öteki" kimliklere karşı işlenen suçlara değinmeden yazıyı bitirirsem kenidmi vicdanen suçlu hissederim. Bu noktada İbrahim Altınsay'ın 2002 yılında Pascal Nouma için Beşiktaş tribünlerinde açılan 'hepimiz zenciyiz' pankartı üzerine dediklerini hatırlayalım:

"Her türlü ayrımcılığa aynı tepkiyi verdiğimiz zaman ‘hepimiz zenciyiz’ sözünün bir anlamı, bir değeri olacak. Tribünlerde, ‘Hepimiz Kürt’üz, Ermeni’yiz, Rum’uz, Filistinli’yiz, Alevi’yiz, Hıristiyan’ız, Yahudi’yiz, ateistiz, kadınız, eşcinseliz, yaşlıyız, çocuğuz, engelliyiz…’ dediğimizde."

Beşiktaş taraftarı geçen sekiz yılda burada yazan bazı maddelere karşı olan hassasiyetini pankartlarıyla dile getirdi. Pazar günü yaşanan olayların ardından ise şiddeti toplumdan kazımak için Bşeiktaş taraftarınca atılması gereken yeni adımlar var. Bugün Ermeni tribün lideri nedeniyle ırkçı söylemlere maruz kalan Beşiktaş taraftarından Hrant Dink'in katlinin ardından açılan "hepimiz ermeniyiz" pankartını bir kez daha açmalarını bekliyorum. Bunun yanında seyircisiz maçlar için Diyarbakır adresini verirken salt Bursa ile uğraşma amacında olmadıklarına inanmak istiyorum.Bu durumun, 6 yıl önce İnönü'de atılan "PKK dışarı" sloganlarının ardından Diyarbakır ile barışmak için bir fırsat olarak kullanılmasını ümit ediyorum. Son olarak, Türkiye'de lafı bile edilmeyen eşcinsellere karşı ayrımcılığın da ırkçılıktan farksız olduğunu fark etmelerini ve "onlar ırkçı tezahürat yaptı" bahanesiyle eşcinselleri aşağılamak suretiyle Bursa'ya yapılan tezahüratların da son bulmasını istiyorum. Bütün bunları başardığımız takdirde dostumun karşısına mensup olduğum taraftar grubuyla gurur duyarak oturabilirim.

6 Aralık 2010 Pazartesi

Xavi mi, Iniesta mı?


Sonunda bunu da yaptılar. Bir elmanın iki yarısı dediğimiz, birbirinden ayrılması imkansız dediğimiz Xavi ve Iniesta'yı altın top için karşı karşıya getirdiler. FIFA'dan bir yetkili kişi de çıkıp "Yahu bunlar İspanya ve Barcelona'da birbirlerinin numaralarını giyecek kadar birbirinden ayrılmaz bir ikili, ödüle ikisini birden tek isim olarak aday gösterelim" demez mi kardeşim? Böylelikle bir sezonu Ş.Ligi dahil 3 kupayla kapatıp bir de Dünya Kupası finali oynayan Sneijder'de son 3 adaydan biri olma şansını kazanırdı. Messi zaten bu sezonluk aradan çekilir, bu yıl aday olan 3 adam sezon boyu sağlam kalırsa 2011'de yeniden çıkıp bu ödülü alır diye düşünüyorum. Tabii Messi ile birlikte Barcelona altyapısından çıkan 3 ismin varlığı la Masia'nın ne kadar büyük bir okul olduğunun bir diğer kanıtı.

Peki bu yıl ne olacak? Dünya şampiyonu İspanya'dan Xavi mi, yoksa Iniesta mı ödüle layık? Bir tarafta akıllara ziyan pas yüzdeleriyle rakipleri bunaltıp modern orta sahanın tanımını yeniden yaptıran "la Maquina", diğer tarafta Dünya Kupası finalinde attığı golle "Madridlilerin en sevdiği Barcelona'lı, Katalanların en sevdiği İspanyol" olmayı başaran "Anti-galactico". 2008'den bu yana ne Barcelona ne de İspanya bu ikilinin birlikte sahada olduğu hiç bir eşleşmeyi kaybetmedi. Tekli maçlarda zaten İspanyollar 2008 ve 2010'u kazandılar, Barcelona da oynadığı hiç bir finali kaybetmedi. Çift ayaklı eşleşmelerde sadece Ş.L'de Inter ve kupada Sevilla'ya elendiler. Inter maçlarında Iniesta sakatlığı nedeniyle yer alamazken, Sevilla eşleşmesinin ilk maçında Xavi sahada yoktu. Ligi de zaten iki buçuk yıldır domine ediyorlar. İki yıldır alınan şampiyonlukların yanında bu sezon da Nou Camp'da Real Madrid'i 5-0 yenerek Madrid başkanı Florentino Perez'in kalp doktorunu ihya ettiler.


Perez demişken, aceto balsamico'nun daha önceleri belirttiği gibi kendisinin bu akıl almaz top oynayan Barcelona takımını oluşturan isimlerin başında geldiğini eklemeliyim. 2000 yılının yaz aylarında Figo'yu renklerine bağlayarak Barcelona'ya ölümcül bir darbe vurduğuna inanan Perez, 2000'lerin başında galactico'larıyla topladığı kupalara ve Barcelona'nın 4 yıllığına içine düştüğü krize baktığımızda oldukça mantıklı bir hamle yapmışa benziyordu. Ama Barcelona Figo'nun attığı kazığı çok iyi yorumladı ve şu sonuca vardı: "Ne kadar iyi yıldızlar alırsak alalım, Real Madrid'in mali gücü bu adamları elimizden almaya yeter. Bu yıldızları kulübe bağlamak için tek şansımız aidiyet duygusu yaratmak." Katalanca'da çiftlik anlamına gelen ve artık tüm futbolseverlerin hafızalarına kazınan "la Masia" bu yıldızların yetiştirilmesi için ideal yerdi. Bu nedenle bugün ödüle 3 la Masia mezununun aday olmasını futbol severler olarak biraz da Perez'e borçluyuz. Yeri gelmişken kendisinin bu ödülü hakkıyla verebilecek ender isimlerden biri olduğunu düşünüyorum. Yalnız doğru cevabı almak için soruyu biraz değişik sormak gerek: "Eğer bu oyunculardan yalnız birini Real Madrid'e transfer etme şansın olsaydı, Xavi'yi mi yoksa Iniesta'yı mı alırdın?"

Bugün 3 altın top adayı çıkaran kulübün teknik direktöründen bahsetmemek haksızlık olur. Rijkaard döneminde kırılan Real Madrid hegemonyası ve kazanan takım kimliği 2008 yazına gelindiğinde sarsıntıya uğramıştı. Xavi, Champions dergisine verdiği demeçte o yaz kontrat yenilemeden önce Manchester United'dan gelen bir teklifi değerlendirmeye aldığını itiraf ediyor. Bu noktada A takım seviyesinde hiç bir deneyimi olmayan Pep Guardiola'ya koltuğu emanet etmek, yalnızca Laporta gibi bu kulübün felsefesini benimseyen ve bunu politikaya alet etmekte beis görmeyen bir başkan tarafından atılacak bir adımdı. Eski takım arkadaşına sonuna kadar inanan Xavi, orta sahada formasını emanet olarak aldığı adamı yüz üstü bırakamazdı. İşte kulübe aidiyetin başarıyı nasıl sağladığına bir örnek.


Guardiola ve Xavi ilişkisinden bahsederken aralarında geçen bir diyaloğu tekrar buraya taşımak istiyorum. 1999 yılında düzenlenen 15 yaş altı kulüpler turnuvasında şampiyonluk kupasını Iniesta'ya veren Guardiola, A takıma geri döndüğünde Xavi'ye "Sen beni takımdan çıkaracaksın; ama o (Iniesta) ikimizi birden dışarı atacak" diyor. Bugün üçü de aynı takım birlikte çalışma fırsatını yakaladılar. Iniesta'nın 2010 Dünya Kupası finalinde gol attığı veya 2009 yılında Chelsea ile oynanan yarı finaldeki gibi kritik anlarda sahneye çıktığı için listede olduğunu düşünenler için küçük bir istatistik not aktaralım: Iniesta Barcelona'nın tüm kupaları topladığı 2008/09 sezonunda toplam 59 asiste imza atan özel bir yetenek.


Bütün bu akıl almaz istatistikleri elde etmiş olan ikiliyi hiç bir ödül için ayırmaya niyetim yok, o nedenle başlıktaki soruyu yanıtlandırmayacağım. Tek isteğim başta belirttiğim mucizenin oylamada yaşanması ve Xavi ile Iniesta'nın eşit sayıda oy alarak bu ödülü paylaşmalarıdır. Yazının sonunda neden bu kadar başarılı olduklarına dair soruyu da Xavi yanıtlasın: "Bizim oyun tarzımızın hiç bir zaman modanın dışında kaldığına inanmıyorum. Teknik direktörler bugünün oyununda yeteneğin kilit rol oynadığının farkındalar. Doğal yetenekler fiziksel hünerlerden daha değerli. Sahaya 11 fizikli oyuncu koyabilirsiniz; ama bence bu kazanmak için yeterli olmayacaktır. Futbolda her zaman yetenek ve beceri saf fiziksel güçten daha değerli olmuştur."

kaynak: Champions dergisi, sayı 43

Somewhere: Bu film post-modern globalizm hakkında mı?


Başlığa cevabım hayır; ama günümüzde yaşayan bir Hollywood yıldızını anlatan bu filmde illa ki post-modernizmin de payı olduğunu belirtmek gerek. Kimilerine göre soruya tatmin edici bir cevap veremediğimin farkındayım; ama aynı soruyu filmin içindeki basın toplantısı sahnesinde, filmin baş kahramanı Johnny Marco'ya soran gazeteci eminim benim cevabımı tercih ederdi. Somewhere filmiyle 2010 Venedik Film Festivali'nden Altın Aslan'la dönen yönetmen Sofia Coppola'nın çeşitli durumları karikatürize etmekteki hünerini gösteren bu sahne, aynı zamanda süper yıldız Johnny Marco'nun hiçlik duygusuna kapılmasının neden kaçınılmaz olduğunu gözler önüne seriyor ve bizlere filmin geri kalanı hakkında pek çok ipucu sunuyor.

Filmle ilgili ilk olarak açılışın ve ismin birbiriyle uyumlu olduğunu belirtmek isterim. Açılışta, sabit bir çekimle sunulan geniş planda amaçsızca bir parkuru turlayan bir Ferrari karşılıyor bizleri. Nerede olduğunu, ne yaptığını bilemeyen; mekandan ve zamandan soyutlanmış bir adamın amaçsızca attığı turlar bittiğinde, adamın arabadan inmesiyle ana karaktere odaklanıyoruz. Hollywood yıldızı Johnny Marco, Beverly Hills'deki kaymak tabaka yaşantısı, sürekli bindiği Ferrari'si ve tanıştığı her yerde başına üşüşen kadınlarla tam da Amerikan rüyasını pazarlamak isteyenlerin vaat ettiği dünyada yaşıyor. Kızıyla tanıştığımız sahneye kadar Johnny Marco'nun rüya hayatından nasıl da zevk alamadığına şahit oluyoruz. Paranın satın alabileceği her şeye sahip olan; ancak sahip olduğu / olamadığı ilişkiler nedeniyle yorulmuş ve hayattan bunalmış süper yıldızın ayrıcalıklarıyla yetinemediğini görüyoruz.


Ağzındaki sakızı şıkıdım-vari bir şekilde arsız arsız patlatan striptizcinin ardından kararan ekran 40'ların Hollywood'una bir gönderme mi bilmiyorum; ama bu noktadan sonra Johnny'nin kolundaki alçıya ismini yazan kıza yapılan geçişi başarılı bulduğmu eklemek istiyorum. Basit bir kesmeden çok filmin gidişatını ve tonlarını değiştiren bu geçiş sonrasında Johnny'nin kızı Cleo hayatına dahil oluyor. Başta zorunluluktan dolayı başına kalmış gibi görünse de, Johnny'i sıkışıp kaldığı hayattan çıkarıp ona masumiyeti ve saflığı tekrar hatırlatan ve yeni mutluluklar getiren Cleo oluyor.Bu noktada film sevgiyi vurgulamak için kullandığı sıcak tonlarla seyirciyi manipüle ediyor. Mantıklı sorgulamalar yerine duygulara hitap ederek ve Johnny Marco'yu Ferrari'sinden çıkarıp boşluğa doğru hareket ettirerek (kameranın yegane omuz takibi bu sahnede görülüyor), kendince tutarlı bir şekilde filmi sonlandırmayı başarıyor.

Bu pozitif ayrımvcı tutumuna karşın Coppola'nın Johnny Marco'ya dair sempati yaratma çabası sonuçsuz kalıyor; zira hayatta yapılan pek çok seçimin sonucunda geldiği hiçlik noktasından kendisini kurtaracak entelektüel birikime sahip olmayan bu adamın, sahip olduğu ayrıcalıkları kaybedecek cesareti de yok. Bu gerçekçi tavrı filmin artılarından birisi olduğunu ekleyelim.


Filmin ana temasına odaklanmadan önce, basın toplantısı sahnesiyle bir kısmına değindiğimiz Sofia Coppola'nın üslubuna bir göz atalım, zira filmi izlerken Coppola'nın eski filmlerini anımsamadan bir değerlendirme yapmak oldukça zor. Sofia Coppola için, Yeni Amerikan Bağımsızları olarak bir dönem isminin yan yana Wes Anderson kadar göze batan bir üsluptan bahsedemesek de, bir Sofia Coppola filmini ayırt etmemize yarayacak gerek senaryodaki benzerlikler, gerekse kurgu ve hakim renk tonları bakımından elimizde pek çok malzeme mevcut. Öncelikle göze çarpan Coppola'nın sıcak ve parlak tonlarn daimi olarak sevgi ve saflığı aktarmak için kullanması. Bunun pek çok yönetmenin doğal tercihi olduğunu bilyoruz; ama S.Coppola sabit kamerası ve nispeten uzun süreli çekimleriyle bu anları hafızamıza kazımayı başarıyor. Tıpkı yukarıdaki afişte yer alan havuz sahnesi gibi. Virgin Suicides'da Kirsten Dunst'ın gülümsediği sahneler ve Lost in Translation'da Scarlett Johansson'un pembe peruğu gibi, bu filmi izledikten aylar sonra aklımızda kalan imgelerden birisi bu havuz sahnesi olacak gibi görünüyor.

Somewhere filminin Sofia Coppola'nın eski filmleriyle benzerlikleri bununla sınırlı kalmıyor. Virgin Suicides'daki ergenlik çağındaki kızlarla başlayan varoluş sorgulaması ve/ya hiçlik duygusu bu filmde de çok farklı bir adamla ve oldukça farklı koşullar altında yineleniyor. Varoluş vurgusunu yaptım ama sakın ola filmden Bergman veya Antonioni tarzı ciddi bir sorgulama beklemeyin. Bill Murray'i fazlasıyla aramakla beraber, Lost in Translation da yaratılan koşulların Somewhere filmine daha yakın durduğunu sanıyorum iki filmi de izleyen bütün seyirciler fark edeceklerdir. Hayatta hedefsiz kalmanın getirdiği bunalım, doğal yaşam alanının değişmesi nedeniyle gerçekleşen gözlemler(Tokyo'dan Milano'ya: Bu arada Coppola Lost in Translation'da Japonları karikatürize etmesi nedeniyle oryantalizm tartışmalarının içine çekilmesine karşın bu sefer de İtalyanları karikatürize etmekten çekinmemiş), çoğunlukla tercih edilen sabit çekimler ve telefonlardan gelen mekanik kadın sesleri Somewhere'i izlerken aklımın bir köşesinde Lost in Translation'ı yeniden oynatmama sebebiyet verdi.


Somewhere'in senaryosunda önemli payı olan Sofia Coppola'nın filmlerindeki benzerlikler, sanıyorum Coppola'nın otobiyografik filmler çekme isteğinden kaynaklanıyor. Somewhere filmini izlemeden de "Baba" figürünün S.Coppola'nın hayatında oynadığı rolün ne kadar büyük olduğunu tahmin edebiliyoruz. Doğumundan hemen sonra Baba'nın vaftiz sahnesindeki bebek olarak kaderi çizilen Sofia'nın hayatındaki pek çok dinamiğin Francis Ford Coppola'nın etkisinde olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Somewhere filmi bu İtalyan - Amerikan kökenli yönetmen baba kızın ilişkisini bire bir yansıtmıyor belki; ama bu ilişki Sofia Coppola'nın, içine doğduğu çevreden alınan gözlemlerle birlikte bir senaryo oluşturacak birikimi elde etmesini sağlamış.

Coppola'nın olayları karikatürize etmekteki ve imgeler oluşturmaktaki yeteneğiyle kendini izleten; ancak içindeki argümanlara pek de hak veremeyeceğimiz bir film ortaya çıkmış. Somewhere, yeni Amerikan bağımsızlarının tarzını sevenler için görülmeye değer belki; ama film akılda kalacak pek az unsura sahip ve daha çok Sofia Coppola'nın bir barda tanıştığı Hollywood yıldızıyla yaptığı muhabbetten üzerine çok da düşünmeden bir senaryo çıkardığı izlenimini uyandırıyor.

5 Aralık 2010 Pazar

Bursaspor'un Şampiyonlar Ligi Macerası


Başlıkta "Şampiyonlar Ligi Macerası" yazdım çünkü ilk Şampiyonlar Ligi deneyimi Bursaspor için tam bir macera oldu. Daha önce bu konuda yazdığım yazıda gruptan çıkmanın bile hayal olmadığını belirtmiştim ama ne yazık ki Türk futbolu ve Avrupa futbolu arasındaki uçurum Bursaspor'un son haftaya 0 puan ve -14 averajla son sırada girmesini sağladı hem de rakipleri bu kadar kötü durumda yakalamışken. Bursaspor geçen sezon tamamen hakederek bir şampiyonluk kazandı ve maçlarında da genelde bol gollü bir grafik yakaladı özellikle diğer Anadolu takımlarımız gibi bir gol atıp kapanmayarak ve geriye düştüğü maçlarda (örn: 3-2'lik Fenerbahçe ve Beşiktaş maçları gibi) oyunu bırkmayarak maçları çevirmeyi başardı. Ama bu sezona geldiğimizde Süper Lig'in yanı sıra yepyeni bir macera, bir ilk olan Şampiyonlar ligi de vardı. Beklentiler çok büyük değildi ama en azından alınacak puan ya da puanlar önümüzdeki senelerin hazırlayıcısı olacak nitelikteydi ancak ilk 5 maç sonunda atılan 1 gol ve yanilen 15 gol biraz hezimet oldu. Tecrübe eksikliğinden çok geçen sezon yakalanan havanın biraz kaybedilmiş olması en büyük etkendi bence ama şu son Glasgow maçında (bence ilk maçta da biraz istek olsaydı rahat puan alınabilirdi) alınacak puan ya da puanlar önümüzdeki günler ve sezonlar için büyük umut ve moral olacaktır ve en önemlisi de geçen sezon yakalanan takım havasını yakalamak adına atılacak en büyük adım olacaktır.