İtalyan yeni gerçekçiliğinin sembol yönetmenlerinden Luchino Visconti'nin başyapıtlarından olan Leopar(Il Gattopardo), 19. yüzyılda İtalyan toplumunda değişen sınıfsal güç dengesinin portresini, Sicilya'nın soylu prensi Salina'nın gözünden seyirciye aktarır. Orta Avrupa'nın iki henüz birleşmemiş ülkesi İtalya ve Almanya'da, 19. y.y. ortalarında mali gücü elinde toplayan tüccar sınıfı, ticaretin kolaylaşması için kolaylıkla değişmeyen ulusal sınırlar talep etmektetir. Toprağı elinde bulunduran feodalitenin otoritesini yıkmak amacıyla da parlamenter anlayışı desteklemekte, bu şekilde iktidara ortak olacağını hesaplamaktadır.(Oral Sander - Siyasi Tarih, sf. 219) İtalya özelinde bu birleşme özlemi, ulusal kahraman Garibaldi'nin varlığında vücut bulur. Film boyunca Garibaldi'nin hayaleti, yemek sofralarından görkemli balolara, hemen her mekanı dolaşmaktadır.
1860 ylında, Garibaldi'nin kırmızı gömleklileri, Prens Salina'nın yaşadığı Sicilya adasını ele geçirir ve böylece güç dengelerinin değişimi başlar. Savaş sekansında Visconti, sürekli çalan savaş trompetiyle liberallerin tarafında olduğunu belli ediyor. Ayrıca filmin ilk bölümlerinde bireyleri önemsiz kılmak adına, yönetmen sık sık geniş planları kulllanmayı tercih ediyor. Zaten yeni gerçekçiliğin anlatım tarzına uygun şekilde, filmdeki karakterler bireysel özelliklerinden ziyade, ait oldukları toplumsal sınıfların özelliklerini vurgularlar. Feodalite'nin ittifak içierisindeki iki egemen gücü olan aristokrasi ve kilise, film boyunca Prens Salina ve Peder'in ilişkileriyle çözümlenebilir. Prens Salina, dinin kendisine dayattığı kurallardan rahatsızdır; ancak iktidara sahip olabilmek adına kilisenin varlığına ihtiyacı vardır. Karısının dışında bir kadınla beraber olması bu rahatsızlığın bir göstergesidir. Kilise'nin en büyük korkusu da liberaller tarfından mallarına el konulmasıdır, buna karşı aristokrasinin desteğine ihtiyacı vardır; ancak Prens Salina'nın iyi bildiği bir gerçek vardır: Tarihte sonu gelen sınıf kendi ait olduğu sınıftır, kilise bu zorluklara rağmen ayakta kalmaya devam edecektir.
Prens Salina'nın özellikle balo sahnesinde hissedilen ölüm korkusu, aslında aristokrasinin tarih sahnesinden silinmesine yapılan bir göndermedir. Baloda, hepsi kuzen çocuğu olan kızların aşırılıklarının ön plana konulduğu sahnede, kendisi arka planda nefes almakta zorlanmaktadır. Feodalite'nin toprağa bağımlı aile yapısı artık çürümektedir. Kendi iktidarının devamını sağlamak için bir dönüşüme ihtiyaç vardır ve Prens bunun için kendisine yakşıklılığıyla kadınları adeta sarhoş eden yeğeni Tancredi'yi (Alain Delon) varis seçmiştir. Onun sahip olduğu iktidar hırsını kendisiyle özdeşleştiren prens, Tancredi'nin tüccar Don Calogero'nun kızı olan Angelica (Claudia Cardinale) ile evlenmesi sayesinde, yeni egemen sınıf olan burjuvaziye geçişini sağlar. Kendi kızı olan Concetta'yı ise mirası yediye bölüneceği ve eskinin statik yapısını simgelediği için Tancredi'ye uygun bulmaz. Prens baloda, güzelliğiyle iktidarı sembolize eden Angelica ile yaptığı son dansın ardından kızı Tancredi'yle baş başa bırakır, bu arada Tancredi parlamento için gelecek seçimlerde aday olduğunu açıklar. Film, Prens'in karanlıkların içinde kaybolan görüntüsüyle son bulur. "Her şeyin olduğu gibi kalması için her şey değişmiş", eski egemen sınıflar yok olurken, aynı iktidar hırsına sahip yeni bir sınıf, halkın yerine düzene hükmetmenin yolunu bulmuştur.
1860 ylında, Garibaldi'nin kırmızı gömleklileri, Prens Salina'nın yaşadığı Sicilya adasını ele geçirir ve böylece güç dengelerinin değişimi başlar. Savaş sekansında Visconti, sürekli çalan savaş trompetiyle liberallerin tarafında olduğunu belli ediyor. Ayrıca filmin ilk bölümlerinde bireyleri önemsiz kılmak adına, yönetmen sık sık geniş planları kulllanmayı tercih ediyor. Zaten yeni gerçekçiliğin anlatım tarzına uygun şekilde, filmdeki karakterler bireysel özelliklerinden ziyade, ait oldukları toplumsal sınıfların özelliklerini vurgularlar. Feodalite'nin ittifak içierisindeki iki egemen gücü olan aristokrasi ve kilise, film boyunca Prens Salina ve Peder'in ilişkileriyle çözümlenebilir. Prens Salina, dinin kendisine dayattığı kurallardan rahatsızdır; ancak iktidara sahip olabilmek adına kilisenin varlığına ihtiyacı vardır. Karısının dışında bir kadınla beraber olması bu rahatsızlığın bir göstergesidir. Kilise'nin en büyük korkusu da liberaller tarfından mallarına el konulmasıdır, buna karşı aristokrasinin desteğine ihtiyacı vardır; ancak Prens Salina'nın iyi bildiği bir gerçek vardır: Tarihte sonu gelen sınıf kendi ait olduğu sınıftır, kilise bu zorluklara rağmen ayakta kalmaya devam edecektir.
Prens Salina'nın özellikle balo sahnesinde hissedilen ölüm korkusu, aslında aristokrasinin tarih sahnesinden silinmesine yapılan bir göndermedir. Baloda, hepsi kuzen çocuğu olan kızların aşırılıklarının ön plana konulduğu sahnede, kendisi arka planda nefes almakta zorlanmaktadır. Feodalite'nin toprağa bağımlı aile yapısı artık çürümektedir. Kendi iktidarının devamını sağlamak için bir dönüşüme ihtiyaç vardır ve Prens bunun için kendisine yakşıklılığıyla kadınları adeta sarhoş eden yeğeni Tancredi'yi (Alain Delon) varis seçmiştir. Onun sahip olduğu iktidar hırsını kendisiyle özdeşleştiren prens, Tancredi'nin tüccar Don Calogero'nun kızı olan Angelica (Claudia Cardinale) ile evlenmesi sayesinde, yeni egemen sınıf olan burjuvaziye geçişini sağlar. Kendi kızı olan Concetta'yı ise mirası yediye bölüneceği ve eskinin statik yapısını simgelediği için Tancredi'ye uygun bulmaz. Prens baloda, güzelliğiyle iktidarı sembolize eden Angelica ile yaptığı son dansın ardından kızı Tancredi'yle baş başa bırakır, bu arada Tancredi parlamento için gelecek seçimlerde aday olduğunu açıklar. Film, Prens'in karanlıkların içinde kaybolan görüntüsüyle son bulur. "Her şeyin olduğu gibi kalması için her şey değişmiş", eski egemen sınıflar yok olurken, aynı iktidar hırsına sahip yeni bir sınıf, halkın yerine düzene hükmetmenin yolunu bulmuştur.
Bu evliliğe çok ihtiyacı olan diğer isim de tüccar Don Calogero'dur; çünkü henüz kendini toplumun üst kesimlerinde kabul ettirememiştir. Don Calogero'nun, Prens'in verdiği yemeğe katılırken merdivenlerden yukarı çıktığı ve Prens'in onu merdivenlerin sonunda beklediği, bu arada aile üyelerinin, Calogero'nun üst tabakaya uygun görülen beyaz frak ile yemeğe katılmasıya dalga geçtiği sahnede, aristokrasinin statü olarak hala burjuvazinin üstünde olduğu vurgulanır.
Prens Salina yeni oluşan tüccar sınıfından nefret etmektedir, onların yemek sofralarındaki ölçüsüzlüğünü ve etrafındaki her şeyi para ile ölçmelerini görgüsüzlük olarak görür. Kendi sınıfını "leopar ve aslan" olarak görürken, yeni sınıfı ise "çakal ve sırtlanlar" ile özdeşleştirmektedir; ancak değişimin gücüne karşı koyamayacağının da farkındadır. Bu nedenle yapılan oylamada birleşik İtalya'ya evet oyu verir ve kendisine yapılan parlamenterlik teklifini reddeder; hem değişimin diyalektiğine yenik düşen sınıfının artık yok olacağını görmüştür, hem de değişimden duyulan büyük heyecana karşın her şeyin eskisi gibi kalacağını bilmektedir. Değişimin kurbanı olan yine koyun ile simgelenen halktır, değişimin dahi değiştiremeyeceği daimi gerçek de yoksulluktur. Marksist ideolojinin de savunucusu olan Visconti, bu sınıfsal değişim hikayesindeki umutsuzluğunu, dramatik bir hikaye ile seyirciye aktarmayı başararak, seyirciye 3 saat süren unutulmaz bir filmi miras bırakmıştır.
Prens Salina yeni oluşan tüccar sınıfından nefret etmektedir, onların yemek sofralarındaki ölçüsüzlüğünü ve etrafındaki her şeyi para ile ölçmelerini görgüsüzlük olarak görür. Kendi sınıfını "leopar ve aslan" olarak görürken, yeni sınıfı ise "çakal ve sırtlanlar" ile özdeşleştirmektedir; ancak değişimin gücüne karşı koyamayacağının da farkındadır. Bu nedenle yapılan oylamada birleşik İtalya'ya evet oyu verir ve kendisine yapılan parlamenterlik teklifini reddeder; hem değişimin diyalektiğine yenik düşen sınıfının artık yok olacağını görmüştür, hem de değişimden duyulan büyük heyecana karşın her şeyin eskisi gibi kalacağını bilmektedir. Değişimin kurbanı olan yine koyun ile simgelenen halktır, değişimin dahi değiştiremeyeceği daimi gerçek de yoksulluktur. Marksist ideolojinin de savunucusu olan Visconti, bu sınıfsal değişim hikayesindeki umutsuzluğunu, dramatik bir hikaye ile seyirciye aktarmayı başararak, seyirciye 3 saat süren unutulmaz bir filmi miras bırakmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder