29 Eylül 2010 Çarşamba

Bursaspor - Rangers



İlk olarak Bursaspor ile ilgili ilk Şampiyonlar Ligi yazımı ancak 2. maça yetiştirebildiğim için duyduğum üzüntüyü dile getirerek başlamak istiyorum. Çeşitli nedenlerden dolayı uzun süre ayrı kaldığım blogumuza sonunda bu maç ile geri dönebildim. Öncelikle bir Şampiyonlar Ligi yazısında Bursaspor'dan bahsetmenin bile gerçekten çok büyük bir gurur olduğunu söylemek istiyorum. Çok uzun bir geçmişte değil, geçen sezon başına bile döndüğümüzde şu an ki noktaya ulaşılması imkansızdı ama biz şu anda rüya gibi bir macera yaşıyoruz ve guruplardan dahi çıkamasa da sadece katılarak bile ülke tarihinde bir ilki gerçekleştiren ve bu gururu ülkemize yaşatan Bursaspor'a sonsuz teşekkür ediyoruz.

Bu akşamki maça gelirsek; ilk maçta da gördüğümüz gibi en büyük eksiğimiz tecrübesizlik. Valencia maçındaki ilk iki komik gol olmasaydı puan ya da puanlar çok rahat kazanılabilirdi ancak takımın genç ve başarıya aç olması ve her maçın daha da tecrübe katacağı kesin olduğu için bu da her maç için daha da umutlandırıyor bizleri. İlk maçtaki savunma hataları azalırsa ve Volkan ile Ozan'ın gösterdikleri çabaya Sercan'ın da katkıları eklenirse bu akşam Glasgow'dan puan ya da puanlarla dönmek hem de Rangers'ı bu kadar kötü yakalamışken hiç de zor olmayacak diye umuyorum ve Bursaspor'dan yeni timsah yürüyşleri bekliyorum...

28 Eylül 2010 Salı

1. Yaşımız Kutlu Olsun



Lucky - Radiohead

i'm on a roll,
i'm on a roll this time,
i feel my luck could change.
kill me sarah
kill me again with love.
it's gonna be a glorious day.

pull me out of the aircrash,
pull me out of the lake,
cause i'm your superhero
we are standing on the edge

the head of state has called for me by name
but i don't have time for him
it's gonna be a glorious day
i feel my luck could change

pull me out of the aircrash,
pull me out of the lake
i'm your superhero
we are standing on the edge

Blogdaki ilk yazımın üzerinden tam bir yıl geçmiş. Bugün, ikinci yılımızın ilk gününün tam da benim Hamburg yolculuğumun öncesine gelmesi manidar oldu. Bir yıl önce hayatımıza keyifli bir şeyler katmak, yorucu geçen günlerimizde havamızı değiştirmek adına bloga başlayışımızın bir yıl sonrasında, bazılarımızın hayatında da köklü değişiklikler oldu. Hayata dair aldığımız bu yeni kararlar umarım hepimize mutluluk getirir. Bu yıl içinde benzer kararlar almak zorunda kalacak olan arkadaşlara da şimdiden sabır diliyorum.

1. yıl kutlamamıza Radiohead'in hüzünlü ve muhteşem Lucky şarkısını koymamın altında çok fazla anlam aramayın, sanıyorum bu kutlama işlerinden fazla anlamıyorum. Hayatta şansa fazla inanan biri değilimdir, şans diye bir şey varsa da sahip olduğum pek çok şey yüzünden oldukça şanslı olduğumu biliyorum. Sanıyorum bu satırları yazdığım bu küçük blog da beni hayatta şanslı kılan ayrıntılardan birisi. Bu blogu ayrıntının ötesine geçiren ise içinde barındırdığı dostluklardan yayılan samimiyet hissi. Neyse fazla uzatmayayım, hala şanslı olduğum(uz)a inanmayanlar varsa Bosna savaşı sırasında çekilen bu klibi lütfen bir kez daha izlesinler.

Ama eğer şanslı olmak "gerçekleşme olasılığı düşük olan ve kişiyi mutlu edecek olayların sıklıkla yaşanması" anlamına geliyorsa, bu yeni yolculuğumda şanslı olmaya fazlasıyla ihtiyacım olacak, bu duruma bir itirazım yok.

Blogu açtığım gün yazdığım yazı şu şekilde sonlanıyor: "Şimdiden emeği geçen ve geçecek olan herkese ve bu düşüncemi hayata geçirirken beni yalnız bırakmayan kardeşlerime teşekkür ederim". Bir yıl sonra, bu söylediklerimin hepsinin arkasında durduğumu söyler, buraya emek verip iki satır karalayan herkese tekrar teşekkürlerimi sunarım. Ama öyle sanıyorum ki burayı adam akıllı bir blog haline getiren moist'a buradan ayrı bir teşekkür göndermeme kimsenin bir itirazı olmaz. Diğer arkadaşlar bu satırlardan sitem ettiğimi düşünmesinler, dediğim gibi iki satır yazan herkese katkıları için müteşekkirim. Bloga yazar olan herkesin kendi başlarına birden fazla blog yazacak kadar potansiyelli olduklarının da farkındayım. Ben her sabah sizlerin düşüncelerinizi paylaşmak amacıyla buraya bir iki satır karaladığınızı görmek için aynı umutla bekliyor olacağım. Anlayacağınız yolculuğumuz iki kıta ve üç ülkeden devam edecek Bön Libero ekibi, birinci yaşımız hepimize kutlu olsun.



moist'tan ekleme: çok teşekkürler abicim, hem sana hem de emeği geçen herkese. ama müzik eşliğinde okuyunca bi fena oldu içim. ben de kendi videomu ekliyim istedim. inşallah nice senelere, saldır galatasaray :)

27 Eylül 2010 Pazartesi

Kralsın...


Uzun süre sonra rahat, stressiz ve mutlu bir maç izleme fırsatımız oldu. Duran toptan yenen gol sinirlerimizi biraz bozsa da, bu takımın 4 hafta üst üste maç kazanacağını söyleseler, inanmazdım.

Maçın hemen başından itibaren methiyeler düzmeye başladığım kralımız Baros, oyundan çıkana kadar pırıl pırıl parladı. Her yerde kalışında yüreğim ağzıma geldi, sakatlandı sakatlanacak diye. Sonunda zaten nazarımız değdi kendisine... Haftaya Baros yokluğunda nasıl bir kabızlık çekecek bu takım, göreceğiz.

Peki takımdaki gözle görülür değişimin sebepleri neydi? En büyük sebep haftalardır sağ beksiz oynayan takımın Ali Turan'dan kurtulması. Serkan'dan uzun vadede bir şeyler beklemek için hala çok erken de olsa dün oynadığı oyun takıma 2 gol getirdi. Ben bu takımda kafasını kaldırıp, içeride kim var kim yok diye bakan, ortasını da ondan sonra yapan bir sağ bek izlemeyeli çok zaman geçmiş. Pozisyonunu kaybettiği anlarda hemen geriye koşarak yerini aldığını, defansif anlamda da takımı geride eksik bırakmadığını not etmek lazım.


İkinci olarak aylardır yokları oynayan Ayhan'ın sıradışı bir patlama yapması. Top da kazandı, pas da dağıttı. Serkan gibi Ayhan'ın da bir süreklilik göstereceğini zannetmiyorum, ama Mustafa ve Barış'a muhtaç bırakmamasını umuyorum.

Üçüncü etken ise Lorik Cana. Mustafa'dan fersah fersah daha iyi bir oyuncu. Topu ıskalayıp az daha gol yediriyordu ama özellikle topsuz oyunda Mustafa gibi milleti seyretmek yerine topa basıyor hemen. Ayrıca ıskaladığı topta da topun savunmadan sekmesi nedeniyle kontürpiyede kaldı. Zaten Cana çıkıp Mustafa oyuna girdiğinde iki Galatasaray arasındaki farkı çok açık bir şekilde gördük. Ernst gibi yaratıcı bir oyuncu olmadığı bir gerçek. Ama Mustafa'nın kırk yılda bir -o da şansına- atacağı ara pası maçın başlarında Baros'a vererek kralı gol pozisyonuna sokuverdi. Cana'yla ilgili tek endişem sezon boyunca bir hayli kart görecek olması. 1-2 kırmızı kart Cana için çok iyimser bir tahmin olacak gibi.

Baros ise her zamanki Baros'tu aslında. Ama takım çalıştı mı Baros da çalışıyor. Seviyorum seni be kral.

Beni çıldırtan iki isim ise Aydın ve Pino'ydu. Pino'nun Serkan'a attığı topuk pası dışında hiçbir faydalı hareketi yoktu. Pino'yu beğenen birçok taraftar var ama Pino yerine Keita'yı izleyebilsek, bu takım kimbilir kaç gol atacaktı dün akşam....

Aydın'a ise geleneksel Türk spor medyası diliyle seslenmek istiyorum. "Aydın futbolcu değil", "Ben de oynasam ancak o kadar oynarım", "Bank Asya'da bile oynayamaz."

Gelecek haftalar ile ilgili umutlu muyum? Değilim. Baros Karabük maçında yok. Mehmet Batdal sakat. Santrfor olmayan santrforla çıkıp, kanserlerden kanser beğeneceğiz yine. Aydın'ın yerine sol kanadı bir an önce devralması gereken Arda da muhtemelen oynamayacak. Takımın güven vermemesinin en büyük sebebi ise Ayhan ve Serkan gibi isimlerin bu seviyeyi koruyacağının hiçbir garantisi olmaması.

Son olarak da çok eleştirilen Insua'nın banko oynaması gerektiğini söyleyeyim. Çünkü alternatifi Hakan Balta'nın ne vaziyette olduğu ortada. Misimoviç ise maçın sonlarına doğru hareketlenip biraz umut verdi. Zaten maç boyunca atmaya çalıştığı ince düşünülmüş ara pasları nasıl bir yaratıcılığı olduğu hakkında fikir veriyor. Fizik olarak çok parlak bir oyuncu olmadı hiçbir zaman, ama sanki birazcık göbek var şu anda... Ha gayret be Misi.

Kral'a selamı çakıp, yazıyı bitireyim. Umarım vakit bulur ve daha çok yazarım. Bunun Insua'sı, Neill'ı, Ufuk'u, Elano'su, Serdar Özkan'ı var, ama gel gör ki vakit yok.

Philips Stadion'a dev ekranlardan Galatasaray atkısı sallayan moist Eindhoven'dan bildirdi. Görüşmek üzere.

NTV Spor Notları


NTV Spor'un, uğruna Almanya gidişini ertelediğim (tabii Beşiktaş maçı olmasa gidişi ertelemezdim o ayrı) izleyici toplantısından çıkardığım notları paylaşmanın vaktidir. Fuat Akdağ, Mehmet Demirkol, Ercan Taner, Mert Aydın, Haluk Yürekli, Murat Caner, Burcu Esmersoy, Sine Büyüka gibi tanınan isimlerle yapılan toplantıya 70 kadar kişi çağrıldığı için benim beklediğim verimlilikte geçmese de, hem fikirlerimi bu ekiple paylaşabilmek hem de onlardan bazı bilgiler almak yeterince tatmin ediciydi. Öncelikle kendi konuşmam ve karşılık olarak aldığım cevaplar:

Kendimi tanıtırken ODTÜ elektrik elektronik mühendisliği isim tamlamasını kullanmam üzerine Ercan Taner'in "Allah sabır versin" demesi okulumuzun haklı şöhretini bir kez daha gözler önüne serdi. Blog yazarlarının konuşmaya başlarken bloglarının isimlerini vermelerini istedikleri için Bön Libero markasını da NTV Spor ailesiyle buluşturmuş oldum. Burcu Esmersoy'un "önlibero mu?" sorusu ve benim "bön" düzeltmemin Mehmet Demirkol'u güldürmesi blog muhabbetini sonlandırdı.

Kanal ile ilgili ilk eleştirim programlarda oyuncuların ve spor dünyasındaki diğer isimlerin ekranlarda çok az yer almasıyla ilgiliydi. Yazıda gönderdiğim "Rijkaard'la Mustafa Sarp'sız 4-3-3'süz bir Euro 88 programı yapılamaz mı?" sorumu yineledim. Mehmet Demirkol ve Ercan Taner'in onaylayan bakışlarıyla işler yolunda gidiyordu; ama Fuat Akdağ'ın toplantının ilk bir buçuk saatlik dilimindeki gereksiz yere uzayan "Rıdvan şöyle, Sergen böyle" muhabbetine olan haklı sitemini benim konuşmamın arasında dillendirmesi talihsizlik oldu.

Bu nedenle Champions derigisine benzer bir formatta yapılmasını istediğim taraftar hikayeleriyle ilgili bir programı anlatma fırsatı bulamadım. Taraftar hikayelerine yer verilsin önerim Euro 2008'de benzer bir program yapıldığı söylenerek geçiştirildi; ama bahsettiğim kameranın dakikada bir ondan ona çevirildiği ve "maçı kim kazanır" sorusunun sorulduğu türden bir program değildi. Konuşmamın sonunda geçtiğimiz ay sonu Borges'in bloguna taşıdığı Dersimli Deniz Naki konusu ile ilgili bir program yapmayı düşünüp düşünmedikleri sorusuna ise tatmin edici bir yanıt alamadım. Bu noktada Ercan Taner bana "Sizce sporda politika olmalı mı?" diye bir soru yöneltti, cümlesini de "Bence olmamalı mesela" diyerek bitirdi. Benim yanıtım ise beni tanıyanların tahmin edebileceği gibi "Sadece sporda değil hayatın her alanında politika vardır ve olmalıdır da" şeklindeydi. Aslında o anda Fransa 98 ve Almanların Türk asıllı oyunculara yönelik "politika"ları üzerine de konuşmayı düşündüm; ama 70 kişinin görüşlerini 2 saate sığdırmaya çalıştığını bildiğim için diğer insanların vakitlerinden çalmamak gerektiğine karar verip teşekkür ederek mikrofonu diğer arkadaşlara bıraktım.


Verilen arada Ercan Taner ve Burcu Esmersoy Spor Aşkı programını sunmak için ayrıldılar. Bu sırada Mehmet Demirkol ile yukarıda gördüğünüz fotoğrafı çektirirken, ona Ercan Taner'in neden sporda politika olmaması gerektiğine inandığını sordum. Mehmet Demirkol'un cevabı beni ikna etmeye yetti: "Eee, Ercan Abi TRT ekolünden tabii".

Oyuncuların hikayelerini aktarmak konusunda NTV Spor'un projeleri olduğunu; ancak kulüplerin kanala çok ciddi engeller çıkardığını bu toplantıda öğrenmiş oldum. Haluk Yürekli'nin verdiği Kewell örneği gerçekten çarpıcıydı. Haluk Yürekli'nin anlattığına göre NTV Spor ekibi geçtiğimiz yıl Çanakkale Savaşı'nın yıldönümünde Avustralyalı Kewell ile ANZAC'lardan ötürü Çanakkale'de bir çekim yapmaya karar veriyor; ancak Galatasaray kulübü helikopterle götürülüp getirilecek olan Kewell ile program yapabilmesi için NTV Spor'dan tam 500.000 dolar talep ediyor. NTV Spor'un gayet mantıklı olarak bu işten vazgeçmesi üzerine de GS TV aynı programı devre arasında gelen Lucas Neill ile yapmaya karar veriyor. Konu hakkında yorumu size bırakıyorum. Diğer kulüplerin de NTV Spor'a aynı şekilde zorluklar çıkardığını anladığımı da eklemem gerekiyor.

Sergen'in 10 dakika içinde zıt şeyler söylemesine karşın içi dışı bir olduğundan ötürü kanalda tutulduğu, Cem Dizdar ve Kanat Atkaya'lı güzel programın reytingleri o kadar güzel olmadığı için kaldırıldığı, Burcu Esmersoy'un ciddi derecede hipermetrop olduğu ve önündeki notları okumakta zorlandığı, Sine Büyüka'nın Galatasaray taraftarı olduğu (Bunu "yorumlarınızda Fenerbahçeli olduğunuzu bu kadar belli etmeyin" diyen arkadaşa cevaben söyledi ve yorum yapan arkadaşın surat ifadesi görülmeye değerdi), Mehmet Demirkol'un 3 yıl önce ODTÜ'de verdiği "Gökhan Zan'ı Arsenal istedi" örneğini vermeye ısrarla devam ettiği, Kaan Kural'ın iyi yorumcu olduğu ama çok fazla konuştuğu için milli maçlarda yorum yapmamasına karar verildiği toplantıda öğrendiğim diğer bilgiler arasındaydı. Murat Kosova'da NTV Spor'a dönüyormuş cümlemize hayırlı olsun. Fotoğrafı niye Burcu Esmersoy'un yerine Mehmet Demirkol ile çektirdiğimi soranlar varsa da aşağıdaki fotoğrafa bakıp Burcu Esmersoy ile fotoğraf çektirme kuyruğunu tahmin etmelerini istiyorum.


Bu fotoğrafta beni bulabilen ilk arkadaşa da benden bir bira hediye.

24 Eylül 2010 Cuma

Hayat yaşanmıyor ki senle olmadan


Gittim sananlar için son bir notu bloga düşmek istedim. Evet yarın saat 11 itibariyle yoldayım; ama Hamburg için uçakta değil, İstanbul için otobüste olacağım. Pazar günü NTV Spor'un izleyici buluşması davet edildiğimden bu yana içim içimi yediğinden en sonunda Hamburg biletimi çarşamba gününe erteleyip İstanbul yollarına düşmeye karar verdim. Zaten Eylül başından beri herkese teker teker veda ederken Beşiktaşımı es geçmek olmazdı. Cumartesi akşamı için Yeni Açık'ta yerimi ayırttım, pazar günü de NTV spor toplantısına katılıyorum. Pazartesi itibariyle yeniden Ankara'dayım. Şimdiye kadar benimle vedalaşan herkese en içten teşekkürlerimi sunarım, vedalaşamadıklarım için ise pazartesi son bir fırsatımız olduğunu hatırlatmak istiyorum (Ey blog ahalisi!)

Yarın yol boyunca aklımda tek bir tezahürat olacak: Henüz ezberime alabildiğim "gücüne güüüç katmaya geldik, formanda teeer olmaya geldik". Tezahürat İnönü'de yankılanmaya başladığı vakit ise tüylerim diken diken olacağından adım gibi eminim. Vedaya son bir şans bulduğum için oldukça mutlu olmama karşın, tezahüratın "Hayat yaşanmıyor ki senle olmadan" kısmına geldiğimde ise eylülün en hüzünlü vedalarından birini yapmakta olduğumu hatırlayacağım.

NTV Spor'a yazdığım yazı


Geçtiğimiz haftalarda NTV Spor'un kanala ilişkin eleştirilerini düzgün şekilde gönderen izleyicileriyle buluşma vaadini gördüğümde herhangi bir beklentim olmadan yazdığım yazı bana pazar günü için NTV Spor'a bir davet kazandırdı. NTV Spor'a gönderdiğim yazıyı bloga da koymaya karar verdim. İşte Hamburg yolculuğumu ertelememin sebebi olan yazı:

"İyi günler,

Öncelikle NTV Spor kanalı eleştirirken tarafsız olmanın benim için zor olduğunu söylemem gerekiyor. 2007 yılında bir aylığına Londra'ya gitme şansım olduğunda, premier league maçlarını izlemek için gittiğim pub'larda SKY sports'un yayınlarını ilk defa görme şansım olmuştu. Yayının altından geçen transfer haberleri, sağ tarafta maçlarda alınan skorların göründüğü ekrandaki her bilgiye bakabilmek için adeta ekrana kilitlenmiştim. Aklımdan ise sürekli olarak "keşke böyle bir kanal Türkiye'de de olsa" diye geçiyordu. Bu yaz benim gibi Londra'ya gitme şansı olanlar ise pub'larda SKY sports için "NTV Spor'un İngiliz versiyonu" yorumunu yapmışlardır. Benim bu hayalimi gerçekleştiren kanala karşı ciddi eleştirilerde bulunmam cidden zor, ama eleştiri ve önerilerimi sıralama fırsatını kullanmak istiyorum.

Öncelikle NTV Spor'a dair isteklerimi maddeler halinde sıralayayım.

1. Sporculara daha fazla yer ayrılsın. Türkiye'de sporun en önemli sorunlarından birinin ter döken sporcularla izleyiciler arasındaki iletişim kopukluğu olduğuna inanıyorum. Taraftarlar oyuncuların hayatlarıyla ilgili çok az şey biliyor. Sporun izleyiciler için en değerli kısmı bizlere bıraktığı hikayelerdir, hikayelerin baş aktörleri de oyuncular. Onların olmadığı bir spor dünyasından sanıyorum yalnızca Türkiye'de bahsedebiliriz. Örneğin İngiltere'de başarılı olan hemen her sporcunun otobiyografisini veya biyografisini bulabilirsiniz. Alex Ferguson'un İşçi Partili olduğunu veya İbrahimoviç'in ilkokulda sınıfın en kötü öğrencisi olduğunu biliyoruz; ama Türkiye'nin sporcularının veya spor adamlarının ve kadınlarının hakkında hemen hiçbir bilgiye sahip değiliz. Bunu aşmak için oyuncularla maçların dışındaki hayatlarını yansıtan röportajlar yapılabilir. Örneğin Arda Turan bizi bir gün İstanbul'da gezdirsin. Nerede yemek yer, hangi filmleri izler görelim. Champions dergisinin Haziran/Temmuz 2008 sayısında bahsettiğim röportajın bir benzerinin Fenerbahçeli Alex ile İstanbul hakkında yapıldığını görebilirsiniz. Bunu görsel hale getirmek çok daha etkileyici olabilir. Sadece İstanbul değil tabii ki, Cangele'yle Kayseri'yi, Barış Ermiş'le Bandırma'yı, Hamit ile Münih'i tanıyalım. Hepsinden önemlisi de oyuncuları tanıyalım. Kim olduklarını, hayattaki tercihlerini öğrenelim.

2. Genç yaş turnuvaları yayınlansın. İlk olarak milli maç yayınlarını alan NTV'nin ümit milli takım maçlarını da yayınlayarak işe başlamasını ümit ediyorum. Yeni sporcular yetiştirmek konusunda son yıllarda ciddi bir sıkıntı yaşadığımız ortada. Oyuncuları pek çok kişinin takip etme imkanı bulması oyuncuları daha iyi motive edebilir. Ayrıca artık dünya futbolunda pek çok yıldızın U-19 ve U-17 turnuvalarından çıktığını göz önüne alırsak ülke olarak da oyuncularla ilgili daha iyi bir bilgi birikimine sahip olabiliriz. Genç yaş turnuvaları sadece futbolda değil; basketbol, voleybol gibi diğer sporlar için de geçerli.

3. Daha az yorum, daha fazla hikaye. NTV Spor'un Rıdvan Dilmen'li, Sergen Yalçın'lı, Mustafa Doğan'lı yorum programlarını izlemek oldukça keyifli; ancak bir yere kadar. Maç öncesinde, maç arasında, maçın hemen sonrasında ve hafta başında saatlerce aynı konuların konuşulduğu programlara gerek olduğuna inanmıyorum. Bir örnek vermek gerekirse geçtiğimiz hafta oynanan Fenerbahçe Trabzonspor maçına dönelim. Maçın öncesinde kadrolar açıklanana kadar Alex ile ilgili yorumlar yapıldı, sonra kadrolar açıklandı ve Alex'in kadroda olmadığı anlaşıldı. Alex'siz ne yapar ne eder konuşmalarından sonra maçı Fenerbahçe kaybedince "Alex niye oynamaz, Alex niye daha önce girmez" diye bütün bir hafta sonu 5-6 saate varan konuşmalar yapıldı. Eminim karısı bile hafta sonu Alex'i bu kadar çok anmamıştır. Eğer aynı maç Sky Sports'da yayınlansaydı, maç öncesinde yapılan programda konuşulan tek bir isim olurdu: Mert Günok. İlk resmi maçına çıkacak olan bu kalecinin hayat hikayesi bütün detaylarıyla seyirciyle paylaşılırdı; çünkü maçın hikayesi Mert Günok'du, Alex değil. NTV Spor'un maç yorumları yapmak adına maçın hikayelerini ıskaladığını düşünüyorum. Basit bir ayrıntı gibi görünse de, oyuncuların günlük kazanma ihtiyacımızı karşılayan makinelerden ziyade kendi hikayelerini yazan insanlar olduğunu öğrenmemiz gerekiyor.

4. Türkiye'ye gelen isimlerin tecrübeleri izleyicilere aktarılsın. Türkiye'ye gelen onlarca önemli futbol figürünün hiç birisinin kayda değer bir röportajını hatırlamıyorum. Yıllardır sol bek çıkarmakta sıkıntı çeken Türk futbolunda, tarihin en iyi sol beki Roberto Carlos ile bu konuya dair bir röportaj yapılmaması bilgiye ne kadar az değer verdiğimizin bir kanıtı. Bari elimizdeki isimleri kaçırmayalım. En azından birileri (tercihim Ercan Taner) Frank Rijkaard ile Euro 88 hakkında bir röportaj yapsın lütfen. İşin içine Mustafa Sarp'ı, 4-3-3'ü katmadan Avrupa Şampiyonu olmanın ne anlama geldiğini dinleyelim.

5. NTV Spor dergisi çıksın. Söz uçar, yazı kalır. Pek çok spor dalında bilgili bu kadar çok insanın bir araya gelidiği bir platform Türkiye'nin spor kültürünü geliştirmek adına böyle bir hamle yapmalıdır. Dergi formatı için Champions dergisi örnek olabilir. Mesela Andre Santos ile yapılan bir röportajdan yola çıkarak Brezilya'nın 4'lü defansı nasıl icat ettiğinin ve 4-2-2-2 dizilişinin tarihçesi anlatılabilir. Böylelikle Elano'nun Brezilya'da sağ açık olarak oynamadığı da herkes tarafından anlaşılır. Kulüplerin tarihçeleri ve sporun içindeki pek çok ilginç hikaye ve tartışma böyle bir dergide toplanırsa NTV, tarih ve bilim dergilerinden sonra oldukça faydalı bir işin altına daha imza atmış olur.

Spor kültürünün gelişmesinde ciddi sıkıntılar yaşayan Türkiye'de sporun anlamını ve ruhunu daha iyi tanıtmak görevini NTV Spor layıkıyla yerine getirmekte. Yukarıda bu anlamda yeni adımlar atabilmek adına aklıma gelen önerileri sundum. Vakit ayırdığınız için teşekkür ederim.

Doruk Şahinel"

19 Eylül 2010 Pazar

Pablo Neruda - Kuruntular Kitabı


DENİZ KIZI İLE SARHOŞLARIN MASALI

Bütün herifler içerdeydi
girdiğinde o çırılçıplak
herifler içiyordu, ona tükürmeye başladılar
daha yeni çıkmıştı nehirden, bir şey anlamıyordu
yolunu yitirmiş bir deniz kızıydı
küfürler aktı parıldayan teninde
açık saçık sözler yağdılar altın memelerine
ağlamadı çünkü bilmiyordu ağlamayı
çıplaktı çünkü bilmiyordu giysileri
dağladılar gövdesini sigaralar, yanık mantarlarla
yuvarladılar meyhanede kahkahalar atarak
konuşmadı çünkü bilmiyordu konuşmayı
uzak bir aşkın rengindeydi gözleri
kolları ikiz safirlerdi
dudakları titriyordu mercan ışığında
sonunda çekip gitti kapıdan
güçbela girdiği nehirde tertemiz oldu
yağmurda beyaz bir taş gibi pırıl pırıl yine
yüzdü bakmadan arkasına
yüzdü hiçliğe, yüzdü ölümüne.

Pablo Neruda

20. yüzyılın efsane şairlerinden Pablo Neruda'nın Kuruntular Kitabı Can Yayınları tarafından piyasaya sürüldü. Bu giriş cümlesinde yıllarca sosyalizmin bayraktarlığını yapan Pablo Neruda ile piyasa kelimelerini yan yana getirmek ne kadar beni rahatsız etse de, onun şiirlerini okuma fırsatı verdiği için Can Yayınları'na teşekkür etmem gerekiyor. Neruda'nın sosyalist söylemlerinden ziyade aşk, yalnızlık, gurbet gibi temalara ağırlık verdiği kitapta onun mizah anlayışını sevenler için de bolca keyif veren malzeme mevcut.

Şiirlerin okuyucusuyla arasında kurduğu bağın romanlara, filmlere göre daha kişisel olduğuna inandığım için kitapla ilgili uzun bir yorum yazmaya gerek görmüyorum. Yukarıya taşıdığım "Deniz Kızı ile Sarhoşların Masalı" şiirini sevdiyseniz kitabın geri kalanını da okumanızı tavsiye ederim. "Uzak bir aşkın rengindeydi gözleri", böyle dizeler yoruma gerek bırakmıyor zaten. Neruda'yı sevenlere Il Postino filmini de tavsiye edip yazıyı sonlandırıyorum.

18 Eylül 2010 Cumartesi

Türkiye 2010: 12 Dev Adam


Bütün ülkenin hafızasında güzel anılar bırakan 2010 FIBA Dünya Şampiyonası'nı 5 gün önce sonlandırdık; ama değerlendirmeler bugüne kadar sarktı. Son değerlendirmemde gümüş madalyayı boynuna takan ve takım sporları tarihimizin en büyük başarısını elde eden 12 Dev Adamımız hakkında bir şeyler karalamak istiyorum.

#4 Cenk Akyol: Onun hakkında söylenmesi gerekenleri Tanjevic milli takım kadrosunu açıkladığı gün zaten söylemişti. "Ben onun gelişimine devam etmesi için önerilerde bulunurken, o menajerlerini dinleyip daha çok paraya daha az süre almayı tercih etti." diye Cenk'e sitemde bulunmasının en büyük sebebi kuşkusuz Cenk'e dair yüksek beklentilerdi. SLAM dergisi için İbrahim Kutluay ile birlikte yaptırdığı çekimi ve Cenk'in İbo'nun veliahtı ilan edildiği o günleri hatırladıkça üzülmeden edemiyorum. Cenk, bütün kredisini tüketmesine rağmen 2010 kadrosuna dahil edildi; ama kritik maçlarda hiç süre almadığı turnuvada, as oyuncuların dinlendiği dakikaları doldurma görevini üstlendi.

#5 Sinan Güler: Bu turnuva boyunca kafamı kurcalayan bir soru var. Bu turnuvada milli takım seviyesinde Avrupa'nın en başarılısı olan millilerin çekirdeğini oluşturduğu Efes Pilsen ve Fenerbahçe Ülker nasıl oluyor da yıllardır bırakın final four'u, son 16'ya kalmak için dahi ecel terleri döküyorlar. Sinan Güler özelinde bu sorunun yanıtı belli: Efes Pilsen'de dakika almıyor ki takıma katkı yapabilsin. Her zmaan bilinen savunma azminin yanında özellikle Fransa ve Slovenya maçlarındaki skor katkısını gören Ergin Ataman'ın başını taşlara vurduğuna eminim. Eski bir Beşiktaşlı olduğu için özel bir sempatimin de olduğu Sinan'ın milli takıma verdiği katkının bir benzerini bu yıl Efes'e de vermesini bekliyorum.

#6 Barış Ermiş: Engin Atsür'ün şanssız sakatlığının üstüne bedavadan gümüş madalya kazandığını düşünebilirsiniz; ama Barış'ın bu madalyayı kazanmasının arkasında çalışma azminin de önemli payı var. Turnuva boyunca o da Cenk gibi yalnızca "garbage time" da forma buldu; ama Efes'te gözden düşmesinin ardından yeniden çalışıp bu yıl Orhun Ene'nin çalıştırdığı Banvit'te yeniden kendini bulan Barış'ın çalışma azminin ve doğru insanla (Orhun Ene) çalışmasının karşılığını gümüş madalya olarak aldı. Bu arada 2006'da oyun kurucu olarak ilk beş başlayan bir Hakan Demirel vardı, n'oldu ona?


#7 Ömer Onan: Milli takıma pek çok yıldız kazandıran 1979 kuşağının önemli isimlerinden birisi de spikerimizin tabiriyle Ömerrrronan. Kendisine verilen bütün görevleri eksiksiz yerine getirdi. Önce Yunanistan maçında tamamen savunmaya odaklanıp kafası karışık Spanoulis'i sahadan sildi, sonrasında ciddiye almadığımız Porto Riko maçının ilk çeyreğinde dış şutlarıyla takımı maçta tuttu, Sırbistan maçında penetreleriyle faul çizgisine gelip kolay sayı buldu. Onsuz geçen turnuvalar için Tanjevic'e boşuna sitem etmediğimiz de böylece ortaya çıktı. Neyse ki hedef turnuvada Tanjevic bu hatasından döndü ve Ömer de verdiği emekle gümüş madalyayı sonuna kadar hak etti.

#8 Ersan İlyasova: Ersan bir 4 numara olarak her takımın sahip olmak isteyeceği türden bir oyuncu. Dış şut tehdidi, penetre üzerinden sayı bulabilmesinin yanında ribauntlara yaptığı katkıyla uzun forvetten bütün beklentilerinizi karşılıyor. Bir iki eksiğini de geliştirirse iki üç yıl içinde takımımızın en büyük yıldızı olması muhtemel görünüyor. Bu bir iki eksiğinden birisi fizik olarak Sırp ve ABD'li forvetlere göre zayıf kalması. Bunun üstesinden gelebileceğine inanıyorum; ama oyuncu olarak bir seviye atlayabilmesi için oyun görüşünü geliştirmesi ve pota altından daha kolay basketlere ulaşabilmesi gerekiyor. Ersan bu turnuvada büyük potansiyelinin sinyallerini 26 sayılık Yunanistan maçında herkese göstermeyi başardı. Canlı izlediğim bu performans için onun önünde bir kez daha şapkamı çıkarıyorum.

#9 Semih Erden: Milli takım tarihinin en değerli posteri yarışması açılır ve Semih Erden'in Sırbistan maçının son saniyesinde yaptığı blok aday olursa birinciliği kimseye kaptırmayacağına eminim. Bu bloğun yanında takıma savunmada ve skor üretiminde yaptığı katkıyla benim beklentilerimi en fazla aşan isim Semih Erden oldu. 2-1-2 savunmasının temel direği olarak zaman zaman Ömer Aşık'tan da daha iyi performans gösteren Semih'in sırıttığı tek karşılaşma final oldu. Seneye de NBA'de şansını deneyeceği için bu maç onun için önemli bir uyarı olmalı. Bir de Sinan Güler başlığındaki soruma geri dönmek istiyorum: "Bu adamlar Euroleague'de neredeydi?"


#10 Kerem Tunçeri: 1999 Eurobasket sırasındaki formuyla beklentileri oldukça yükseltmiş; ancak sonrasında ne milli takım, ne Efes Pilsen ne de Ülker formalarıyla bu beklentileri karşılayabilmişti. Sonrasında ona Galatasaray'da ilk defa sorumluluk veren Murat Didin Beşiktaş'ta ona bir kez daha güvendi ve onun güvenini boşa çıkartmayıp siyah-beyazlılara rüya gibi bir sezon yaşatan Kerem soluğu Real Madrid'de almıştı. Tanjeviç 2007 turnuvasında ona şans vermediği için herhalde pişman olmuştur. Neyse ki 1979 jenerasyonunun bir diğer ismi Ömer gibi o da hedef turnuvada unutulmadı ve oyun zekasıyla milli takımımıza büyük katkı verdi. Yetmedi, Sırbistan maçında el yakan son topu zarif bir turnikeyle potanın içine bırakıverdi. Tanjevic ile arasında bir sorun olmadığı da zaten finalin sonundaki kucaklaşmada belli oldu. Yakın arkadaşı Hido ile birlikte turnuvaya damga vuran isimdi.

#11 Oğuz Savaş: Milli takımın kaynağını oluşturan iki jenerasyondan 1987'lilere ait olan Oğuz, genç takımlarda önlerinde göründüğü Semih ve Ömer Aşık'ın ilerleyen yıllarda arkasında kaldı. 2'inci beşin bir parçası olarak görev aldığı dakikalarda görevini hakkıyla yerine getirdi. Özellikle Semih ve Oğuz'a yüksek posttan yaptığı bir kaç asist tadından yenmez güzellikteydi. Takımın faydalı bir parçası olarak uzun yıllar hizmet verecektir; ama ondan da ilerleyen yıllarda daha büyük katkılar bekliyoruz.

#12 Kerem Gönlüm: Takımın ağabeylerinden Kerem Gönlüm'ün verdiği katkı kesinlikle istatistik kağıdında yazanların ötesinde. Şampiyona öncesinde bir yıl basketbol oynamadığı için performansı hakkında şüpheler vardı, üstüne bir de Tanjevic'in onu 3 numara oynatma kararı eklenince soru işaretleri daha da fazla arttı. Bütün bunlara karşın Kerem Gönlüm yüreğini sahaya koymasını bildi, üç numaradan verdiği ribaunt katkısı ve hücumda sıkıştığımız dakikalarda sırtı dönük hücumuyla takımın nefes almasını sağlayan Kerem Gönlüm'e bu yürekten performansı için bir kez daha teşekkür etmemiz gerekiyor.

#13 Ender Arslan: Hazırlık maçlarında sakatlığı nedeniyle kötü bir performans sergileyen Ender, Engin'in sakatlanması nedeniyle Kerem Tunçeri'yi tek başına yedeklemek zorunda kalınca bizlerde bir tedirginlik oluşmuştu işin açıkçası. Bazen 20 saniye boyunca topu sektirmesi nedeniyle sinirlerimizi bozsa da, sonunda 9 metreden attığı üçlükler, penetrelerden bulduğu kolay sayılar ve özellikle Sırbistan karşısındaki iyi performansıyla geçer not almayı başardı. Özellikle rakiplerin yedek oyun kurucularına oranla oldukça ağır bastığı da bir gerçek. Ayrıca yüzüne bakınca inanasımız gelmiyor; ama o da artık takımın ağabeylerinden biri.

#14 Ömer Aşık: Zayıf pota altı olan rakiplere karşı (ki buna Sırbistan ve ABD hariç her takımı ekleyebiliriz) vurduğu smaçlarla "Türkler uçuyor" reklamına pek çok kez selam gönderdi Ömer Aşık. Kerem Tunçeri ve Hidayet gibi oyun bilgisi üst düzey oyuncularla beraber oynadığında skora ne kadar çok katkı verdiğini gördük, buradan onu yıllarca Solomon gibi kendine oynayan bir oyun kurucuya mahkum eden Fenerbahçe yönetimini de anmadan geçmemek lazım. Ömer'in de post-up oyununu geliştirmesi gerektiği bir gerçek (faul konusuna ise hiç girmiyorum). ABD maçında Rudy Gay'e karşı bile zorlanan Ömer'in NBA'de kalıcı olmak için fiziğini de biraz geliştirmesi gerekiyor. Şimdilik bunları kafaya takmayıp gümüş madalyanın keyfini çıkarmak da sonuna kadar hakkı.


#15 Hidayet Türkoğlu: "Bu adamın kaptan olduğu günleri de gördük ya" diyerek yazıya başlamak istiyorum. Kafayı sarıya boyadığı, Mirsad'la kavga ettiği günler dün gibi aklımızda. Tabii 2001'de Almanya'yı tek başına yıktığı maç da. O maçtan bugüne herkes Hidayet'in milli takıma Nowitzki, Gasol ayarında bir katkı yapmasını bekliyordu. Beklentiler de en fazla skor yönünde yoğunlaşıyor; ama Hidayet bu beklentileri karşılayamadıkça strese giriyor, strese girdikçe de milli takımdaki verimi düşüyordu. 2001'deki gümüş madalyanın ardından beyhude geçen yıllarda Hido'nun aklı ancak 2008'de başına geldi ve o sezon NBA'de gösterdiği performansla NBA'in en çok gelişim gösteren oyuncusu ödülünü aldı. O artık mental olarak çok daha olgun bir oyuncu ve yıllardır kendisinden beklenenleri bu yıl skor atmak yerine takımı oynatarak karşılamayı başardı. Teşekkürler Hido, her ne kadar senin potansiyelinin bir Nowitzki, bir Gasol ayarında olduğuna hep inansam da, geç de olsa basketbola daha çok yoğunlaşıp bize güzel anılar bıraktığın için teşekkürler.

Yazın sonunda 12 Dev Adam'ın önünde son kez saygıyla eğilirken, onlardan bir de ricam olacak. Bu takım umarım 2001'deki turnuvadan sonra olduğu gibi kendi evimizdeki büyük başarının ardından turnuvalarda yok olmaz ve başta 2012 olimpiyatları olmak üzere katılabildiği kadar çok turnuvaya katılıp, kazanabildiği kadar madalyayı kazanmayı başarır. İlk hedef Litvanya 2011, yürümeye devam arkadaşlar!

17 Eylül 2010 Cuma

Türkiye 2010: Parkelerde Parlayanlar #2


Dün turnuvaya damga vuran ve adını FIBA'nın en iyi ilk beşine yazdıran oyunculardan izlediğim dördüne yer vermiştim. Bugün ise turnuvada daha az dikkat çeken; ama yaptıkları işlerle kumaşlarını belli eden isimlere değinmek istiyorum. Kendilerini ileride daha büyük yıldızlar olarak görürsek böbürlenme hakkını kendimde görmek için oluşturduğum "dikkat çeken oyuncular" listesine hep birlikte göz atalım.

Dikkat Çeken Oyuncular:

1. Marytnas Pocius, Litvanya


Pocius aslında benden ziyade Maliano'nun keşfi. Gçeen yıl oynanan Zalgiris - Fenerbahçe Ülker maçı öncesine Maliano'nun blogunda yayınlanan ropörtajda oyun bilgisi denince akla ilk gelen ekollerden Duke ekolüyle Litvanya ekolünü birleştirdiğini öğrendiğim Pocius, bu CV'sinin hakkını vereceğinin ilk sinyallerini Türkiye 2010'da gösterdi. Litvanya'nın çok kötü başlayıp 15 sayı kadar geriye düştüğü Kanada maçında, doğru şutu ve doğru asisti çok iyi seçerek önce krize giren Litvanya'yı oyunda tuttu, maçın sonunda da güzel bir penetre sonrası Jankunas'a yaptığı asistle Litvanya'ya getiren isim oldu. Bu maçla parkede daha çok kalma hakkını kazanan Pocius, ilerleyen turlarda 10+ ile takımına önemli katkılar sağladı. Tecrübelendikçe Litvanya ilk beşine rahatlıkla yerleşeceğini düşünüyorum.

2. Nicolas Batum, Fransa


2.03 boyunda bir iki numarayı(shooting guard) FIBA parkelerinde rastlamak biraz zor. Bu üstün fiziğe bir de inanılmaz bir atletizm ve zıplama yeteneğini eklediğinizde Batum'u elde ettiniz demektir. Turnuvanın ilk sürprizinin gerçekleştiği Fransa - İspanya mücadelesinde uzunlara ikili sıkıştırma yaparak kazandığı toplar ve rakip kısalar ile eşleştikten sonra yaptığı penetreler sonunda vurduğu smaçlar oldukça etkileyiciydi. Ciddi oyun kurucu eksikliği nedeniyle milli takımımız karşısında dağılan Fransa'da çok dikkat çekemedi belki; ama seneye Tony Parker bu takıma katılırsa ikilinin yapması muhtemel alley-oop'lar için şimdiden heyecanlanıyorum. Bu sezon Portland'da göstereceği performansı da oldukça merak ettiğim Batum'un, Lübnan mücadelesinde vurduğu smaçla potayı kırdığını da eklemem gerekiyor.

3. Kirk Penney, Yeni Zelanda


Belki maç başına 20 top kullanmasına her takımın katlanması zor; ama Yeni Zelanda tarzı takımların benzerlerinin arasından sıyrılıp bir seviye atlaması için böyle bir skorere her zaman ihtiyacı vardır. Maç başına 24,7 sayı ortalaması tutturduğu bu turnuvada takımını son 16'ya sokmayı da başardı. Takıma gerek defansif anlamda gerekse top paylaşımında fazla katkı yapmasa da, kalitesi Yeni Zelanda liginin çok üzerinde. Özellikle ligde sıçrama yapmak isteyen orta seviye Türk takımlarına (turnuvada İzmir iklimine alıştığı için Karşıyaka olabilir örneğin) oldukça fazla katkı sağlayabilir.

4. Angel Vassallo, Porto Riko


Porto Riko'nun Yunanistan ve milli takımımıza kıl payı kaybettiği maçların ardından iddiasız Fildişi Sahili'ne yenilerek elenmesi haberlerde çok yer almadı; ancak benim turnuvada gördüğüm en büyük sürprizlerden birisiydi. Eğer Vassallo milli takımımıza karşı son üçlüğü sokmuş olsaydı ülkesiyle birlikte kendi adından da fazlaca bahsettirebilirdi. Son top öncesinde potamıza 5 üçlük gönderdiğini ve kendisini tutacak fizikte bir oyuncusu bulunmayan Çin'e karşı 22 sayılık bir performansa imza attığını görünce Vassallo'nun kalitesini daha iyi anladım. Güçlü fiziğiyle kısa boyunun açığını kapatmayı bilen forvetin gerektiğinde ribauntlara da katkı verdiğini eklemek gerek.

16 Eylül 2010 Perşembe

Türkiye 2010: Parkelerde Parlayanlar #1


Finale kadar 12 Dev Adam'ın rüya gibi performansı nedeniyle turnuvanın geneline bakmayı biraz ihmal ettim. Turnuva başından beri takip ettiğim maçlarda dikkati çeken oyuncuların bir listesini yapmıştım ve turnuva heyecanının dinmesinin ardından bu listeyi yayınlamaya karar verdim. Yalnızca izleme şansı bulduğum oyunculara yer verdiğim bu listede turnuvaya damga vuranlar ile dikkat çeken faydalı oyuncuları iki ayrı gruba topladım. İzmir, Ankara ve İstanbul'da izleme şansı bulduğum 14 takıma Efes Cup da izlediğim Arjantin'i de dahil ederek seçtiğim oyuncuların arasına Hido dışında Türk oyuncu koymamamın sebebi 12 Dev Adamı tek tek ayrı bir yazıda inceleyecek olmam.

Turnuvada dikkat çeken isimlerin dışında günlük harika performanslar gösteren ve genel performansının altında kalsa bile yeteneklerini görme şansı bulduğum bazı oyuncular için de küçük bir paragraf açmak istiyorum. Lübnan'ın tek galibiyetinde Kanada potasına 31 sayı bırakan El-Khatib ve Yunanistan'ı kusursuz bir performansla dize getiren Ersan turnuva boyunca istikrarlarını koruyamadıkları için listede yoklar. Bunun dışında İspanyollardan Navarro şutör kimdir sorusuna ders gibi yanıtlar vermesine karşın takımını yukarıya çıkaramadığı, Rubio da saha görüşüyle Teodosiç ile birlikte turnuvanın en saf oyun kurucusu olduğunun sinyallerini vermesine karşın Navarro'dan şut atmaya dair hiçbir şey öğrenemediği için elediğimi isimler; ama onları da izlemek keyifliydi açıkçası. Rusya - Yunanistan maçında izlediğim Mozgov da kumaşını belli eden isimlerdendi; ama onun da karşısında yenilmeyi bekleyen Yunanistan olduğu için listeye giremedi.

Bu kadar ön bilginin ardından sıra listedeki isimler hakkında yazmaya geldi. Turnuvaya damga vuran isimlerin dördü de FIBA'nın en iyi 5'ine seçildi zaten. Ben de FIBA'nın seçimlerinden 4'ünü (Teodosiç'i de 3.'lük maçında gördüm; ama o maçta hayalet gibi olduğu için burada yer vermedim)canlı izlediğim ve performanslarından oldukça etkilendiğim için yazmaya karar verdim.

Turnuvaya Damga Vuran İsimler:

1. Kevin Durant, ABD


12 Eylül 2010 tarihini kişisel tarihime, "bir NBA süper yıldızını parkede gördüğüm ilk gün" olarak not düşmeme sebep veren şahıstır kendileri. Üniversitede neden "the next big thing" olarak adlandırıldığını önce sayı kralı olarak NBA'de, sonra da B-team denilen ABD'yi altına taşıyarak uluslararası alanda herkese açıklamış oldu. Ankara'da TED Kolejliler maçlarında Marques Green'i, Aubrey Reese'i 30 attıkları maçlarda izleyip büyük şutör diye adlandırdığım günlerin ardından Durant'i görmek basketbolun zirvesinin nasıl bir yer olduğuna dair çok daha iyi fikir sahibi olmamı sağladı. Eğer bir sakatlık yaşamazsa 2011 normal sezon MVP'sini canlı izleme şansı bulduğuma inanıyorum. Portland da Jordan'dan sonra Durant'i de ıskalayarak draft'lerin en bahtsız takımı olduğunu ispatladı.

2. Hidayet Türkoğlu, Türkiye


Kaptan Hido, "maddi manevi" desteği arkasına aldığında takımı sırtlayabileceğini 2010'da herkese ispat etti. Bu sırtlama sırasında listedeki diğer isimler gibi skor yükünü üstlenerek rakipleri yıpratmadı belki; ama oyun zekasını ne kadar geliştirdiğini takımı çok iyi yöneterek gösterdi. Orlando'yu finale taşıdığı performansa yakın bir performansla gümüş madalyayı Türkiye'ye getirdi. Kerem Tunçeri ve Ender'in oyun bilgisine katılan bu zeka bizi bir ara takımların asist ortalamasında ikinci sıraya kadar çıkardı. Bu kadar iyi bir fizik, şut yeteneği ve oyun bilgisiyle Hido bence tatmin olmak yerine, nasıl all-star olamadığını iyi sorgulamalı ve maddi manevi bu derece desteklenmediği zamanlarda da performansını aynı seviyede tutabilmeli. Hedefini yüksek tutarsa milli takımla kazandığı iki gümüşün yanına 3 yıl içinde yeni madalyalar, hatta bir altın da ekleyebilir.

3. Linas Kleiza, Litvanya


Turnuvanın ilk iki gününde maçları izlemek için İzmir'e yaptığım yolculuk öğleden sonra tamamlanınca günün ilk maçı olan Litvanya - Yeni Zelanda maçının ancak sonuna yetişebildim. 10 sayılık bir farkla maçı önde götüren Litvanyalıların dikkat çekici olmayan istatistiklerinin arasında 11 numaranın 24 sayısı adeta parıldıyordu. Yanımda oturan Litvanyalı kıza "11 numara Kleiza, değil mi?" diye sorduğumda, kızın evet demeden önce yaptığı mimik adeta "ya kim olacaktı" der gibiydi. Litvanyalıların yeni yetişen ve esas hedefi 2011 olan bu kadro içinde Kleiza'yı ne kadar ayrı bir yere koyduklarını gösteren bu hareketin karşılığını fazlasıyla veren Kleiza, 3.'lük maçında ise Sırbistan'ı adeta ezdi geçti. Hem içeriden hem de dışarıdan oynamayı bilen Kleiza'nın Yugoslav ekolünü andıran tarzına belli ki Olympiakos formasıyla geçirdiği bir yıl oldukça yaramış. Bakalım oyunundaki bu sıçramayı Toronto'da NBA seviyesinde ne kadar sergileyebilecek?

4. Luis Scola, Arjantin


TAU'da oynadığı yıllardan beri hayranı olduğum Scola bu turnuvada izlemek istediğim isimlerin başında geliyordu. Turnuvada izleme şansı bulamasam da, Efes Cup hazırlık turnuvasının finalinde milli takımımıza karşı Scola'yı izleme şansına eriştim. 27 sayı - 8 ribaunt'luk ortalamaları onun kalitesi hakkında pek çok şeyi ortaya koysa da; orta mesafe şutları, pas yeteneği ve "uzun forvet(power forward) 101" derslerine konu olacak pota altı oyunuyla onu parkede görmek Scola'nın istatistiklerden çok da fazlasına sahip olduğunu gösteriyor. Bütün bunların ötesine geçen ise oyuna hırsla sarılması ve takımı için varını yoğunu ortaya koyan yapısı. Arjantin kadrosunun ona yardım edecek bir iki isim dışında çok dar olması bu performansının boşa gitmesine neden oldu maalesef.

14 Eylül 2010 Salı

Türkiye 64 - 81 ABD : Altın Durantula'nın Ağında Kaldı


Rüya gibi geçen iki haftanın sonunda rüyadan uyanmamıza Kevin Durant neden oldu. İlk çeyrekte attığı üçlüklerle seyircinin sesini kıstı, ikinci çeyrekte harika işleyen alan savunmamızın başladığı noktanın iki adım gerisinden attıklarıyla adeta savunmamızla dalga geçti, üçüncü çeyreğin başında üst üste attığı iki üçlükle de şampiyonu ilan etti. Durant'in mükemmel performansına Hidayet'in sakatlığı, hücumdaki sıkıntılarımız ve Sırbistan maçının yorgunluğu da eklenince şampiyonluk için çok zorlayabileceğimizi düşündüğüm ABD'ye karşı direnemedik. Yıllardır Türkiye'de basketbol izleyen birisi olarak Durant'i izlemek de "NBA süperyıldızı nasıl olur" sorusuna benim için iyi bir yanıt oldu.

İstatistiklerden ziyade duyguların ağır bastığı bir maç olduğu için maçı yazmaya yolculuktan, hatta turnuva ile ilgili ilk düşüncelerimden başlamak istiyorum. Final biletini yaklaşık üç ay önce aldığımda Türkiye'nin bu noktaya çıkacağını düşünmemiştim, daha ziyade kafamda "en iyi ihtimalle Yunanistan'ı geçersek ite kaka yarı finale kalır, son gün de madalya için sahaya çıkan bir Türkiye izlerim" düşüncesi hakimdi. Ama grup değerlendirmelerinde de yazdığım gibi Yunanistan'ı geçeceğimizi düşünmüyordum, ikincilik de çeyrek finalde ABD'ye toslamak anlamına geliyordu.


Benim taraftar olarak hayal ettiklerimden de ötesini gerçekleştiren Türkiye'nin yaratacağı bir mucizeye tanık olmak; olmadığı takdirde de 12 dev adama tarihin en büyük başarısı nedeniyle teşekkürlerimi sunmak için Ankara'dan yola çıktığımda saat 10:30'u gösteriyordu. Yolculuğun başlarında yaşadığım heyecan İzmit'te tıkanan trafik ve 2,5 saatlik gecikme yüzünden yerini yorgunluğa bırakmaya başladı. Maç öncesinde Taksim'de turlayıp yaşanan heyecana ortak olmak isterken trafik nedeniyle kendimi 3.'lük maçının başlamasına 15 dakika kala ancak Sinan Erdem Spor Salonu'na atabildim.

Final öncesinde turnuvanın en iyi taraftarları olan Litvanyalılarla 3. kez buluşmak günün güzel anılarından birisi oldu. İstanbulluların övdüğü Slovenya seyircisini görme fırsatım olmadı ama onların da Litvanyalıların tacını elinden alabileceğini düşünmüyorum. Ev sahibi taraftarın Türkiye üzerindeki itici etkisini gördükten sonra rahatlıkla diyebilirim ki Litvanya'da düzenlenecek olan Eurobasket 2011'in Sırbistan ve İspanya ile birlikte en önemli favorisi Litvanya olacaktır.

Litvanyalıların 3.'lüğü almasının ardından gözler final maçına çevrildi. Taraftar ürünlerinin satıldığı yerde tarihe tanıklık ettiğimi belgeleyecek "Final: Turkey vs. USA" tişörtlerinden bulamadım; ama pota arkasında oturan bilinçli bir taraftar olarak faullerde dikkat dağıtma görevimi yerine getirmek adına bir atkı satın aldım. Maç sırasında pota arkasındaki diğer taraftarların bu görev bilincinde olmadığını, dahası tuttur.com'un 3 liralık tişörtünü almak için kendini yırtıp, top ABD'deyken yuhalamayı angarya gören seyirciyi (bkz. seyirci taraftar farkı) gördükçe sinirlerim tepeme çıktı.


Gerekli desteğin oluşmamasındaki en önemli iki faktörün Litvanyalılar gibi bir taraftar kültürüne sahip olmamamız ve gereken desteği verebilecek Türk taraftarlarının kendi evindeki bir turnuvada takımın başarılı olacağına o kadar da inanmamaları olarak görüyorum. Eğer taraftarlık yapabilecek kesim finale inansaydı veya her şartta dünya basketbol finalini izlemek isteyecek basketbolsever sayısı salonu dolduracak çoklukta olsaydı, bu biletler amca -teyze ve onların çocuklarının elinde kalmazdı. Başta da dediğim gibi ben de finale kalacağımıza inanmıyordum; ancak ne olursa olsun bir final maçı izlemeye kararlıydım, bu nedenle de biletimi üç ay öncesinden aldım. Amcalar teyzeler de maça gelmesinler demiyorum tabii, hobi olarak gene gelsinler; ama taraftar desteğine çok ihtiyaç duyduğumuz günde televizyon konforunu tercih etmeleri daha iyi olurdu.

İşin kültür boyutuna döndüğümüzde ise Litvanyalılarla, 3.'lük maçından sonra onların boşalttığı koltuklara geçen Beşiktaş Çarşı taraftarlarını karşılaştırmak yerinde olacaktır. Çarşı taraftarının iyi niyetinden şüphe duymamakla beraber, basketbol maçlarında kısa süreli destek verip rakibi baskı altına almayı sık sık unuttukları da bir gerçek. Maçın başında henüz Beşiktaşlıların bile tam olarak ezberleyemediği "formanda ter olmaya geldik" tezahüratını Türkiye'ye uyarlamaya çalışmaları seyircinin havaya girmesini engelledi maalesef. Yine de Ender'in maçı 48-61'e getiren üçlüğünden sonra tüm salonu ayağa kaldırmaları ve maç sonunda "dağ başını duman almış" tezahüratını başlatmaları günün en olumlu taraftar hareketleriydi, onlar da maça gelmese tribünler tamamen etkisiz kalacaktı. Maçın bitiminde Gündoğdu marşı söylemeleri "kötü günde omuz omuzayız" mesajı vermek için mi yoksa sesini çıkarmayan seyirciye tepki için miydi bilemedim.


Ekranlara yansıdı mı bilmiyorum; ama finali benim için unutulmaz kılan bir başka detay da devre arasında verilen FIBA onur ödülleriydi. Divac ve Sabonis gibi izlediğim ve Oskar Schmidt gibi namını duyduğum efsaneleri alkışlama fırsatını yakaladığım için de son derece mutluyum. Divac ile Hido'nun samimi muhabbeti "Hey gidi Sacramento Kings" diye eski günleri yad etmeme, yanımdaki çocukların Divac'tan bihaber olması da yaşlandığımı hissetmeme neden oldu. Daha önce de dediğim gibi istatistiklerden çok duygularla ilgili bir maç olduğu için maçın detayları yerine tribünlerde oluşan atmosferi anlatmayı seçtim, turnuvada izlediğim dikkat çekici isimler ve milli takımımızın performansı hakkında iki ayrı yazı yazmayı planlıyorum.

Hiç bir zaman unutulmayacak bir turnuva performansının eşiğinden döndük belki; ama Türk spor tarihinin takımlar bazındaki en büyük başarısını elde eden bu takımla ne kadar gurur duysak azdır. Naismith kupasının Hidayet'in ellerinde yükseldiğine şahit olamadım belki; ama bu başarılı takımın Olimpiyatlara katılım hakkı elde etmesi halinde 2012 Londra'daki açılış töreninde Türk bayrağının Hidayet'in ellerinde taşındığını görmek de bana benzer bir sevinci yaşatacaktır. 12 Dev Adam'a bu mükemmel turnuva ve bana (ve tüm Türkiye'ye) yaşattığı unutulmaz anılar nedeniyle teşekkür ediyor ve onlara yeni hedefleri olan Eurobasket 2011'de başarılar diliyorum.

12 Eylül 2010 Pazar

Türkiye 83 - 82 Sırbistan: Hayatımın En Değerli Bileti


ODTÜ'de girdiğimiz son finalin ardından (Computer Architecture desem aklınızda neler canlanır bilemem) moist'un bilgisayarından satın aldığım bileti fotoğrafta görüyorsunuz. İnanmazsanız fotoğrafı büyüterek isme bakabilirsiniz; ama hala inanmıyorsanız da size hak veririm. Ben şu an önümde duran bu bilete baktığım halde inanamıyorum mesela. Tek üzüntüm yarın salona gideceğimi bilmeme rağmen bu maçta televizyon başında ses tellerimi hırpalamış olmam; ama kimse merak etmesin, yarın sesimizi yeri göğe dinletmek için var gücümle bağıracağım: "Güneş ufuktan şimdi doğar, yürüyelim arkadaşlar!"

Maç ile ilgili görüşlerimi sorarsanız inanın Teodosiç'in inanılmaz performansı ve bir iki yıllarca unutulmayacak an dışında hiçbir şey hatırlamıyorum. Çarşamba günü de yazdığım gibi Naismith kupası Hidayet'in ellerinde yükselsin, ondan sonra bloga onlarca yazı koyarız önemli değil. Şimdilik o anlardan birini yeniden hatırlamak için aşağıdaki fotoğrafa bakmanız yeterli. Ellerine sağlık Kerem, ellerine sağlık Semih.

11 Eylül 2010 Cumartesi

Fedex vs. Djoko


Türkiye - Sırbistan yarı finali ve Beşiktaş - Ankaragücü maçı nedeniyle izlemeye pek de fırsat bulamayacağım Federer - Djokovic maçı öncesinde geçen yılın unutulmaz karelerinden birisini bloga taşımak istedim. Bu yıl olduğu gibi geçtiğimiz yıl da Amerika açık yarı finalinde karşılaşan ikiliden gülen taraf Majesteleri olmuştu. Akıllarda kalan ise maçın sonuna doğru çevirmesi imkansız görünen bir pozisyonda bacak arasından yaptığı vuruşla aldığı inanılmaz sayıydı. Televizyonda ağzım açık kalarak canlı olarak izlediğim bu sayıdan ötürü majesteleri önünde saygıyla eğiliyor ve bu akşamki maç için kendisine başarılar diliyorum.

8 Eylül 2010 Çarşamba

Türkiye 95 - 68 Slovenya: Finale Koşuyoruz!


Az kaldı, geliyoruz! Sesimizi yer gök dinleyecek, çok az kaldı. Bu maçlara gelmeden önce Porto Riko maçı değerlendirmesinde "Slovenya gibi 80-90 atmayı seven takımlara karşı zorlanabiliriz" diye şu an oldukça saçma gelen bir yorum yapmıştım; ama parkede böyle bir milli takım göreceğimi de bilemezdim ki. Dünya Şampiyonası'nda çeyrek final oynuyoruz ve 27 sayılık bir fark yapmışız, inanılır gibi değil. Fark da önemli değil zaten, skor 41-21 iken Semih'in bizim potamızdan çıkardığı top Slovenlere gerekli mesajı vermeye yetti: Biz finale yürüyoruz, yolumuzdan çekilin!

Bu savunma nasıl iyi bir takım olduğumuzun sinyallerini grup maçlarında vermişti; ama takım halinde böyle bir hücum performansını ilk defa görüyorum. Topun bu kadar iyi paylaşıldığı ve herkesin skora gereken katkıyı yaptığı bu takımda Tanjevic'in "Yugoslav" etkisini görmek mümkün. Maç başına 18.6 asist ortalamasıyla oynuyoruz ve bu alanda ABD'nin arkasından ikinci sıradayız; ancak ABD'nin kullandığı top sayısını (possession) hesaba katarsak, hücumda oyunlarını asist üzerine en çok kuran takım olduğumuzu da söyleyebiliriz. Yugoslav patentli Sırbistan'ın asist ortalaması dahi 18. Doğru pas doğru atışları getirince 95'i bulmak da zor olmuyor. Şutör kimliği olmadığı için Efes'te süre alamayan Sinan Güler bugün 2/3 üçlük ve toplamda 5/7 isabetle 12 sayıyı buluveriyor.


İsimler üzerinde teker teker durmaya gerek yok sanırım, herkes kendisine verilen rolü en iyi şekilde yapıyor zaten; yine de asiste dayalı hücumun temel taşları olan Hidayet ve Kerem Tunçeri'ye ayrı bir alkış göndermek lazım. Mükemmel yapılan savunma için ise söylenecek söz yok. Bugüne kadar alan savunmasıyla geldiğimizi düşünüyorduk, bugün 5 dakika alan savunması 35 dakika adam adama savunma yaptık ve yine rakibe havlu attırmayı başardık. Buraya tekrar yazalım: "Hücum maç, savunma ŞAMPİYONLUK kazandırır."

Yarı finalde rakibimiz benim turnuvada ABD ile birlikte en çekindiğim takım olan Sırbistan. Teodosiç'in mucizevi üçlüğünün İspanya'yı evine göndermesi bizim için çok iyi olmadı açıkçası. Özellkle Ersan ve Hidayet gibi hareketli 3 ve 4 numaraları savunmasına pek ihtimal vermediğim (bizim ezip geçtiğimiz Fransa forvetleri İspanya'yı krize sokmuştu) İspanya'yı daha kolay geçebileceğimize inanıyordum; ama biz bu geceki gibi oynarsak inanın Sırbistan, İspanya hatta ABD fark etmez. Bu gece şampiyonlara yakışan bir oyun ortaya koyan 12 Dev Adam oyununu bu seviyede tutmayı başarırsa hem cumartesi hem pazar akşamı yer kırmızı gök beyaz boyanacak, eminim. Tarihimizin en büyük Dünya Şampiyonası başarısını elde ettik bile; ama bu takıma yetmez. Artık pazar akşamı Hidayet'in ellerinde Naismith kupasını görmek istiyoruz. Haydi 12 Dev Adam!

Kırmızı Pazartesi - Gabriel Garcia Marquez


"Bana bir ön yargı verin dünyayı yerinden oynatayım."

Bazı yazarların kendisini o kadar belli eden bir üslupları vardır ki, sanırsınız ki yazdıkları bütün öyküler aslında aynı mekan ve zamanda geçiyor ve bütün karakterler de birbirlerini tanıyorlar. Türk edebiyatında bana bu hissiyatı en çok yaşatan isim Yaşar Kemal'dir örneğin. Dünya edebiyatında benzer bir üsluba sahip olan isim ise şüphesiz Gabriel Garcia Marquez.

Kendisi de yazarken benzer bir hisse kapılıyor olmalı ki, Kırmızı Pazartesi öyküsüne Yüzyıllık Yalnızlık'ın unutulmaz karakteri Auerilano Buendia'yı(gerçi romanda aynı isimli birden fazla karakter vardı) mağlup eden bir generalin oğlunu dahil etmiş. Zafer kazanmış generalin oğlu kasabaya farklı coğrafyadan gelen Bayardo San Roman'ın, evlenmek istediği Angela Vicario'nun bakire olmaması nedeniyle Angela'yı evine geri bırakması üzerine Vicario kardeşler namus cinayeti işlemeye karar veriyorlar. Maktul Santiago Nasar'ın Angela Vicario'yla ilişkiye girip girmediği ise kimse tarafından bilinmiyor. Düğünün yapıldığı geceden sonra sabah 5'e karşı tüm kasabanın bildiği ise o sabah cinayetin işleneceği. Buna karşın kimsen cinayeti engellemek için pek de gönüllü davranmıyor.

Marquez'in yarattığı tek mekan ve zaman hissiyatında, Güney Amerika'nın ortak konularına değinmesinin önemi büyük. Özellikle dinin insanların hayatları üzerindeki etkisi bu öyküde de belirgin şekilde hissediliyor. Bekaretin cinayet işlemeye varacak kadar önemli bir mevzu haline gelmesinde, bu coğrafyadaki Katoliklik etkisini göz ardı edemeyiz. Pek çok ailenin birbiriyle akraba olması (örneğin öyküyü birinci ağızdan anlatan karakterin hem katiller hem de maktul ile akraba olması) ve herkesin birbirini tanıdığı mekanlarda geçen hikayeler de diğer Marquez öykülerini hatırlatıyor. Kırmızı Pazartesi gibi oldukça kısa bir öyküde bu kadar çok karakterin başarılı bir şekilde öyküye katılması ise Marquez'in ustalığının bir işareti.

Kırmızı Pazartesi öyküsünde mekanın ve toplum hayatının dışında Gabriel Garcia Marquez karakteristiklerine rastlamak da pekala mümkün. Aşık olunan güzellikte ve şefkatli fahişeler, Pedro Vicario'nun işeme probleminde olduğu gibi ufak ayrıntıların detaylı bir biçimde anlatılarak hafızaya kazınması, yıllarca yazılan ve cevap alınamayan mektuplar, Marquez'e has mizah algısı (cinayeti engellemek için Vicario kardeşlerin ellerinden bıçakları alan albayın, cinayet sontasında "Hay allah! Demek başka bıçaklar almışlar" demesi gibi) Marquez'in roman üslubunu özleyenlere ilaç gibi geliyor.

Bu kadar çok ortak Marquez özelliğine karşın, öykü Marquez'in meşhur büyülü gerçekliğinden bir nebze uzak bir çizgide kalıyor. Herkesin bildiği bir cinayeti kimsenin engelleyememesi gerçekliğin dışında bir durum gibi gözükse de, Marquez'in diğer romanlarından farklı olarak doğaüstü olayların öykünün gelişiminde herhangi bir rolü yok. Öyküdeki her karakter kendince bir nedene inanarak kardeşlerin cinayeti işlemeyeceğine ikna oluyor. Gelişmelere kimsenin müdahale etmemesinde, Vicario kardeşlerin cinayet işlemeyeceğine dair inanç kadar, Nasar'ın Arap kökenli ve zengin olmasının yarattığı ırkçı bir tepki de var. Yine dinin etkisiyle yönetilen halkın namus cinayeti işlenmesini haklı bulduğu gerçeğini de atlamamak lazım. Marquez ise, Nasar'a cinayet günü giydirdiği beyaz gömlekle tarafını belli ediyor.

119 sayfalık bu kısa öykü, Yüzyıllık Yalnızlık ve Kolera Günlerinde Aşk gibi Marquez şaheserlerini okuyup tadı damağında kalan okurlar için Marquez'le bir hafta sonu daha kaçamak yapmak için ideal görünüyor. Eğer bahsettiğim romanlardan birini okumadıysanız, bu kısa öyküden önce o romanlara bakıp Gabriel Garcia Marquez'in üslubuyla tanışmanızda fayda var.

7 Eylül 2010 Salı

Amerika Açık: Çeyrek Finaller


Bu akşam maçları öncesinde kadınlarda çeyrek final eşleşmeleri tümüyle, erkeklerde de toplam 2 eşleşme belli oldu. 4. turun en çok merak edilen maçı olan Wozniacki-Şarapova eşleşmesinin galibi Danimarkalı Wozniacki oldu. Caro eğer Cibulkova'yı geçmeyi başarırsa büyük ihtimalle Wimbledon finalisti Zvonareva ile final için mücadele edecek. Finale uznanan diğer yolda ise iki eski Amerika Açık şampiyonunun karşısında bu yılın Roland Garros finalistleri olacak. Fransa'nın final yorgunluğu nedeniyle Wimbledon'a henüz ilk turda veda eden bu Schiavone ve Stosur ikilisinin başka bir final oynayacak kalibrede olup olmadıklarını görmek adına önemli bir test onları bekliyor. Ben özellikle bu akşam oynanacak Stosur-Clijsters maçının şampiyonluk yolunda belirleyici maçlardan biri olacağı inancındayım.


Erkekler tarafında bu akşam oynanacak çok önemli bir maç yok. Amerikalılar son umutları Sam Querrey'nin, Andy Murray'nin elenerek çekildiği yoldan yarı finale kalmasını bekliyorlar. O yoldan kim gelirde gelsin Nadal'ı zorlayabileceğine inanmadığım için çok önemli görmediğim bu maçlarda, kariyerlerinin en yüksek noktasına çıkmak için Wawrinka, Querrey, Youzhny ve Robredo kıyasıya mücadele verecekler. 4 İspanyol'un grand slam yarı finali için bir nevi İspanya Kupası düzenleyecekleri bölümde ise açık favori tabii ki Nadal. Onu zorlama ihtimali olan tek ismin ise Verdasco olduğunu düşünüyorum.


Erkekler eşleşmelerinde 2 numaralı seri başı Federer'in yolu ise Nadal'a kıyasla bir hayli zorlu. Öncelikle çeyrek final eşleşmelerinin en önemli maçında Söderling ile karşılaşacak majestelerini, yarı finalde Monfils'i geçmesi halinde Djokovic bekliyor olacak. Federer - Söderling eşleşmesinde form durumları kadar mental faktörler de etkili olacak. Fransa Açık'ta Federer'in 23 grand slam üst üste yarı final oynama rekorunu sonlandıran Söderling'in kendine güveni ve Federer'in bu duruma nasıl cevap vereceği merak konusu.

6 Eylül 2010 Pazartesi

Caro vs. Sharapova



Dünya Basketbol Şampiyonası, Euro 2012 elemeleri derken yılın son grand slam turnuvası olan Amerika Açık arada kaynadı. Şu ana kadar erkeklerde Murray, Roddick ve Davydenko gibi iddialı isimler turnuvaya veda etti. Kadınlarda ise alışılageldik Jankovic ve Dementieva hayal kırıklıklarının dışında turnuvanın iddialı isimleri yollarına devam ediyorlar. Anlaşılan Serena Williams'ın turnuvaya gelememesi üzerine herkes bir bu grand slam'i kazanabileceğine inanıyor.

İlk haftanın kısa özetinin ardından ikinci hafta başlayacak maçlara göz atınca, bu akşam kadınlarda bizi bekleyen müthiş bir karşılaşma dikkat çekiyor. Kortun bir tarafında, henüz 17 yaşında Wimbledon kazanarak kadınlar tenisinin son "wonderkid"i olan, sonrasında 2 grand slam daha kazanmayı başarıp tenis kortlarından moda dergilerine geçiş yapan Şarapova var. Bugün kortlarda, sallanan zarif küpeleri ve bir moda defilesinde sergilenecek şıklıktaki kıyafetleriyle arz-ı endam etse de, eski başarılı günlerinden oldukça uzakta. Bu yıl performansında yeniden bir toparlanma görülse de, yeniden zirveye tırmanabilmek için yeterli güce sahip olup olmadığını bu turnuvada görmek gerekiyor.

Karşısında ise turnuvanın bir numaralı seri başı 20 yaşındaki genç yetenek Caroline Wozniacki var. Kadınlar tenisinin son wonderkid'i olan Wozniacki, Kadınların istikrarsız sonuçlarla karıştırdığı WTA sıralamasında sürekli yükselerek Serena'nın ardından ikinci sıraya yerleşti. Genç Danimarkalı, son yıllarda bu sıraları görüp hayal kırıklığı yaratan Jankovic, Safina, Ivanovic gibi isimlerden farklı olarak bu seviyede tutunmak için var gücüyle çalışıyor. Yine de kendini ispat etmek için bir grand slam turnuvası kazanması gerekiyor ki, eğer bir iki yıl içinde bunu başaramazsa performansında bir düşüş görebiliriz. Geçen yıl final oynadığı Amerika Açık grand slam kazanmak için en yüksek şansa sahip olduğu turnuva.


İki oyuncu için de oldukça önemli olan bu maç ile ilgili görüşlerime geçeceğim; ama bu teknik bir yorumdan ziyade maçla ilgili duygularıma dair olacak. Bu maçta, bütün turnuvada olduğu gibi Wozniacki'yi destekliyorum. Wozniacki ile ilgili bloga geçen yıl koyduğum yazıda (ki bu tenisle ilgili olarak bloga koyduğum ilk yazıdır) belirttiğim gibi Woznaicki ile 2008 Fransa Açık'ın 3. turunda karşılaştım. Grand Slam turnuvalarında ilk turların en heyecan verici olayı genç bir yeteneği keşfetmektir. Wozniacki de benim kişisel keşfim olduğu için şu anda geldiği seviye beni heyecanlandırıyor.

Onu desteklememin bir diğer nedeni de kadınlar tenisinin yeni bir şampiyona fazlasıyla ihtiyaç duyması ve gelişimine baktığımızda Caro'nun bu yeni şampiyon olmak için en potansiyelli isim olması. Her ne kadar teniste Şarapova'nın geri dönüşü kadar ilgi çekecek ikinci bir haber olmasa da, Wozniacki'nin de iki-üç yıllık bir süreçte yeni bir süper yıldız olma ihtimali var ve ben geleceğe yatırım yapmak amacıyla "Yürü be Caroline" diyorum.

3 Eylül 2010 Cuma

Türkiye 2010: Rakibimiz Fransa


2010 Dünya Şampiyonası'nın grup aşaması geride kaldı. Grup aşamasının ilk iki gününü İzmir'de, son üç gününü de Ankara'da geçirerek toplam 10 maçı izleme şansı buldum. Aslında Rusya - Yunanistan maçını bunların içinde saymamın tek nedeni Rusların verdiği emeğe duyduğum saygıdır. Yoksa Yunanlılar tarihten gelen geleneklerini devam ettirerek unutulmaz bir komedyaya imza attılar. Onları izlemek için salona gelen basketbol severlere karşı yaptıkları bu terbiyesizlik umarım cezasız kalmaz ve mucizevi basketler sonunda İspanya'yı onların karşısına çıkartan basketbol tanrıları İspanya'nın turu geçmesi için de yardım elini uzatır.

Konuyu fazla dağıtmadan sözü ikinci turdaki Türkiye - Fransa eşleşmesine getirelim. Basketbol tanrıları adalet terazisini dengelemeye çalışırken bize de ufak bir kazık atmış oldular ne yazık ki. Çeyrek finale kalmak için yumuşak pota altıyla dişimize göre bir rakip olan Yeni Zelanda yerine, atletik oyuncularıyla sert savunma yapan Fransa'yı geçmemiz gerekiyor. Fransa'nın iki, Türkiye'nin de üç maçını salonda izleme şansı bulan ender kişilerden (tek kişi de olabilirim) biri olarak bu eşleşmede neler yaşanabileceğine dair bir yazı yazmaya karar verdim. Fransa'yı grubun ilk iki maçı olan İspanya ve Lübnan maçlarında izlediğimi, yani kaybettikleri maçları görmediğimi ekleyeyim. Ancak Fransa'nın kazandığı iki maçta dahi oyun kurma gibi temel sıkıntıları göz önündeydi.


Yazıya başlamadan önce Pollyannacılık yapıp, çabuk hücum ederek oynayan takımlara karşı zorlandığımızı göz önüne alarak, hücum süresinin 10 saniyesini kullanmayı tercih edip her maç 80'i aşan Yeni Zelanda'yla eşleşmiyor olmamızın o kadar da kötü bir durum olmadığını söylemek istiyorum. Böyle takımlara karşı nasıl savunma yaptığınızdan ziyade, nasıl hücum ettiğiniz önemli oluyor ve milli takımımızın sıkıntılarından birisi istikrarlı bir şekilde skor üreten oyunculardan yoksun olmamız. (Bu durum muhtemel bir Slovenya eşleşmesinde de başımızı ağrıtabilir.)

Fransa ise aynı milli takımımız gibi kendisini savunma üzerinden tanımlayan bir ekip. Özellikle uzunların post-up oyunlarında 2 ve 3 numara oyuncuları da oldukça uzun isimler oldukları için etkili ikili sıkıştırmalar yapabiliyorlar ve rakibi fazlaca top kaybına zorluyorlar. Burada bir parantez açıp İspanya'da, dünyanın en iyi pasör uzunlarından olan Pau Gasol'ün eksikliğinin Fransa maçında fazlaca hissedildiğini söylemeliyim. Bizim uzunlarımız da pasör nitelikli olmadıkları için pota altında sıkışan bir oyunda top kayıpları yapabiliriz.


Yukarıda değindiğimiz Fransa'nın fizikleriyle ön plana çıkan iki ve üç numaralarına yakından bakalım; çünkü bu isimler aynı zamanda Fransa'nın hücumdaki skor yükünü çekiyorlar. Bu isimlerden en dikkat çekeni şüphesiz Nicolas Batum. Alex Mumbru'yu poster yaptığı İspanya maçındaki smacının ardından Lübnan maçında da yaptığı smaçta potayı kırmasıyla atletizmi konusunda hiç bir şüpheye yer bırakmadı. 2.03'lük boyuyla şutör guard pozisyonuna kaydığı zaman ciddi eşleşme problemlerine yol açıyor ve penetre etmeyi seven bir oyuncu olduğu için takım bu eşleşme problemlerinden rahatlıkla skor üretebiliyor. Turnuvada ön plana çıkan diğer forvetleri ise Mickael Gelabale. Bu yılı Cholet takımında Erman Kunter'in öğrencisi olarak geçiren Gelabale, turnuvadaki 12.8 sayı ortalamasından daha etkileyici olan ise bu ortalamayı çok iyi bir yüzdeyle şut sokarak tutturmuş olması. Aynı pozisyonlarda oynayan bir diğer isim olan Florent Pietrus ise hücumdan çok savunmadaki katkısıyla başımızı ağrıtabilir.

Fransa'nın pota altında rotasyon için yeterli sayıda oyuncusu var. İlk beş başlayan Ali Traore ve Boris Diaw'la birlikte bench'ten gelen Koffi ile skor buluyorlar. Bu ismlerden en tanınanı olan Diaw'ın ise göbek salarak eski atletizminden uzaklaştığını not düşeyim. Yine de pota altında iyi pas dağıtan Diaw'a dikkat etmek lazım. Ian Mahinmi ile tamamlanan pota altı rotasyonunun en büyük sorunu ise erken faul problemine girmeye meyilli oyunculardan oluşması. Ömer Aşık ve Semih Erden'i hücumda iyi besleyebilirsek Fransa uzunlarını faul problemine sokarak henüz maçın başında ciddi bir avantaj elde edebiliriz.


Son olarak Fransa'ın en zayıf bölgesi olan oyun kurucularını inceleyelim. Nando de Colo ve Yannick Bokolo skor üretmekte başarılı olsalar da, esas görevleri olan oyun kurmakta bir hayli yetersizler. Takımın asist liderinin Boris Diaw olması da bu durumun bir kanıtı. Bu ikilinin penetre üzerinden attıkları şutlarda iyi savunma yaparsak bizim için ciddi bir tehdit oluşturamazlar. Üzerine daha önceki maçlarda yaptığımız gibi ön alanda pres uygularsak Fransa'yı oldukça fazla top kaybına zorlayabiliriz.

Kendini savunma üzerinden tanımlayan Fransa'nın bizim için çok da korkutucu olduğunu söyleyemeyiz; çünkü artık İbo, Harun ve Ufuk Sarıca'lı skorer kimliğiyle ön plana çıkan 90'lar Türkiye'sinden oldukça farklı bir milli takıma sahibiz ve sert savunma takımlarına aynı sertlikle yanıt verebiliyoruz. (Saydığım adamlardan birisi şu milli takımda oynuyor olsaydı değil Fransa, bence İspanya veya Sırbistan'dan bile korkmamıza gerek olmazdı) Eğer maçın başından itibaren konsantre olup pota altında üstünlük kurup, zaten üstün olduğumuz oyun kurucu pozisyonunda onları sıkıntıya düşürürsek, Fransa'nın atletik forvetlerinin sazı ele almasına fırsat vermeden bu maçı alırız.

2 Eylül 2010 Perşembe

How I Ended This Summer (Kak ya provyol etim letom)


Saraybosna Film Festivali'ne dair notlarımın sonuncusu festivalde izlediğim ilk film olan How I Ended This Summer'a ait. Kuzey Buz Denizi'ne yakın bir meteoroloji üssünde çalışan ve diğer insanlardan izole şekilde yaşamak zorunda olan iki adamın ilişkilerine odaklanan bu Rus filminde, ikili arasındaki iktidar mücadelesini çok iyi yansıtan iki oyuncu da Berlin Film Festivali'ne en iyi oyuncuya verilen Gümüş Ayı ödülüne layık görülmüş. Bu yazıda da filme dair aldığım notları paylaşmak istiyorum.

Filmin dinamikleri, birbirine zıt yapıdaki biri genç biri yaşlı iki adamın zıtlaşması üzerinden ilerliyor. Bunlardan yaşlı olanı Sergei, bir aile babası olmasına karşın, karısı ve çocuğundan ayrı yaşamaya ve doğaya adapte olmayı başarmış. Yıllar geçtikçe doğayla baş etmek için gerekli kanunlara aşırı bağlılığıyla statik bir karaktere bürünen Sergei'yi değişime ait her şey ürkütüyor.


Genç isim Pavel'in çevresi hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Kuzey Kutbu'na, üsse kurulan bilgisayar sisteminin doğru çalışıp çalışmadığını test etmek için gelmiş. Henüz ilk sahneden itibaren yeni yaşam alanıyla olan uyumsuzluğunu gözlemlemeye başlıyoruz. Film de daha ziyade onun doğa ile mücadele sayesinde olgunlaşma sürecini ele alıyor. Sergei'nin balık avlanmak için istasyondan ayrılmasının ardından bilgisayara güvenen Pavel, elle yapılan ölçümleri kaydetmiyor ve ikili arasında bir kriz baş gösteriyor. Bu noktada Sergei'in filme adını veren cümlesini söylüyor: "Burası 'yaz tatilimi nasıl geçirdim(how i ended this summer)' başlıklı bir yaz ödevi yazılacak bir yer değil, bir hata pek çok şeye mal olabilir.

Kuzey Buz Denizi yakınında geçen bu filmde, iki adam arasındaki ilişkileri incelemek için doğa ideal konumda; çünkü bu ilişkinin arasına girebilecek başka hiçbir şey yok. Bu nedenle şehirde bin bir türlü mazeret ile geçiştirilebilecek olan bir yalan, kutuplarda bir krize yol açıyor. Karakterlerin yaşantıları çetin doğa şartlarına göre şekilleniyor ve hikaye ilerledikçe doğa iktidar sınırlarını çizen bir oyun alanı haline geliyor. Pavel'in bilgisayar oyunlarından aşina olduğu şartlara pek benzemediğini de eklemek gerekiyor.


Doğa, iki karakter üzerinden anlatılan bu hikayede adeta sacayağı gören 3. karakter rolünü oynuyor. Bu 3. karakter olma durumunu, Sergei'in ailesinin öldüğü gerçeğinin açıklandığı ve silahların patladığı sahnenin ardından ön plana çıkıyor. İkili arasındaki iletişim kopunca temponun biraz düşmesinin ardından hikayeyi devam ettirme görevi, çetin şartlarını sunan doğaya düşüyor. Doğaya dair mizansenler, özellikle helikopter inidirilme sahnesindeki sisler ve kayaların içinde kaybolan Pavel'in görüntüsü oldukça etkileyiciydi. Yapılan uzak çekimlerde karakterlerin doğa içindeki güçsüzlüğü ortaya çıkıyor ve bu görüntüler hikayeye de ciddi bir katkı veriyor.

Filmin sonunda Saraybosna'daki salona gelen yönetmen, filmin belgesel ile kurmaca arasında bir yerde durduğundan bahsetti. Artık pek çok filmde görmeye başladığımız bir durum. Sinema kendi dilini yarattıkça tiyatronun, edebiyatın yapay atmosferini bir kenara bırakıp gerçeği aramaya koyuluyor. Bunu bir kenara koyup filmin çekimlerine dair ilginç bir özelliğinden bahsedelim. How I Ended This Summer, pek çok filmden farklı olarak sahnelerin senaryodaki sırasıyla çekilmiş. Yönetmenin gerçeklik arayışına dair bir başka veri olan bu durumu daha da ilginç kılan ise başrol oyuncularıdan Grigriy Dobyrgin'in (Pavel) bir sonraki gün gerçekleşecek çekimlerden haberi olmaması. Yönetmen çekimlerden önce her sabah Dobyrgin'e yeni günde olacak gelişmeleri anlatmış ve hikayenin devamı hakkında başka bilgi vermemiş. Filmi belgesele yaklaştırmak için başka ne yapılabilir bilmiyorum; ama yönetmen filmde amacına ulaşmayı kesinlikle başarmış.