4 Şubat 2010 Perşembe

Avatar: Derinlikli Görüntü, Sığ Düşünceler


"Ne zaman bir film çeksem, herkes bunun sinema endüstrisinin en pahalı filmi olduğunu söylüyor." James Cameron'un 1997 yılında Premiere'de yayınlanan röportajında sarf ettiği bu sözler, kendisinin sinemaya bakış açısını da özetliyor. Titanic, Terminator ve Aliens gibi filmleriyle ticari sinemanın en önemli yönetmenlerinden biri olduğu tescillenen James Cameron, yine büyük bir reklam kampanyası ve teknolojik devrim iddiasıyla uzun bir aranın ardından sinema salonlarına konuk oldu. Avatar, tüm zamanların en çok para kazandıran filmi olma iddiasıyla, hedef kitlesini başta pop-corn izleyici olmak üzere filme para verecek herkes olarak belirlemişti. Ben de çoluk çocuk, amca teyze herkesin oluşturduğu kervana katıldım ve dün filmi görme şansına eriştim.

Özel efektler ve teknolojik yeniliklerle ile sunulan Avatar, izleyiciyi etkileyici bir görsel işitsel bombardımana tabi tutarak ticari vaatlerini karşılıyor. Özellikle derinlik algısının bu kadar gerçekçi olarak yansıtılması büyüleyici. Bunun farkında olan James Cameron, özellikle açılış sahnesinde, uzay gemisinin içini ve geminin uzaydaki salınışını göstererek seyirciyi hayran bırakırken, çocukluğunda en çok etkilendiği film olan 2001: A Space Odyssey'i de yeniden hatırlatma şansı buluyor. Bunun yanına etkileyici ses kurgusunu da kattığınızda, izleyenlerin gerçekliğinin yerine geçmeyi amaçlayan bu film, abartılı bir sanal gerçekliğe izleyiciyi ikna ediyor. Böylece James Cameron'un, sizi sinemanın apayrı bir deneyim olduğuna inandırması zor olmuyor.


Bilim kurgu ve aksiyon türkerinin yan yana gelmesiyle oluşan filmin en önemli eksikliği ise hiç kuşkusuz bilim kurgunun yapıtaşı filmleri olan 2001, Alien(Ridley Scott'ın çektiği ilk filmden bahsediyorum) ve Blade Runner'ın felsefi derinliğine inememesi. Yine Cameron'un diğer sanatlardan bağımsız bir sinemayı düşlemesi de filmin üzerine tartşılabilecek yönlerini iyice azaltıyor. Filmin esas teknolojik yeniliği olan IMAX sisteminin kurulu olduğu bir sinemada izleme şansını bulamadığım için çok iddialı olmak istemem; ama teknolojik yenilikleri ne olursa olsun, bu kadar zayıf düşünsel altyapıya sahip bir filmi "devrim" olarak nitelemenin abartılı olacağı inancındayım. Nasıl edebiyatın klasik eserlerini sayarken, teknolojiyi ön plana alıp "matbaada basılan ilk kitap" sıfatına sahip olan eseri değerlendirmeye almıyorsak, bu filmi de sinemanın veya bilim kurgu türünün klasikleri arasında göremeyiz. Filmin bize yansıyan teknolojik yeniliğinin 15 yıl önce Show Tv'nin yılbaşında dağıttığı gözlükler olmasını ise arkamda oturan teyze, eşine çok güzel açıkladı: "Bu gözlüklerin gazeteden çıkanları kartondu, bak burada plastikten yapmışlar."


Filmin, çıkışında insanın sarhoş gibi yalpalamasına sebep olan görüntüdeki yeniliklerini bir kenara bırakıp filmin teması ve karakterleri üzerine kafa yoralım. Genel olarak, James Cameron'un filmde hem ilerici hem de tutucu anlayışa yer verdiğini söyleyebiliriz. Şirketlerin ve militarist anlayışın kaynağı olan hırsın yıkıcılığını ilerici anlayışın yansıması olarak görebiliriz; ancak film yapmaktaki esas amacı çok para kazanmak olan bir yönetmenin bu konuya içtenlikle eğildiğine inanmak biraz zor. Zaten ticari başarı uğruna etliye sütlüye karışmamayı seçen Cameron, filmde askerlerin şirket tarafından kiralandığını söyleyerek devletle bir çatışmaya girmekten kaçınıyor, örneğin askerler üzerinde Amerikan bayrağı yok, böylece Irak savşı'na dair göndermeler yapıldığına inanmıyoruz. Kurtarılan vatanın bir ağaç olması, filmin yorumlarının yalnızca çevre ile ilgili olmasını isteyen bir mesaj niteliğinde. Yine filmin kurtarıcısının da bir asker olması, kavramsal tartışmalara izin vermeyerek, yalnızca dünyada iyi askerler ve kötü askerler olabileceğinden dem vuruyor.


Filmin tutucu yanları ise saymakla bitmez, bu yazıda temel kavramlara değinmekle yetineceğim. Çevremizi korumazsak korkunç şeyler yaşanacağına dair bir mesaj içeren bu film, hem çevreye duyarlı bir toplum olmak için ilkel bir yapıda olmamız gerekirmiş gibi saçma bir öneride bulunuyor, hem de dünyanın sömürülen bölgelerinin kültürlerini, baldırı çıplak, ok-yay kullanan, doğaya hükmetmekten aciz mavi yaratıklar olarak, yani batı kültürüne kıyasla aşağıda göstererek, yönetmenin emperyalist komplekslerinden kurtulamadığını gösteriyor. Yüzlerce metre yükseklikten yapraklara atlamayı, kendisini öldürmeye çalışan kanatlı yaratığa binmeyi öğrenebilen müthiş yetenekli onbaşı, her nedense bir türlü yerel dili öğrenemiyor ve halkın liderliğini ele geçirdiği andaki can alıcı konuşmaları dahi İngilizce yapıyor. Avatar'lar ise batı dünyasından gelen bu "mesih"in üstün cesaretine ve yeteneklerine muhtaç durumdalar.

Filmde konuşulması gereken ikinci tutucu unsur da ataerkilliğe yapılan övgü. James Cameron'un dünyasında var olabilmek adına erkekleşen kadınlara hem Terminatör'deki Sarah Connor, hem de Aliens'daki Ellen Ripley karakterinden aşinayız. Avatar'da bilim kadınını Sigourney Weaver'ın canlandırması da şüphesiz Aliens'a bir gönderme içeriyor, Sigourney'nin 80'li yıllardaki cazibesi olmadığı için de filme seks unsuru olarak ikinci bir kadın eklenmiş. Bu kadınlar insiyatif sahibi olmak için erkekleşmek zorundalar, vicdanı temsil ettikleri için de saldırıya karşı duruyorlar; ancak tam da ataerkil dünyanın istediği gibi karar alma mekanizmasına hiç bir etkileri yok. Benden şimdilik bu kadar; ancak kadın yazarlardan filmin feminist bir eleştirisini okumayı gerçekten çok isterim.


Avatar'ın senaryosunun en büyük eksikliği ise hem bireyi hem de toplumu betimlemekten uzak karakterler. Filmde önyargıları besleyen bilindik karakterler dört bir yanımızı sarıyor, dediğim dedik bilim kadını, Avatar'ların dünyasını yok etmeyi amaçlayan bir albay, onbaşı rütbesiyle ne ara Rambo eğitimi aldığı anlaşılamayan ultra yetenkli asker Jake Sully ancak B-Tipi filmlerde görebileceğimiz basitlikteler. Bacaklarını kaybeden asker, Avatar kimliğinde bacaklarına ve dolayısıyla erkekliğine kavuşuyor, gücünü çeşitli testlerde ispat ediyor, kendisini seven bir kadına sahip oluyor ve kabile içinde kıskanılıyor. Biz de, bu ana karakter üzerinden aşkın her şeyi yendiği klasik Hollywood anlatısı içinde kendimizi tatmin ederek sinemadan ayrılıyoruz.

Sonuç olarak bu filmi türün klasik örnekleri ile karşılaştırmak yerine, pazar günü aktivitelerinin bir alternatifi olarak görmenin daha uygun olacağı inancındayım. Eğer tatil günü futbol maçına mı, alışverişe mi yoksa filme mi gitsem diye düşünüyorsanız, bu film sizin beklentilerinizi karşılayacak türden bir eğlenceyi vaat ediyor. Avatar'ın sinema dünyasına getirdiği yeniliklerin kullanım alanlarını hayal etmek de tabii ki heyecan verici; ancak maliyeti nedeniyle uzun bir süre seks ve korku unsurları içeren ticari filmlerin dışında kullanılacağını tahmin etmiyorum ve bu nedenle sinema dünyasında beklenildiği kadar ses getireceğini düşünmüyorum.

Hiç yorum yok: