24 Şubat 2010 Çarşamba

Il Portiere di Notte - Ava Giden Avlanır


Faşist bir devlet deneyiminden geçmiş bir İtalyan olan Liliana Cavani'nin, faşizmin insanın benliğinden doğan bir sorun olduğuna dair inancını yansıttığı Gece Bekçisi (il portiere di notte) filmi, kimlikle ilgili önyargılarımızı sarsarak bu inancını seyircisine aktarıyor. 1957 yılında Viyana'da geçen bu filmde Cavani, kimliğimizi oluşturan etmenleri ve genel kabullerimizi sarsarak, bazı noktalarda seyirciyi açıkça provoke ederek, insanın iktidar denilen kavramın neden eylemlerimizin merkezinde yer aldığını açıklamaya çalışıyor. Cavani, bu iktidar hırsının toplumsal örneğini Nazi yapılanması üzerinden, bireysel örneğini ise Nazi subayı avcı ile esir kampına gönderilen Yahudi kurbanın ilişkisi üzerinden anlatmayı seçiyor.

Öncelikle hikayenin toplumsal boyutuna, yani Nazilerin varoluşunu sağlayan etmenlere göz atalım. Nazilerin sınıfsal yapısına baktığımızda, Cavani'nin pek çok noktada Nazizm'in aslında bir küçük burjuva düşü olduğunu vurguladığını görüyoruz. Nazilerin yeni yuvası olan otelde görülen Yunan heykelleri ve oteldeki volksoper (halkın operası) ilanı, Avrupa'nın kendi kimliğini tanımlamak için kullandığı tarihi ve kültürel unsurları vurgulamak için kullanılmış. Ayrıca, Nazilerin insanların özgürlüklerini ellerinden aldıkları ve her türlü şiddet yönetemini uyguladıkları esir kamplarına geri dönüşlerin yapıldığı sahneler ile bir opera gösterisinin içi içe geçmiş şekilde gösterilmesi de yine Nazilerin bu sınıfsal kimliğine yapılan bir gönderme. Filmin izleyici kitlesinin kentli orta sınıf ve burjuva kesiminden insanlar olduğunu düşündüğümüzde, bu sahnelerin seyirciyi provoke etmek için kullanıldığını da düşünebiliriz.


Nazilerin taşıdıkları kimlikten rahatsız olmadıklarını ve rejimin yıkılmasının ardından da aynı tavrı benimsediklerini ise, yaptıklarını itiraf etmelerinin karşılığında aleyhlerindeki delillerin yok edildiği davalarda görüyoruz. Bir günah çıkarma seansına dönüştürdükleri bu toplantıların ardındaki esas nedenin pişmanlıktan ziyade eski rütbelerine ve saygınlıklarına kavuşmak için duydukları özlem olduğunu rahatlıkla görüyoruz. Bu Nazi grubu, aralarında pişmanlık duyan tek isim olan ve suçluluk duygusunu da, ışığın verdiği uyanç duygusundan dolayı karanlıkta çalışmak zorunda olduğunu söyleyerek bizlere aktaran gece bekçisi Max'i ise yeni ritüellerinin dışına çıktığı için yok etmek isterler. Aynı büyük ölçekteki Avrupa topraklarında yaptıkları gibi, küçük ölçekteki yeni gruplarında da farklı davrananların tehdit olduğunu ve yok edilmeleri gerektiğini düşünmektedirler.


Hikayenin bireysel iktidar üzerine odaklanan kısımını açıklamak için önce Max karakterini tanımamız gerekiyor. Bu eski Nazi subayının esir kamplarındaki iktidarı sonlansa da, erkekliğinin yarattığı cinsel çekim sayesinde yaşadığı çevrede halen iktidarı temsil etmektedir. Burada Cavani'nin otele yerleştirdiği eşcinsel Nazi subayı (başlı başına toplumun Nazilik ile erkekliği bir arada gören önyargılarını zorlamak adına konulmuş bir karakter) ve oldukça yaşlı bir kadın, bu cinsel çekimi izleyicinin normal olarak kabul edemeyeceği noktalara sürüklemektedir. Ancak, genel olarak kimlik ve iktidar kavramlarını sorgulamamızı sağlayan ilişki, hikayenin temelindeki Max-Lucia ilişkisidir. Lucia, Max'in esir kampında cinsel işkenceler uyguladığı kızdır ve Nazilerin oteline eşiyle birlikte gelmiştir. İkilinin birbirlerini gördükten sonra yaşadıkları ise, bizlerin akıl almaz bir ilişkiyi keşfetmemizi sağlar. İlişkinin akıl almazlığı, Cavani'nin avcı ve kurban arasında yaşanan bir "aşk ilişkisini" anlatmasından kaynaklanmaktadır.

Bu ilişkiyi anlayabilmemiz için kilit olan sahne ise Lucia'nın Max'e esir kampında dans ettiği ve buna karşılık Max'in Lucia'ya, ona işkence eden bir Yahudi'nin başını hediye ettiği sahnedir. Hikayenin esinlenildiği İncil'deki versiyonunda, Salome'nin üvey babası olan kral, Salome'nin önünde yaptığı erotik danstan üvey babanın çok etkilenmesinin ardından, ona herhangi bir dileğini yerine getireceğini vaad eder. Salome de bu dansa karşılık vaftizci Yahya'nın başını ister. Bu hikayeyi esir kampında gerçekleştirirken Max'in aldığı haz, onun kimlik olarak kendini en üst noktada görmesinden kaynaklanır. Aynı sahnede hem İncil'deki bir sahneyi gerçekleştirerek kendisine tanrısal bir rol biçmiş olur, hem de Lucia'nın, hem üvey kızı hem de toplumun kabullerinin dışındaki sevgilisi olduğunu gösterir. Bundan sonra Max Lucia'ya "my little girl" olarak hitap edecektir. Lucia da kendisine kurban olarak biçilen bu rolün içinde, kendi cinsel çekiminden doğan gizli bir iktidara sahip olduğunu hissedecek ve bundan haz duyacaktır.

Filmin iddiası, aşkın da aslında kadın-erkek arasında doğan bir iktidar çekişmesi olduğu yönündedir. Kurban ile avcı arasında da uçlarda da olsa bir iktidar ilişkisi yaşanmıştır ve bunun da aşkı doğurması filmin iddiasına göre gayet mümkündür. Max ve Lucia'nın otelde yeniden buluşmalarının ardından aralarında bu çekimin, yani aşkın yeniden oluştuğunu görmemiz zor olmaz. Max, davasını önlemek adına öldürmesi gereken Lucia'yı kaybetmek istemez; çünkü Lucia onun, Nazilerin dahi vaad ettiğinin ötesinde bir güce sahip olmasını sağlayan varlıktır.

Sonuç olarak Nazizmin ve durmak bilmez iktidar hırsımızın kökenlerini incelemek adına önemli bir film olan Gece Bekçisi'nin samimiyetini de sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum. Faşist bir yönetimin iktidara gelmesiyle insanların nihayetinde insanlıktan çıkması bu filmde suçlayıcı bir şekilde mi yoksa çekici bir şekilde mi aktarıyor, bu konuda kesin bir yargıya varmak zor. Ne olursa olsun Gece Bekçisi, aşkı ve Nazileri Hollywood filmlerinin yarattığı dar pencereden görmek isteyen insanların o pencerelere 180 derece karşıdan bakmaları için önemli bir fırsat sunuyor.

Hiç yorum yok: