30 Haziran 2010 Çarşamba

Hiç A Milli Takım Forması Giymemiş En İyi 11


Beşiktaş'ın yerli oyuncuları hakkında bir araştırma yaparken, konunun dallanıp budaklanması sonrasında daha önce hazırlayıp bloga koymadığım A Milli Takım forması giymeyen en iyi 11'ini yayınlamaya karar verdim. O zaman kadroya aldığım Volkan Şen, Ozan İpek ve Turgay Bahadır'ın geçen sürede milli formayı giymeleri nedeniyle kadroyu revize etmem ve 4-4-2'den 4-2-3-1'e dönmem gerekti. Takımı saymaya başlamadan önce belirtmem gereken, bu 11'in A Milli Takım formasıyla sahaya çıkmamış olan oyunculardan oluştuğudur. Yani, kampa çağırılan oyuncular da sahaya çıkma şansı bulamadılarsa onları da takıma ekledim. Guus Hiddink'e de böylelikle bu sayfadan yardım elimizi uzatmış olalım.

1. Kaleci: Sinan Bolat


Santraforların dahi atmakta zorlanacağı kafa golüyle Şampiyonlar Ligi tarihine geçen Sinan; son dönemde Fellaini, Jovanovic gibi pek çok yeteneği çıkararak dikkatleri üzerine çeken Standard Liege'in parlayan yıldızlarından birisi. Sinan henüz 21 yaşında ve A Milli Takım formasını giymeye başlaması an meselesi. Volkan'ın kaleden ayrılmasının ardından Onur Kıvrak ile milli takım kalecisi olmak için ciddi bir yarışa gireceği şimdiden belli oluyor.

2. Defans: Ali Turan - Egemen - Giray - Aykut Demir


Defans hattında Stoper ikilisi Trabzonspor'dan geliyor. Giray zaten daha önce 3 kez milli takım kampına çağırılmış bir isim; ancak 3'ü de özel maç olmasına karşın Giray sahaya girme şansı bulamamış. Trabzon'da istikrarlı bir performans gösterirse, milli takımda Servet'in yanındaki ikinci stoper pozisyonuna geçebilir. Bu mevkiideki rakiplerinden birisi de takım arkadaşı Egemen. Uzun zamandır gündemdeki bir oyuncu olmasına karşın şimdiye kadar hiç milli takıma çağırılmamış olması şaşırtıcı. Belki de hata yapmaya müsait oyunu nedeniyle milli takım hocalarının gözüne girememiştir.

Sağ bek kontenjanından takıma giren isim bu yıl Galatasaray'ın transfer ettiği Ali Turan. Ali Turan sezonun ilk yarısında Kayserispor'un gösterdiği iyi performansın mimarlarından birisiydi. Uğur Uçar ve Emre Güngör'ün Galatasaray'dan ayrılması bu yıl önemli bir şansa sahip olduğunu gösteriyor. Düzenli olarak forma şansı bulduğu takdirde milli takıma seçilme şansı oldukça yüksek. Defans hattının tamamlayıcısı ise Gençlerbirliği forması giyen Aykut Demir. Esas pozisyonu stoper olsa da, Aykut'un defansın her bölgesinde görev yapabiliyor olmasından bu yıl hem ümit milli takım hem de Gençlerbirliği sıkça faydalandı. Zaten Türkiye'nin sol bek yetiştirme sıkıntısı ortadayken, Aykut'un yarım sezon sol bek oynaması dahi onu milli takım adayı yapabilir.

3. Orta Saha: Mustafa Sarp - Murat Ceylan


Defans dörtlüsünün önünde bir kesici ve bir pas dağıtıcısına ihtiyacımız var, bu nedenle de Galatasaray'lı Mustafa ile ümit milli takımın orta sahadaki beyni Murat Ceylan'ı kadroya dahil ettim. Geçtiğimiz sezon toplam 49 resmi maçta oynayarak Galatasaray'ın en çok forma giyen oyuncusu ünvanına sahip olan Mustafa Sarp, duran toplarda attığı gollerle de takıma katkı sağlamıştı. Geçtiğimiz sezon takım arkadaşı olan Mehmet Topal'ın Valencia'da oynama şansı bulamama ihtimali, defansif orta saha pozisyonunda Selçuk Şahin, Aurelio ve Ceyhun Gülselam alternatiflerinin de istikrarlı olarak forma giymemeleri Mustafa Sarp'ın milli takıma çağırılma ihtimalini artırıyor.

Murat Ceylan ise milli takımın daha fazla alternatife sahip olduğu pas dağıtan orta saha pozisyonunda görev yapıyor. Bir sezon öncesinin en değerli genç oyuncusu olan Murat, Gaziantep'de 31 maçta görev yaptı; ancak Necip'in yakaladığı çıkış nedeniyle ümit milli takımda geri plana düştü. Yine de çok önemli bir yetenek olduğunu ve milli takım şansının her zaman mevcut olduğunu ekleyelim.

4. Forvet Arkası: Sezer Öztürk - Özer Hurmacı - Engin Baytar


Forvetteki yetersizlik nedeniyle hücum zenginliği sağlamak adına forvet araksına top tekniği yüksek 3 isim yerleştirdim. Bu üçlünün ilginç bir ortak özelliği, hepsinin de esas pozisyonlarının forvet arkası olmalasına karşın bu sezon kanatlarda görev yapmak zorunda kalmaları. Üçlünün en dikkat çekici ismi olan Özer Hurmacı, sezon başında kendisine ödenen yüksek bonservis ücretiyle gündemde kalsa da, zaman içinde top tekniği ve güzel paslarıyla Fenerbahçe'li futbolseverlerin onayını almayı başardı ve milli takımın da adaylarından biri haline geldi. Ancak, doğal mevkiilerinde Emre ve Alex'in görev yapmasının üzerine bu sezon zorunluluktan kaydırıldığı sol kanada da Stoch ve Caner'in transfer edilmesi, yeni sezonda Özer'in forma sıkıntısı yaşayabileceğini gösteriyor.

Kanatlara kaydırdığım isimlerden ilki olan Sezer Öztürk, 2005 yılında NTV'nin yayınladığı U-19 Dünya Kupası'nda Ukrayna'ya attığı frikik golünden bu yana A milli takım formasını giymesini beklediğim bir yetenek. Aradan geçen 5 yılda beklenen patlamayı yapamadı belki; ama Amerika'ya giden milli takımın aday kadrosunda yer alması halen milli takım yetkililerinin takibinde olduğunu gösteriyor. Umarım bu yıl Eskişehirspor formasıyla çıkış yapar ve milli takım formasını giymeyi başarır.

Trabzon'lu Engin Baytar ise yetenek eksikliğinden ziyade kişilik özellikleriyle milli formanın uzağında kalan bir isim. Gittiği takımlarda arkadaşları ve hocalarıyla yaşadığı problemlerle gündeme gelen Engin, saha içinde de kendini yere atması ve bencil oyunuyla tepki çekiyor. Onun milli takım için en büyük şansı ise teknik direktörü Şenol Güneş. Eğer onun yönetiminde takım oyununa daha fazla katkı sağlayan bir oyuncu haline gelirse milli takıma seçilebilir.

5. Santrafor: Mustafa Pektemek


Bu sezon 12 gollü Necati Ateş'in ardından attığı 11 golle Süper Lig'de en çok gol atan ikinci Türk oyuncu olan 21 yaşındaki Mustafa Pektemek, santrafor için elimizdeki tek alternatif olarak duruyor. Kendisiyle 2013'e kadar sözleşme imzalayan Cavcav başkan, elinde böyle bir uzun kontrat kozu varken Mustafa'yı değerinin iki katı falan verilmedikçe hayatta bırakmaz, o yüzden Mustafa'nın önümüzdeki sezon da istikrarlı olarak forma giymek için önemli bir şansı var. Bu gelişim sürecini devam ettirirse, halihazırda ümit milli takımın santraforu olan Mustafa Pektemek 2014 Dünya Kupası elemelerinde milli takımın değişmez santraforu olmak için Mevlüt Erdinç ve Sercan ile kıyasıya bir rekabete girecektir.

DK 2010 Akılda Kalanlar #9: Juan Mata



Akılda kalanlar listemizde bu kez ne yazık ki maçta yapılmış bir hareket yok. Ne yazık ki diyorum; çünkü bu hareket maçta yapılmış olsaydı jeneriklere geçerek Dünya Kupası'na yöneltilen bütün eleştirileri sonlandırabilirdi. Mata'nın antrenman sahasında takım arkadaşı Raul Albiol'e bariz şekilde ayıp ettiğini ve bu hareketi sahada görme ihtimali için İspanya maçlarında Mata'nın oyuna girmesini beklediğimi de ekleyeyim.

29 Haziran 2010 Salı

DK 2010 Akılda Kalanlar #8: Frank Lampard



Akılda kalanlar serisi hazırlarken bu pozisyonu koymamak olmazdı. 1966 ruhunu çağırmak için formalarını dahi o dönemde giyilen formaların aynı şeklinde dizayn eden İngilizler, o ruhun geri dönüp adalet teslim etmeye niyetli olduğunu nereden bilebilirlerdi ki? Sonrasında açılan video kullanımı ve 6 hakem tartışmaları nedeniyle belki de üst düzey bir organizasyonda son kez böyle fahiş bir hata görmüş olduk. Verilmeyen gole karşın Almanların maçı hak ederek kazandıklarını da eklemek gerekiyor.

24 Haziran 2010 Perşembe

Haftanın Notları #10


"Körlük" isimli romanı hakkındaki düşüncelerimi yazdığım yazıdan bir hafta sonra Jose Saramago'nun ölüm haberiyle karşılaşmak benim için gerçekten üzücü oldu. Herhalde bundan daha üzücü olan ise Saramago'nun ölüm haberinin Vatikan'ın açıklamalarıyla gündeme gelmesiydi. Körlük yazısında da belirttiğim gibi, Portekiz'de ikitdarını Katolik ilkelerine dayandırdığını iddia eden bir diktatörlüğe karşı duran bir düşünürün, dinin baskı rejimlerine meşruiyet sağlayan yapısına karşı durması kişisel fikrimce gayet normaldir. Dinin bir vicdan meselesi olmaktan çıkıp, kültürel tanınma adı altında yeniden siyasi egemenlik sahası oluşturmaya çalıştığı günümüz toplumunun durumundan duyduğu üzüntü, Saramago'nun ömründen bir kaç yıl götürmüş olabilir. Yine bir diğer üzücü haber de İlhan Selçuk'un vefatıydı, onu da bu yazıda anmadan geçmeyelim.


Cannes ile ilgili bir değerlendirme yazısı yazmayı uzun süredir düşünüyordum, en sonunda haftanın notlarına eklemeye karar verdim. Tabii bu değerlendirme filmleri izleme şansı bulmam mümkün olmadığı için genel görüntüye dair olacak. Bu yıl Kiarostami, Leigh, Inarritu ve Kitano dışında tanınmış yönetmenlerin bulunmadığı yarışma bölümüne seçilen filmlere bakarak, Cannes jürisinin yenilikçiliği seçtiğini görebiliriz. Yine yarışma bölümüne seçilen 5 Uzakdoğu ve 4 Fransız filmi, önümüzdeki yıl bu sinemalar üzerine daha fazla konuşacağımızı gösteriyor. Zaten büyük ödül Tayland'lı yönetmen Weerasethakul'a, en iyi yönetmen ve grand prix ödülleri de Fransız filmlerine gitti. Seçimler arasında yalnızca bir ABD filmi olması, Amerikan film endüstrisinin nicelikte üretken görünmesine karşın değer üretiminde gerilerde kaldığını gösteriyor.


Açıkçası bu sezon için daha fazla NBA yazısı koyacağımızı düşünüyordum; ama kısmet olmadı. İlk haftanın notlarında açılışını duyurduğumuz NBA'in kapanışını da bir diğer haftanın notlarında yapalım. Fotoğrafta gördüğümüz Kobe Bryant, LA Lakers formasıyla beşinci yüzüğü de takmayı başararak şu an dünya üzerindeki en iyi basketbolcu olduğunu dosta düşmana ispatladı. Bu konudaki en büyük rakibi LeBron James ise, yetenek olarak gerisinde kalmadığı Kobe'nin mental olgunluğuna henüz erişemediği için bu sezon da şampiyonluk hayaline erken veda etti. Karşılaştırmayı salt şampiyonluklar üzerinden yapmak anlamsız olur; çünkü Gasol'ün performansı bizlere bir kez daha gösterdi ki iyi uzunun olmadan şampiyonluk kazanılmaz. (İstisnayı bozan tek takım olan MJ'li Bulls'u saygıyla analım)Bir de play-off'lar öncesi herkesin çok az şans tanıdığı; ancak Rajon Rondo'nun enerjisi ve karakterli oyun anlayışıyla finale gelmeyi başaran Boston'ı tebrik edelim. Eğer Allen veya Pierce 3-4 yıl önceki skorer kimliğinde olsaydı son maçı kazanıp şampiyon olabilirlerdi. NBA'de oldukça heyecanlı bir ölü sezon yaşanacak, sanıyorum bu dönemde bizler de (bakın biz diyorum) bloga daha çok NBA yazısı koyacağız.

DK 2010 Akılda Kalanlar #7: A.B.D.



Futbola futbol demeyen bir ülkenin, gruptan lider çıkmayı bırakın, Dünya Kupası finallerine katılmasını bile içime sindiremiyordum. Ama Slovenya maçının ikinci yarısında turnuvanın şu ana kadarki en eğlenceli maçlarından birini seyrettirdiler bize. Cezayir karşısında da Donovan ile son zamanların en dramatik son dakika gollerinden birini bularak sevinmeyi hakettiler. Peki liderliği hakettiler mi? Bu kadar berbat bir İngiltere ve Slovenya varken, sonuna kadar hakettiler.

DK 2010 Akılda Kalanlar #6: David Villa



İspanya - Honduras maçının ilk golü. Mendoza ve Guevara aralarından bir anda sıyrılan Villa'nın arkasından nasıl bakakaldılarsa, biz de önümüzdeki yemeği, birayı bırakıp televizyona bakakaldık.

DK 2010 Akılda Kalanlar #5: Luis Fabiano



Bu sene de iyi "Tanrı'nın eli" yaptı... Önce Henry sonra Fabiano. Ama Luis Fabiano'nun golü o kadar güzeldi ki, insan eli görmezden geliyor.

Emre Güngör, Uğur Uçar ve "Harcanan Gençler"


Emre Güngör ve Uğur Uçar transferlerinin ardından basında yine altyapı haberleri çıkmaya başladı. En çok sevdiğimiz şey herhalde "almayın yabancıları, gençler oynasın yaa" diye popülizm yapmak. Hele bir de "Galatasaray'ın ne genç yetenekleri vardı, hepsini harcadılar!" imajı verilmiyor mu şu takıma, çıldırtırlar adamı.

Emre ve Uğur'un gönderilmesinden başlayalım. Emre Aşık'ın ardından bir diğer stoper de ayrıldı. Servet'in gideceği konuşuluyor. Gitmese bile verimli olması zor. Her fırsatta sitemkar açıklamalar yapan bir adamdan verim almak zor bu saatten sonra. Gökhan Zan'ı saymıyorum bile zaten. Emre Güngör yaptığı skandal hatalara rağmen beğendiğim bir oyuncuydu. Servet ve Gökhan Zan gibi isimlere göre biraz daha çevikti. Servet gibi topu köklemek yerine önündeki adama pas vermeyi daha faydalı buluyordu. Ama sakatlık sorunu en az Linderoth kadar rahatsız edici. Gidişine yanlış demek zor. Ama alınan bonservis ücreti de bir o kadar saçma.


Uğur'un Konya'da o rezil sahada sakatlanışını hiç unutmam. Bir erteleme maçını yine rezil bir sahada oynatmak tam da bizim yapacağımız bir iş zaten. Uğur'un dönüm noktası oldu o sakatlık. Bir daha hiç istenilen seviyeye ulaşamadı. Onun da gidişine itiraz etmek, ortalığı velveleye vermek saçma olur. Hele bir de bu iki transfere Rijkaard - Neeskens de onay verdiyse. Uğur'un gidişiyle ortaya çıkan bir sağ bek sıkıntısı da göze çarpıyor. Ali Turan ve gerektiğinde Lucas Neill bu bölgede düşünülüyor olabilir gerek duyulduğunda.

Alınan bonservis bedellerine gelecek olursak, işin o kısmı tam bir fiyasko. Çağlar Birinci'ye 1.5M € + 4 oyuncu verildi. Mustafa Pektemek için 5M € ile 7M € arası rakamlar konuşuldu. Volkan Şen ve Sercan'ın bonservis bedelleri 7-11M € arası. Üç büyükler ve diğer kulüpler arasında elbette ki bir bütçe farkı var. Ama bonservis bedellerindeki bu uçurum çok daha fazla. Ne Mustafa Pektemek'in değeri 7M €, ne de Uğur'un değeri 1.3M TL. En azından 1.5M € alınmalıydı Uğur ve Emre için. Bu oyuncuları yok pahasına satmak satanların büyük bir hatası.

Gelelim işin altyapı boyutuna. Bahsettiğim popülizmi yapan insanlara bir sormak lazım... Serdar Eylik Denizli'ye gidecek diye ortalığı toz duman edenler, Semih gönderilir mi diye basbas bağıranlar kaç kere izlemiş acaba Serdar'ı, Semih'i? Nasıl karar vermişler hemen geleceğin yıldız adayları olduklarına? Bu işler FM'nin benim gibi Galatasaray fanatiği olan scoutlarına güvenip de ateşle savunulabilecek işler değil. Galatasaray altyapısı Barcelona'dan fazla yıldız çıkaracak ha? Yok artık...

Serdar Eylik geçen sezonun hazırlık maçlarında beni en çok heyecanlandıran isimdi. Çoğu kişinin de dikkatini çekmişti zaten. Peki Serdar neden bir Türkiye kupası maçı haricinde ilk 18'e giremedi? "Rijkaard bu işi bilmiyor çünkü" demek kolaya kaçmak, sığ cevap vermek olur. İşi bilmeyen Rijkaard siz her gün FM oynayıp Fotogol okurken o adamları izliyor. Hadi diyelim ki Rijkaard işi bilmiyor, Serdar Orduspor'da ne yapmış, bilen duyan var mı?


Hollanda'nın amatör takımlarına karşı bilek hareketi yapmak, adam eksiltmek kolay. Olay Süper Lig ve Bank Asya'daki ızbandut abilerle mücadele edebilmekte. Ama Serdar'a, Oğuz'a, Mülayim'e, hayat tatlı; gençsin, iyi kötü meşhursun, Galatasaray'dasın, parayı biraz buldun, daha da bulacaksın. Kim antrenmandan çıkıp fitness yapacak, ekstra çalışacak şimdi? Kim kalkıp da Ordu'ya, Manisa'ya gidip futbol oynayacak? Bu da bir seçimdir, saygı duyarım. Hatta fırsatım olsa ben de aynısını yaparım belki. Manisa'ya gidip sürekli çalışan adamın geldiği yer belli. (Ama yaşıtlarındaki zihniyeti tamamiyle yenemediği için geleceği nokta da belli. Neyse, o apayrı bir konu.) Uğur'un kiralık bile gitmeden formayı kapmak için ne kadar çok çalışıp didindiği herkesçe bilinen bir gerçek. Demek ki neymiş? Bu iş kapris yapmakla, oraya gitmem burada oynamam, fitness'a girmekle uğraşamam, demekle olmuyormuş.

Bir kamyon "yıldız adayı" futbolcunun hiçbir yere gelememesini bu vasat adamların kendisinden başka her şeye bağladı bu futbol kamuoyu. Türk futbolcuların kanseri olan bu sorunu görmezden gelip bir neslin çöpe gitmesinin sorumluluğunu Rijkaard'a, Galatasaray yönetimine bağlamak hakikaten boş konuşmak oluyor.

Bu sorunun çözümü futbolcularda bitiyor desem de, elbette ki altyapıyı sorumlularının da yardım etmesi gerekiyor bu 16-17 yaşındaki çocuklara. Hatta Tugay'dan en büyük beklentim kendi hayat felsefesini, İngiltere'deki futbolculuk anlayışını oradaki çocuklara aşılayabilmesi. Ama bu kadar vasat futbolcuyu gözde bu kadar büyütmek, daha şimdiden bu futbolculardan ilk 11 kurmak düpedüz hayalcilik.

23 Haziran 2010 Çarşamba

DK 2010 Akılda Kalanlar #4: Aiyegbeni Yakubu



Arjantin'in rahatlıkla birinci olarak bitirdiği B grubunda esas soru işareti kimin grup ikincisi olacağına dairdi. Sonradan bir penaltıyı gole çevirip skoru 2-2'ye getirmeyi başarsa da, Güney Kore - Nijerya maçının 66. dakikasında Güney Kore 2-1 öndeyken Yakubu'nun kaçırdığı bu gol unutulmayacak cinstendi. Bu gol olsaydı Nijerya gruptan çıkar mıydı bilinmez; ama Yakubu'nun YouTube'un en çok izlenenler listesinden çıkmayacağı kesinleşti.

The Killing - Kubrick'ten Kara Film


Bir yıl sonra çekeceği Paths of Glory filmiyle Hollywood sınırlarını aşacak olan Kubrick, henüz stüdyoların yeteneğini fark etmesini beklediği dönemde çektiği The Killing filmiyle onun filmografisinde görmeye alışmadığımız bir noir film'e imza atmış. The Killing aynı zamanda Kubrick'e ilk büyük stüdyo teklifini getiren film. Bu teklif, her ne kadar teklifi yapan ismin MGM'deki işine son verilmesi nedeniyle boşa gitse de, 28 yaşında sıkı adamalar ve zor kadınlar üzerine çekmiş olduğu bu filmin Kubrick'in yeteniğini ispatlamaya yettiğini gösteriyor. Özellikle soygun planının anlatıldığı sahnedeki ışık - gölge oyunları ve havalimanında bilet satılan sahnede yakalanan simetri, ileride de Kubrick'ten sık sık göreceğimiz karakteristik sahnelerin birer örneğini oluşturuyorlar. Karşı örnek olarak ise filmin 1,5 saaten az süresiyle bir Kubrick filmi denince akla gelen filmlere oranla hayli kısa olmasını gösterebiliriz.


Açılışta sürekli olarak hipodromun gösterilmesi, seyircide bir kumarbazın hikayesini izleyeceğine dair bir izlenim uyandırıyor; ancak dış sesin devreye girmesiyle ilk "twist" gerçekleşiyor ve böylelikle soygun hikayesine geçiş yapılıyor. Daha sonra soygunu gerçekleştirecek olan ekibin üyelerini tanımaya başlıyoruz. Bu soygun planını yapan ekibe sempati besliyoruz; çünkü ekibin her üyesinin soygunu gerçekleştirmek için geçerli mazeretleri var. Hasta karısına daha iyi imkanlar sunmak isteyen yaşlı bir barmen, karısının iktidarı altında ezilen ve ona kendini ispat etmek isteyen bir bilet satıcısı (ki bu hikaye senaryoda kilit bir rol oynamakta), hapisten çıktıktan sonra yeni bir hayat kurmak isteyen karizmatik gangster (Sterling Hayden) gruba sempati beslememiz için yeterince neden sunuyorlar. Müzik kullanımı da pek çok film-noir'da olduğu gibi duyguları manipüle edici şekilde kullanılıyor; ancak filmdeki müzikler Kubrick'in sonraki filmlerindeki belirleyici etkilerinden uzak.


Senaryonun merkezinde bir gangster ve kocasını aldatan bir femme fatale var; ama bu iki karakter klasik noir-filmlerde olduğu gibi bir aşk ilişkisine sahip değiller. Aslında senaryo soygun ile birbirine bağlanan iki ayrı hikayeden oluşuyor. Bir tarafta soygunu gerçekleştirmeye çalışan ekibin planlarını adım adım takip ederken, arka planda ekibin zayıf karakterli üyesi George'un dominant karısı Sherry'nin parayı soygun ekibinin elinden alıp sevgilisiyle kaçma çabası var. Evliliğin kutsal değerlerine ihanet ettiği için seyircinin tepkisini çeken Sherry, kocasının iktidarsızlığın yüzüne vurarak (Karizmatik gangster Johnny ile yattığını ima ederek) planla ilgili istediği detayaları elde ediyor; ancak böyle bir oyun oynamanın tehlikelerini görmezden geliyor. Muhtemelen para paylaşımı sırasında gangster'i vurmak için yanına silah alan George, karısının esas sevgilisinin paraları ekipten çalmak için gelidiğini görünce cinnet geçirip önce odadaki herkesi vuruyor; ardından da gidip karısını öldürüyor.


Haydan gelen huya gider temalı bu filmin Kubrick filmografisinde değerli bir yere oturması zor; ancak sanatçının kural yıkıcı, kırıcı etkisi üzerine bir diyaloğun bulunduğu sahnede Kubrick'in varlığını hissediyoruz. Bu diyalog öncesinde zekasını satranç tahtasında ispatlayan bir adam, toplumdaki sıradan insanlar gibi olmadıkları için gangsterlerle sanatçıları birbirine benzetiyor ve ekliyor: " Her ikisinin (sanatçı ve gangster) de bireycilik canavarına sahip olmaları insanlarda hayranlık uyandırır; ancak aynı zamanda herkes onların güçlerinin doruğundayken yerle bir olmalarını görmek ister." Yakın dönemde kural yıkıcı sanatçılar denilince akla gelen ilk isimlerden biri olacak olan Kubrick, daha o dönemde nasıl tepkilerle karşılaşacağını iyi öngörmüş.

20 Haziran 2010 Pazar

Roland Garros'dan Akılda Kalan 5 Olay


Tenisseverleri yarın başlayacak olan Wimbledon'ın heyecanı sarmışken, sezonun 2. Grand Slam'i olan ve yoğunluk nedeniyle yazamadığım Roland Garros'dan akılda kalan 5 olayı not düşmek istedim. İşte Avustralya Açık'ın aksine ortaya büyük sürprizler çıkaran Fransa Açık'tan satırbaşları:

1. Dirty Schiavone


Justine Henin'in 3 yıl üst üste kazandıktan sonra tenisi bıraktığını açıklamasının ardından kadınlarda 3 yıldır sürpriz şampiyonlar çıkaran Roland Garros'ta bu yıl gerçekten büyük bir sürpriz gerçekleşti ve 17 numaralı seribaşı olan Francesca Schiavone 29 yaşında ilk grand slam şampiyonluğunu kazandı. Bu sonuç Schiavone'yi Grand Slam kazanan ilk İtalyan kadın tenisçi yaptı. Bu turnuvada gördük ki Avustralya Açık'taki Serena Williams - Justine Henin finalinden sonra kadınlar tenisinin geri döndüğünü söyleyip biraz erkenden ötmüşüm. Bu turnuvada da sıkıcı maçlar ve sürpriz sonuçlar başını aldı gitti. Neyse, değerlendirmeleri bir kenara bırakıp 1.66'lık bu İtalyan'a tebriklerimizi gönderelim. Özellikle Game, Set&Mats programında "fizik dezavantajını nasıl kapatıyorsun" sorusuna "Heart(Kalp)" cevabını vererek pek çok tenisseverin sempatisini kazanmıştı. Nasıl bir oyun tarzı benimsediğini sorduklarında da "Diğer oyuncular kirli(dirty) oynadığımı söylüyorlar" diyen Schiavone'nin kirli hali fotoğrafa da yansımış durumda.

2. Savulun Nadal Geliyor


2009 Avustralya Açık'ı kazanmasının ardından herkesin "Bu yıl 4 grand slam'i birden kazanabilir" dediği Rafa Nadal'a dizleri izin vermemiş ve İspanyol raket uzun süre tenis kortlarından uzak kalmıştı. Avustralya Açık öncesi yavaş yavaş dönüş sinyallerini veren Nadal'ın yeniden zirveye oturması ise şüphesiz en sevdiği turnuva olan Fransa Açık'ta gerçekleşti. Toprak kortların kralı Nadal, bu yıl toprak sezonunda katıldığı bütün turnuvaları kazanarak geldiği Roland Garros'da set dahi vermeden görkemli bir geri dönüşe imza attı. Nadal'ın Fransa Açık'taki 5. şampiyonluğu, ona dünya sıralamasında 1 numarayı yeniden getirdi. Kortları Vamos sesleriyle inleten İspanyol'un Wimbledon'da neler yapacağını da merakla beklemeye başladık.

3. Federer 24'ü göremedi


Üst üste 23 grand slam'de yarı final oynayarak akılları baştan alan bir performansa imza atan Federer 24. grand slam olan Roland Garros'a çeyrek finalde veda etti. Geçtiğimiz yıl kariyer grand slam'ini tamamladığı finalde karşısına çıkan Robin Söderling, Federer'den set dahi alamamıştı; ancak bu kez kendine güvenli oyunu ile majestelerinin serisine son vermeyi başardı. Benim gibi Fedex hayranlarını üzen bu durum Federer'i saçma ATP puanlaması nedeniyle 1. sıradan etti. Yine de bu durumu kendisine soran gazetecilere "Her güzel şeyin bir sonu vardır" diyen Federer'in pek üzülmediğini görmek bizleri rahatlattı.

4. Yeni Umut Sammy


Şu an için adı Grand Slam Şampiyonları listesinde yer almasa da, bu turnuvada kadınlar tenisi adına en ümit verici olay Samantha Stosur'un müthiş yükselişi oldu. Finale kadar ilerlediği turnuvada Henin, Serena Williams ve Jankovic'i elemeyi başaran Sammy'nin bu isimlerin hepsini eleyip turnuvayı kazanamaması gerçekten büyük bir şanssızlık; ama finalden sonra Schiavone'nin ona söylediği gibi "Henüz genç ve ileride turnuvalar kazanacak". Schiavone bu turnuvada büyük bir sürprize imza attı; ama Stosur bu oyununu devam ettirebilirse kadınlar tenisi yeni bir büyük şampiyon ile tanışabilir.

5. Henin vs. Şarapova


Nadal'ın set vdermeden kazandığı erkekler turnuvasında konuşulacak pek bir şey olmadığı için turnuvanın maçını da kadınlar tarafından seçtim. Sammy Stosur'un Serena Williams'a karşı oynadığı maç da turnuvanın maçı olmaya adaydı; ancak iki gerçek şampiyonun iki güne yayılan maçı gerçekten etkileyiciydi. İki gerçek şampiyondan bahsediyoruz; ancak Henin iki yıldır tenise ara verdiği, Şarapova'da moda çekimlerinden tenis oynamaya vakit bulamadığı için bu maç daha çok iki eski şampiyonun geri dönüş aradığı bir maçtı. İlk seti zorlanmadan 6-2 kazanan Henin, maçı da kolay kazanacak gibi duruyordu; ama Şarapova uzun süredir kendisinden göremediğimiz bir direnişe imza atarak maçı 1-1'e taşımayı başardı. Son set havanın kararması nedeniyle bir sonraki güne taşındı. Bu güne hızlı başlayan Şarapova Henin'ın servisini kırmayı başardı ve 2-0 öne geçti, Henin 3. oyunda kendi servisinde 0-40 geriye düştü. Herkes maçın Şarapova'ya gittiğini düşünürken küçük Belçikalı geri döndü, oyunu çevirmeyi başardı. Yetmedi bir de Şarapova'nın servisini kırdı ve psikolojik üstünlüğü ele geçirdi. Son seti 6-3'le kazanıp yoluna devam eden Henin belki turnuvayı kazanamadı; ama bizlere unutulmayacak bir maç daha hediye etmiş oldu.

DK 2010 Akılda Kalanlar #3: Landon Donovan




Turnuvanın şimdiye kadarki en güzel maçlarından biriydi Slovenya - A.B.D. maçı. Hakemin yediği üçüncü gol dışında Donovan'ın golü de unutulmayacaklardan. Basit ama uygulaması zor bir düşünceydi. Donovan fazla düşünmedi, "zımbaladı".

19 Haziran 2010 Cumartesi

DK 2010 Akılda Kalanlar #2: Robert Green



Dünya Kupası'nın en büyük "fail"ı olmaya aday şimdiden. Capello acımadı, yolladı kulübeye kendisini. Hiç tat vermeyen İngiltere'nin muhtemel ikinciliği veya gruplardan vedasının bir numaralı sorumlusu Robert Green...

DK 2010 Akılda Kalanlar #1: Eren Derdiyok



İspanya - İsviçre maçında Eren'in direğe takılan şutu. Şutu çekene kadar 3 kişiyi etkisiz bırakışı uzun süre unutulmayacak cinsten. Gol olsa uzun süre konuşulacaktı.

What the...


Öyle bir dönem kapandı ki bizim için, ben hala kendimi toparlayabilmiş değilim. Sanki bittiğine inanamamak gibi bir durum var. Ertesi gün insanın yapacak hiçbir işinin olmayışı o kadar yabancılaşmış ki, gece 4'te 5'te yatan bünye sabah 8-9'da ayağa dikilmek istiyor hemen. Gözlerinizi açtığınızda yaşadığınız "Ulan... Geç mi kalktım?!" paniğinden birkaç saniye sonra, okula gitmek, proje hazırlamak ve sınava çalışmak dışında istediğiniz her şeyi yapabileceğiniz bir güne uyandığınızı anlıyorsunuz. Ne harika bir şeymiş bu be!

Buradan Elektronik, Makina vb. mühendislikler okuyacak genç arkadaşlara da seslenelim. Yapmayın, etmeyin... ÖSS senesinde adam gibi araştırın, öğrencilerle konuşun bi ne halt yediriyolar onlara, sonra seçin seçeceğiniz yeri. Yoksa o okul öyle bir yamultur ki sizi mezun olunca, o diplomayı alana kadar ne yaptınız, nasıl yaptınız, ne zaman yaptınız, niye yaptınız, anlayamazsınız; "What the..." der kalırsınız.

Bloga kesin geri dönüşümü de bu yazıyla yapmış olayım. Yaz Helvama da en samimi teşekkürlerimi sunayım blogu çekip çevirdiği için tek başına. Bundan sonra mümkün olduğunca ona ayak uydurmaya çalışacağım.

Dünya Kupası, Şili - Honduras maçıyla beraber başlangıçtaki sıkıcılığından arınmışken, yükseklik ve topa alışma evresi yavaş yavaş geride kalırken, "çalmaya başlasın" dediğimiz o lanet vuvuzelalar makul volumlerde çalmaya başlamışken, herkese iyi seyirler. Görüşmek üzere.

18 Haziran 2010 Cuma

Entre les murs - Duvarlardan Taşan Sorunlar


Sınıf (Entre Les Murs) filmi, son yıllarda yeniden yükselişe geçen Fransız sinemasına 21 yıl sonra Altın Palmiye kazandırdı. Bütün hikayenin bir okulda, yani dört duvar arasında geçtiği filmde mekan ciddi anlamda sınırlanmış belki; ancak bu kısıtlı alan ve küçük ilişki biçimi Fransa'nın son dönemde yaşadığı toplumsal değişime ışık tutuyor. Ulusal kimlik tartışmalarıyla soydan Fransızlar ve azınlıklar kavramlarının gündemde tutulduğu Fransa'da, farklı etnik kimliklerden gelen çocukların oluşturduğu sınıfta yaşanan gerilimler bu arka plandan bağımsız olarak düşünülemiyor. Banliyö ayaklanmalarından sonra göçmenlerden ayaktakımı olarak bahseden bir cumhurbaşkanına sahip olan Fransa'nın hareketli gerçekliğine tezat oluştururcasına, sınıfın içinde özellikle tartışmalarda zaman zaman tempo artsa da genel olarak sakin bir filmle karşı karşıyayız.


Öncelikle filmin geçtiği mekana, yani okula odaklanalım. Hepimiz eğitim sürecini yaşadığımız için kolaylıkla sınıftaki öğrenciler ve öğretmenle empati kurabiliyoruz. Ve iyi biliyoruz ki değişen toplumsal koşullara ayak uyduramayan geleneksel okul yapısı çatışmalara gebedir. Henüz kimlik oluşturma aşamasındaki çocukların yaşadığı sıkıntıların çatışmalara dönüşmesi her an mümkündür. Filmdeki sınıfta okuyan öğrencilerin farklı etnik kimliklere sahip olmaları sınıfı daha kırılgan bir yapıya büründürüyor; çünkü hem çocuklar kendilerini beyaz Fransız olan hocalarıyla özdeşleştiremiyorlar, hem de farklı etnik kimliklerden gelenler kendi içlerinde çatışmaya giriyorlar. Cezalandırma sistemi, sistemin sorun çıkaranları dışlaması hala temel çözüm olarak görülüyor. Otorite sahipleri çözüm için nispeten daha istekli görünseler de sonucu değiştiremiyorlar.


Okul üzerine genel bir tanım yapıp ortaya çıkması muhtemel sorunlara değindikten sonra okulların da değişimden nasibini aldığını göstermek için filmi 400 darbe ile karşılaştırmayı uygun gördüm. Öğretmen, artık 400 darbe'deki gibi asli görevinin çocukları sus pus oturtmak olduğunu düşünmüyor. Çocukları konuşturarak onlara kenidlerini ifade etmeleri için fırsat tanıyor. Oto-portre ödevlerini bu bağlamda ele almak gerekiyor. Fırsatların sunulduğu bu yeni yapıda okulda sorunlar yaşayan Afrika kökenli Müslüman çocuk Süleyman dahi kendini ifade etmek için fırsat buluyor ve oto-portre ödevinde fotoğraflarla ortaya güzel bir iş çıkarıyor. Ayrıca yaşanan sorunların ardından öğretmen sorunları tekrar düşünüp kendini ve sistemi sorguluyor.


Bir anlamda sınıftaki düzenin bir iletişim ağı (network) olarak yeniden yapılandığını görüyoruz. Yeni iletişim ağında herkesin kültürel birikimleri üzerinden yapacakları katkılar var ve bu nedenle tepeden inme ve tek yönlü iletişimin olduğu bir topolojinin terk edilmesi zorunlu. Öğrenci, öğretmen, yönetici ve velinin de bu toplumsal iletişim zincirinin halkalarını oluşturması gerekiyor. Özellikle veli toplantılarında gördüğümüz ise bu iletişimin henüz tam olarak sağlanamadığı. Bir de bu veli toplantılarının bana İki Dil Bir Bavul'u hatırlattığını ekleyeyim.


Sınıf, yeniden düşünmek veya algıyı kırmaktan ziyade toplumsal yapı üzerine tespit yapmayı tercih eden bir film. Otoriteyi sağlayan öğretmen beyaz bir Fransız, sorunlu çocuklar genellikle Afrika kökenli, sessiz ve çalışkan öğrenci ise bir Çinli. Fransa'daki toplumsal yapının kaçınılmaz olarak okula yansıdığını görüyoruz. Truffaut'nun 400 Darbe'sindekinden apayrı bir toplumsal yapı sınıfa hakim, yine de çocukların temel sorunları kenidlerini ifade etmek üzerine kurulu. Kendini geliştirme ifade etme konusunda engellenen göçmenler, şiddete ve dolayısıyla sistemin dışına itiliyor. "Beni kendimden başka kimse tanımıyor" diyen Süleyman, sınıf yapısıyla zlaşmayı reddettiği için okuldan uzaklaştırılıyor. Asya'dan gelen çocuk ise utanma duygusunun kayboluşundan rahatsızlık duyuyor ve bu Asya'nın bireyciliği dışlayan kültürel yapısnın bir tezahürü. Sınıf filminde bütün bu farklı yaklaşımların nasıl harmanlanacağı üzerine bir ipucu göremiyoruz. Başta da değindimiz gibi bu film temel olarak tespitleri ön plana çıkarıyor, gerisini yetkililere bırakıyor.


Göçmenlerle birlikte yeniden tanımlanması gereken ulus-devlet kavramının yarattığı sorunlara filmde rastlamak mümkün. Bunun güzel bir örneğini, çocukların öğretmene neden örnek cümlelerde Afrika veya Arap kökenli isimleri kullanmadığını sorduğu sahnede görmek mümkün. Beyaz bir fransız olarak öğretmenin ulus-devletin yarattığı kimliğe sorunsuz oturması onu isimler üzerine yeniden düşünmekten alıkoyuyor. Filmin yaptığı bir başka tespit ise futbolun öğrencilerin kimliklerini ifade etmekte önemli işlevi. Özdeşleşebilecekleri şahsiyetlere ihtiyaç duyan çocuklar futbolculara yöneliyorlar. Sadece öğrencilerin değil toplumun da benzer bir durumda olduğunun güzel bir örneği, 1998 Dünya Kupası'nı kazanan Fransa takımındaki etnik çeşitliliğin bütün Fransızları birleştirmesiydi.


Son olarak Sınıf filminin Fransa'nın sorunlarının tartışılması için gerekli olan bu gerçeklik halini nasıl oluşturduğuna bakalım. Öncelikle filmin karakterlere mesafeli yaklaşımı, sorunların üzerine düşünmek için elzem olan aklıbaşındalığı filme hakim kılıyor. Filmin belgesele yakın duruşu da gerçeklik algısı oluşturmayı hedefliyor. Sınıf filmi, Avrupa sinemasında yıllardır var olan stüdyo sinemasına karşı duruşun bir yeni bir örneği. Yine son dönem Avrupa sinemasında görmeye alıştığımız titrek kamera sayesinde kendimizi sınıfın bir üyesi gibi hissediyoruz. Gerçeklik algısı amatör oyuncularla da destekleniyor. Filmdeki öğrenciler gerçek hayatta aynı sınıfta değiller; ancak aynı okuldan geliyorlar ve yine hemen hepsi aynı mahallede yaşıyorlar. Bütün bu özelliklerin filmi gerçeğe yaklaştırdığı doğru; ancak zihnimizin bir köşesinde sanatın her zaman gerçekliğe mesafeli olduğunu tutmak, sağlıklı değerlendirmeler yapmak adına faydalı olur.

17 Haziran 2010 Perşembe

Hoşgeldin Ciganito


Kökenlerinde çingenelik olduğu için Ciganito, yani Küçük Çingene lakabıyla tanınan Ricardo Quaresma yarın Beşiktaş'a imza atmak üzere Türkiye'ye geliyor. Bu sebepten ötürü kendisiyle ilgili bir yazı yazmak farz oldu. Kendisiyle ilgili bulduğum notları aktarmadan önce de transferle ilgili görüşlerimi belirteyim. Açıkçası ben bu transferin Yıldırım Demirören'in İnönü'ye giriş bileti olduğuna inanıyorum. Halkın benimsemediği sürgündeki diktatörün, halkına hoş gözükmek için yaptığı bir jest olarak da görebiliriz. Böylece İnönü'de fabrikatör başkanların başkanlık koltuğuna kurulabilmelerinin bedelinin de 7.3 milyon euro olduğunu öğrenmiş olduk. Tabii ki Demirören'in Quaresma'yı transfer etmesi bir başarıdır; ancak onun yönetimindeki geçmiş hadiselere bakarsak, zaten riskli olan bu transferin büyük bir fiyaskoya dönüşme ihtimali oldukça yükseliyor.

Neyse, bugün yeni sezonla ilgili yeni umutlar beslemeye başlarken tekrardan Demirören'i hatırlamanın gereği yok, biz en iyisi o hiç yokmuş gibi yapıp Quaresma'yı yazmaya başlayalım. World Soccer, Champions, Four Four Two gibi prestijli dergilerin hepsinde Quaresma ile ilgili yazılar aynı cümleyle başlıyor: "Sporting Lizbon günlerinde 'yeni Figo' olarak anılan Quaresma, Cristiano Ronaldo'dan daha çok dikkat çeken bir oyuncuydu." Söylentilerden birisi de Alex Ferguson'un Sporting Lizbon ile oynadıkları ve Cristiano Ronaldo'yu beğendiği hazırlık maçını Quaresma'yı izlemek için düzenlediği yönünde. Bu karşılaştırmayı o kadar çok yerde gördüm ki, bu bana genç yaş turnuvasında oynanan Türkiye - Fransa maçından bu yana süren Ender Arslan - Tony Parker kaşrılaştırmalarını anımsattı. Yıllar yılı bu karşılaştırmanın altında ezilen Ender, sonuçta kendi gelmesi gereken seviyenin de maalesef altında kaldı. Quaresma'nın beklentileri karşılayamasının mental nedenlerinden biri de sonu gelmeyen bu kaşrılaştırma olabilir.


Cristiano Ronaldo'nun bir süper yıldıza dönüşürken Alex Ferguson'dan gördüğü yardımı Quaresma da görebilseydi, onun bugün hangi noktaya geleceğini kestirmek güç; ama hayali senaryolara bakmak yerine gerçeğe, yani Ciganito'nun Sporting'den 19 yaşında transfer olduğu Barcelona günlerine dönelim. Champions'a verdiği röportajda bu günler kendisine sorulduğunda ilk olarak "gençtim ve desteğe ihtiyacım vardı" diyor Quaresma. Rijkaard'ın kendisine bu desteği vermediğini ima ediyor aslında. Bir yıl sonunda İspanya'dan ayrılırken kulüpten "Seni yeniden burada görmeyi çok isteriz" açıklaması yapıldığında, kulübün teknik direktörü Rijkaard iken asla dönmeyeceğini belirtip, "Rijkaard ve ben geçinemiyoruz" cevabını vermiş. Portekiz'in 21-yaş altı teknik direktörü de, Barcelona'da Quaresma'ya kolektif oyun ve taktik adına hiç bir şey öğretmediklerinden yakınarak polemiklere dahil olmuş. Rijkaard'ın ise Quaresma'nın yeteneklerine fazla inanmadığını ve istikrarsız oyunu nedeniyle onu eleştirdiğini görüyoruz. Bütün bunlardan çıkaracağımız sonuç, bu sezon Beşiktaş - Galatasaray maçlarınıda Quaresma'nın canını dişine takacağıdır herhalde; tabii Schuster faktörünü de hesaba katarsak BJK - GS derbisi yurt dışında en çok yankı uyandıran Türkiye Ligi maçı olmaya şimdiden aday.


2004 yılında Barcelona'dan ayrılıp Şampiyonlar Ligi şampiyonu olan Porto'ya geçer. Mourinho ve Deco başta olmak üzere önemli silahlarını kaybeden Porto'da yeni bir devri başlatan isim Quaresma olacaktır. Quaresma'yı yeniden futbola döndüren isim ise bir başka Hollandalı Co Adriaanse'dir. İlk sezonunda Kıtalararası Kupa'yı kazanan Quaresma'nın Porto'da dümene geçmesini sağlayan da şampiyonluklara abone olan Jesualdo Fereira'dır. Porto'nun üç yıl üst üste gelen şampiyonluğunda baş roldeki isimdir Quaresma ve yeniden manşetlere çıkmayı başarmıştır. Öyle ki, World Soccer dergisinin 2007-08 Şampiyonlar Ligi değerlendirmelerinde Porto için, "Geçen yıl şampiyon olurken tek taktikleri 'topu Quaresma'ya ver ve ne olacağını gör' idi" yazacaktır. Porto'da liderliğe soyunurken önemli bir değişim yaşadığını ve onu muhteşem hale getiren yeteneklerinin fazlaca kullanıldığında onu etkisizleştirdiğini de öğrendiğini söyler. "Çok fazla topla oynadığımı için ıslıklandığımı fark ettim" demesi de yine bu döneme rastlar.(Champions - 2007 yılı Ağustos/Eylül sayısı) Bu arada sihirli oyunu nedeniyle yeni bir lakap daha kazanmıştır Quaresma: Harry Potter


2006 yılında Scolari'nin onu disiplin problemleri nedeniyle Quaresma'yı Dünya Kupası kadrosuna almaması onun kariyerinin zirve döneminde yaşadığı şoklardan biridir; ama Scolari'nin görüşlerinde haklı olduğunu iddia edenler de çoğunluktadır. Yine de 2006 Dünya Kupası sonrasında World Soccer dergisi onu 2010 Dünya Kupası'nın yıldızlarından biri olarak gösterir. (Gerçi dergide adı geçen diğer isimlerden Brezilyalı Anderson turnuvada yok, Gourcuff ve Huntelaar'ın da bir etkisini göremedik) Zaten Scolari de sonrasında fikrini değiştirir ve Chelsea'nin başına geçtiğinde istediği ilk isim Quaresma olur; ancak Quaresma Inter ile anlaştığı için bu transfer gerçekleşmez. Inter'e imzayı atarken bunun kariyerindeki en yanlış tercih olacağını düşünmemiştir kuşkusuz; ama İtalya'daki oyun stiline ayak uyduramaz ve onun için sorunlu bir dönemi başlar. Bunun üzerine Big Phil yeniden çıkagelir ve o sezon başında alamadığı Quaresma'yı devre arasında Chelsea'ye kiralar. Quaresma'nın şans meleğinin kendisini Portekiz'de bıraktığı aşikardır; çünkü onu çok isteyen Scolari kısa süre sonra görevi Hiddink'e devredecektir. Quaresma bir sezonu boş geçirdikten sonra 2009-10 sezonunda 77'yi bırakıp özlediği 7 numarasına kavuşur. Mourinho da onun için " Kendisini bir gün kanıtlayacağına ve İtalya'da iz bırakacağına eminim" açıklamasını yapar; ama Inter 2009-10 sezonunu 3 kupayla kapatırken Quaresma'nın görevi antremanlara eşlik etmekten öteye gitmez. Sonuç olarak, dört yıl önce 2010 Dünya Kupası'nın en büyük yıldız adaylarından biri olarak görülen Quaresma, bu kupayı da evden izlemek zorunda kalır.


İniş ve çıkışları oldukça fazla olan bu kariyerin son durağı Beşiktaş oldu. Taraftar olarak içimde onun atacağı çalımları kapalıdan izleyebilecek olmanın dindirilemez heyecanı var haliyle. 2007-08 yılında İnönü'ye ilk çıktığı maçta Porto bizi onun golüyle 1-0 yendiğinde "Bizde bir Quaresma yok ki adamları yenelim" diye içimden geçtiğini de itiraf etmem gerekir. Zaten Quaresma'nın yeteneği hakkında Queiroz, Scolari ve Mourinho gibi isimler ikna olmuşsa bana o konuda yorum yapmak düşmez. Onun yerine bu kariyere baktığımızda göze çarpan noktaları yazıp neler olabileceği hakkında fikir üretmek daha doğru olacaktır. Quaresma'nın kariyerinin hemen her noktasında motivasyon ve disiplin gibi mental faktörlerin çok etkili olduğunu görüyoruz. Egosunun da çok yüksek olduğunu eklemek lazım. Henüz 23 yaşındayken verdiği bir röportajda "Eski Quaresma'nın geri döndüğünü herkese ispat ettim" diyen bir adamı transfer ettik.

Benim şahsi görüşüm, Quaresma'nın bu sezon inişli çıkışlı bir grafik sergileyeceği, hedef maçlarda (özellikle Galatasaray) yaptığı hareketlerle hatırlanabileceği; ancak Denizli'nin gidişinin ardından gerek takım içinde gerekse yönetim yüzünden çıkacak pek çok krizden etkileneceği ve kendisinin de bu krizlerin büyümesine neden olabileceği yönünde. Umalım ki her şey yolunda gitsin ve World Soccer 2011-2012 sezonu Şampiyonlar Ligi değerlendirmelerinde Beşiktaş hakkında şu yazı yer alsın "Geçen yıl şampiyon olurken tek taktikleri 'topu Quaresma'ya ver ve ne olacağını gör' idi"

13 Haziran 2010 Pazar

Teşekkürden Fazlası


Son günlerin en hareketli takımının Beşiktaş olduğu su götürmez bir gerçek. Ben de bir Beşiktaş sevdalısı olarak bütün bu gelişmelerin takibindeydim; ancak bir yandan finaller, bir yandan Dünya Kupası için 30'a yakın yazı yazmış olmam nedeniyle bu gelişmeleri değerlendirecek bir yazı yazamadım. Şimdi Schuster ve Quaresma transferleri ile başlayan yeni döneme ilişkin fikirlerimi belirtmeden önce Beşiktaş tarihine önce duruşu sonra da başarıları ile geçen Mustafa Denizli'ye emekleri için teşekkür etmeyi uygun gördüm. Bu yazı aynı zamanda Beşiktaş'ın son iki yılının ufak bir analizini de içinde barındıracak.

Öncelikle 2008 sonbaharında Beşiktaş'ın Metalist Kharkiv deplasmanından 4-1'lik mağlubiyetle döndüğü günlere dönelim. Ertuğrul Sağlam'ın, Demirören'in Lucescu ile görüştüğünü öğrenmesi üzerine istifa ettiği günlerde Beşiktaş yaşadığı sorunların yarattığı yumak içinde nefes almakta zorlanan bir takım haline gelmişti. 8-0'lık Liverpool hezimetinin ardından 4-1'lik bu mağlubiyet, taraftarın ve oyuncuların kendine güvenlerini kaybetmelerine neden olmuş, takım içinde sembol oyuncu olmaya aday iki isim İbrahim Üzülmez ve Toraman, terlik kavgası nedeniyle kaptanlıktan alınmış, kendini idare etmekten aciz olan Matias Delgado ve Aurelio kontenjanından Türk olan Nobre takımın kaptanlığına getirilmiş, Sinan Engin gibi Beşiktaş'ın ismine yakışmayan bir menajer yüzünden 105 yıllık kulübün ismi mafya babalarıyla bir arada anılmaya başlanmış, 5 yıldır şampiyonluk göremeyen kulüp bir de başkanının anlamsız açıklamaları nedeniyle rakiplerin antipatisini toplamaya başlamıştı. Şimdiden içinizin sıkıldığını ve okumayı bırkamaya hazırlandığınızı biliyorum; ancak bunların üstüne Seric, Schildenfeld, Diatta, Higuain gibi niye yapıldığını anlayamadığımız transferleri ve büyük yıldız diye getirilip taraftara oley çekerken şişmanlıktan memeleri sallanan Ailton gibi balonları, Youla gibi saç baş yolduranları ve Burak Yılmaz, İbrahim Akın ve tabii ki Tümer Metin gibi siyah-beyazlı formayı giymenin ne anlama geldiğini idrak edemeyen topçuları da gözünüzün önüne getirin ki tablo tam olarak anlaşılabilsin.


İşte bütün bu krizin içerisinde yıpranmaktan heba olmuş Beşiktaş'a 2008-09 sezonunun 6. haftasında Mustafa Denizli geldi. Takım 14 puanla liderlikteydi belki; ama oynanan futbol ve içeride yaşananlar kulübün krizin eşiğinde olduğunu gösteriyordu. Üstelik Mustafa Denizli ismi camianın üzerinde hem fikir olduğu bir isim de değildi. Özellikle taraftarlar on yıl önce Fenerbahçe'nin başında gördüğü bu teknik direktörün kendi camiasına bağlılığını sorguluyordu. Mustafa Denizli her fırsatta çocukluk aşkının Beşiktaş olduğunu dile getirmekyse de taraftara yaranamadı. Benim kendisine kanımın ısınmasını sağlayan olay ise gelir gelmez Sinan Engin'in görevinden uzaklaştırılması oldu. Böylelikle Beşiktaş adına yakışmayan bir isimden kurtuluyordu. Yine de takımın iyi gitmemesi ve devre arasına 5. olarak girmesi taraftarın Denizli'ye "takım niye oynamıyor" diye bağırmasına neden olacaktı.

Denizli'nin devre arasında yaptığı transfer hamleleri Beşiktaş'ın kaderini değiştirecekti. Yapıldığı anda değeri anlaşılamayan bu transfer hamlelerinden ilki olan Fabian Ernst yüksek maliyeti nedeniyle tartışma konusu olmuştu. Yusuf ise son dönemde Fenerbahçe forması giymiş bir sürü oyuncunun Beşiktaş'a gelmesi ve takıma katkı vermemesi nedeniyle pek çok kişinin eleştirilerine maruz kalmıştı. Ancak herkesin unuttuğu bir nokta vardı ki, Mustafa Denizli takımda geçirdiği 2,5 ay içerisinde takımın temel eksiklerinin farkına varmıştı. Öncelikle Fabian Ernst takıma ihtiyacı olan sertliği ve yırtıcılığı getirdi. Oyun kurma görevini de Cisse'nin üzerinden aldı ve ilk yarının en çok eleştirilen adamı Cisse, Ernst ile birlikte Appiah - Aurelio ikilsinden bu yana Türkiye'deki en sağlam orta saha ikilsini oluşturdu. Beşiktaş'ın az pozisyon üretme sıkıntısının üstesinden gelmeyi başaran isim ise Kara Şimşek Yusuf olacaktı.


Transferlerin takıma kattıkları kuşkusuz çok önemliydi; ancak Mustafa Denizli'nin takımın içinde yaptığı hamleler de bir o kadar belirleyici oldu. 4-3-3 sistemine dönen Denizli'nin Tello'yu orta sahaya çekmesi ve Tello'nun asist rakamlarında çift haneye ulaşması, Holosko'nun açıktan yaptığı bindirmeler ve Bobo'nun bitiriciliği takıma şampiyonluğu getirdi. Bunların hepsinden daha önemli olan ise Denilzi'nin pek çoğu şampiyonluk tecrübesi yaşamamış bu kadroya şampiyonluk inancını aşılamayı başarması oldu. Sonuç olarak Beşiktaş tarihinin ikinci dublesini yaşarken, Beşiktaş tarihinde şampiyon olmayı başaran ilk Türk teknik adam da Mustafa Denizli oluyordu. Bütün bunları başarırken son maçta İbrahim Üzülmez'e kaptanlık bandını takarak kaptana itibarını iade etmeyi düşünmesi Mustafa Denizli'nin farkını ortaya koyduğu hamlelerden yalnızca bir tanesiydi.

Bu büyük başarıya karşın kulübün yeniden bir krize sürüklenmesi uzun sürmedi. Yıllardır kulübün başında yöneticilik maharetlerini(!) izlemeye alıştığımız başkan ve ekibi önce "Mehmet Topuz Beşiktaş camiasına hayırlı olsun" diye açıklamalarda bulunup bir transfer hikayesiyle taraftarın daha şampiyonluğun sevincini yaşamayadan öfkelenmesine neden oluyordu. Tansferin son gününde 8 milyon euro'ya yapılan Tabata transferiyle oyuncunun daha kulübe gelmeden baskının altında ezilmesini sağlıyordu. Denizli'nin esas endişesi ise takımın defans anlayışını yukarı taşımaktı. Şampiyonluk yürüyüşünde dahi başta Gökhan Zan olmak üzere defans oyuncularının yaptığı fahiş hatalar can sıkmaktaydı. Yeni sezonda Şampiyonlar Ligi oynayacak olan Beşiktaş'ın daha sağlam bir oyun anlayışına dönmesi gerektiğine inanan Denizli, Ferrari transferiyle daha fazla geriye yaslanan bir takım kuracaktı.


Defans anlayışı tuttu tutmasına; ama hücum oyuncularının formsuzluğu ve Ocak ayındaki seçimler yüzünden taraftar ile yönetimin arasının iyice açılması takımın istikrara kavuşmasını engelledi. Koşuya sonradan başlayan Beşiktaş, kırılma maçlarını kazanmayı başaramayınca yarışın dışında kaldı. Tavşanları ve rakiplere göre taktik belirlemesi nedeniyle eleştirilen Denizli'nin hakkı ise; ancak Kadıköy'deki Fenerbahçe maçından sonra, takım yarış dışında kaldıktan sonra tribünlere çağırılarak ödenecekti. Bu sezondan bizlere kalan ise bir hafta içerisinde gelen 3-0'lık Fenerbahçe ve Old Trafford'daki 1-0'lık Manchester Utd. galibiyetleri oldu.

Sağlık sorunları nedeniyle takıma veda eden Büyük Mustafa, 2004 Ocak ayında İnönü'de oynanan 5 kırmızı kartlı Samsun maçından bu yana krizde olan kulübü bu krizden kurtaran isim olarak hatırlanacak. Zaten bu yönetim anlayışı içinde hangi Beşiktaşlı sağlık sorunu yaşamadı ki sen yaşamayasın hocam? 1,5 yılda bu kulübün en sevdiği isimlerden birisi olmayı başaran Mustafa Denizli; güleryüzü, rakiplere olan saygısı ve sahada terinin son damlasına kadar savaşan bu takımla İnönü'de Seba döneminden kalma bir hava yarattı. Bir Beşiktaşlı olarak emekleri için ona teşekkür etmeyi bir borç bilirim, her ne kadar bir teşekkürden fazlasını hak etse de benim elimden gelen bu. Umalım ki mevcut yönetim Mustafa Denizli'den Beşiktaşlıların beklediği duruşun nasıl olduğunu öğrenmiş olsun.

12 Haziran 2010 Cumartesi

Körlük - Jose Saramago


"Körlük biraz da bu, hiç bir umudun kalmadığı bir dünyada yaşamak"

Nobel ödüllü 87 yaşındaki yazar Jose Saramago'nun Körlük romanı, duyarsız bir toplumun yol açtığı sorunlara dikkat çekmek amacıyla kaleme alınmış. Saramago'nun; iktidarın oluşumu, yönetimdekilerin haksız uygulmaları ve bu uygulamalara tepkisiz kalan insanların portresini çizdiği romanını okurken, kendisinin 1974'teki Karanfil Devrimi'ne kadar iktidarını katolik kilisesinin ilkelerine dayandırdığını iddia eden sömürgeci bir devlette yaşadığını dikkate almakta fayda var. Örneğin bu diktatörlük rejimi, kitapta dinin körlüğüne yapılan göndermenin önemli bir nedeni olabilir. Saramago'nun 1969'dan beri Komünist Parti üyesi olduğunu da ekleyelim.

Romanın değindiği konular üzerine fikir yürütmeden önce romanı yazmak için Saramago'yu motive eden nedenler üzerine biraz kafa yoralım. Burada romanın ana fikrinden ziyade, körlük metaforunun neden kullanıldığına değinmek istiyorum. Romandaki yazar karakterinin söylediklerinden çıkaracağımız üzere, muhtemel bir körlük salgının ortaya çıkmasında Saramago'yu en çok korkutan, yazarın işlevselliğini kaybetmesi olmuş. Bu salgının yarattığı ilkel koşullarda duyguların betimlenmesinin gereksizliğini de düşünürsek, Saramago'nun okunamama korkusunun her insanın bilinç altında yer alan kör olma korkusunun dahi önüne geçtiğine inanıyorum.

Körlük kitabı, kitaptan uyarlanarak çekilen filmin gösterime girmesinin ardından, körleri aciz gösterdiği gerekçesiyle Amerika'da körler federasyonu başkanının eleştirilerine maruz kalmış. Sonradan körleşmenin bir gerçeklikten ziyade bir metafor olarak kullanıldığı roman için bu eleştirilerin çok geçerli olduğuna inanmıyorum. Yine de, pek çok ayrımcı ve aşağılayıcı davranışın kökeninde korkularımızın yattığını hesaba kattığımızda körlerin bu hassasiyetini dikkate almak gerektiği kanaatindeyim.

Yazarla ilgili görüşlerime üslupla ilgili bir kaç tespitte bulunarak son noktayı koyalım. Romanda geçen diyaloglarda, uzun çizgiler yerine virgüllerin tercih edilmesiyle sağlanan devamlılık sayesinde, okuyucu atmosferin içine daha kolay girebiliyor; ancak bu tercih nedeniyle ön plana çıkması gerekn sözlere yeterince vurgu yapılamadığına inandığımı eklemeliyim. Saramago'nun bir diğer karakteristiği olan karakterlerine isim vermeme tercihi de bu romanda ayrıca anlamlı olmuş. Romandan bir alıntı yaparak meramımı anlatayım: "Kör insanların bir isme ihtiyacı yoktur. Ben yalnızca sesimden oluşuyorum, gerisi önemli değil."

Körlük romanının içeriğine döndüğümüz vakit, Saramago'nun temel eleştirisinin, çevresinde yaşananlara tepki vermeyen, yani olan biteni göremeyen bir toplumun gün geçtikçe ilkelliğe itilmesi olduğunu görüyoruz. Elektrik şebekeleri, kanalizasyonları, yarattığı kültür ile çağdaş yaşamın ana mekanı olan kentlerin, körlük halinden dolayı, yabanıllığa teslim olmuş haliyle karşılaşıyoruz bu romanda. Uygarlıktan ilkelliğe doğru adım adım geriye gidilirken, toplumu ayakta tutan temeller de birer birer kayboluyor. Ahlak gün geçtikçe aşınıyor ve en sonunda eski bir tımarhane olarak belirlenen yeni yaşam alanında, temel ihtiyaçlar üzerine yerleşen yeni bir iktidar kuruluyor. Silahlı bir kaç adamın gönderilen yemeklere el koyarak kurduğu iktidar, korkudan eli kolu bağlanan körler tarafından kabul görüyor. Yemeklere karşılık olarak koğuşlardaki kadınlara tecavüz edilmesi de, toplumsal çöküşün son halkasını oluşturuyor.

Bütün bu tersine evrim sürecinden kurtuluşu sağlayacak olan ise, görme yetisini kaybetmeyen tek kişi olan doktorun karısıdır. Kadının farkına vardığı gerçek, hayatta kalmak ve bu ilkelliğe karşı durmak için örgütlenmenin zorunlu olduğudur. Örgütlenmenin ilk biçimi olan aile kavramına yapılan olumlu atıflar da bunun bir göstergesi. Hikayede yeni bir aileyi oluşturan insanlar, anne rolünü oynayan doktorun karısının önderliğinde hayatta kalmayı başarırlar. Saramago Körlük romanında, kadınlara doğanın verdiği yaratıcı rolü, toplumda yeni bir düzen yaratma yükümlülüğü olarak yeniden yorumlamış; bu arada umudun var olduğu bir dünya düzeni için örgütlenmenin gerekliliğini vurgulamayı da ihmal etmemiş. Yine romandan anlamlı bir cümle ile bitirelim: "Örgütlenmek bir bakıma görmek demektir."

8 Haziran 2010 Salı

Dünya Kupası Değerlendirmeleri


Şubat ayında başladığımız Dünya Kupası değerlendirmelerini tamamlamayı başardık. 32 takımın tek tek incelendiği yazılarımızda taraftarların takımlardan beklentileri, turnuvada takımların yaşama ihtimali olan iymiser ve kötümser senaryolar, muhtemel kadrolar ve turnuvaya katılacak 96 futbolcunun incelemeleri yer alıyor. Aşağıda takımların listesi gruplara göre yazılmış durumda. Linklere tıklayarak değerlenidrmelerimize ulaşabilirsiniz.

Tabii katılacak 96 futbolcu derken, son dönemde yaşanan sakatlıkların bazı sıkıntılar yaşattığı da bir gerçek. Ballack ve Essien gibi yıldızlar turnuvada olmayacak. Yine de bu oyuncuların yazılarını okurken onlar hakkında yeni bilgiler edinebilirsiniz. Mesela Essien'in fazla enerji harcayamadığı maçlardan sonra sahada kalıp ekstra koşular yaptığını biliyor muydunuz?

Essien'de olduğu gibi diğer oyuncular hakkında da pek çok Ertem Şener vari bilgiyi bu incelemelerde bulabilirsiniz. Dani Alves'in Tweety dövmesi ne anlama geliyor? Schweinsteiger füze gibi şutlarını gençliğinde hangi sporu yapmasına borçlu? İşçilik yaptığı günlerin bugün geldiği noktayı daha iyi anlamasına yol açtığını söyleyen yıldız kim? Bunun gibi pek çok ilginç bilgi değerlendirmelerimizde mevcuttur. Bir göz atmanızı tavsiye ederiz.

Bu yazıları yazarken World Soccer, Champions ve Four Four Two dergilerini temel kaynak olarak kullandık. Bunun yanında fifa.com ve wikipedia'dan da faydalandık. Yazılarda emeği geçen arkadaşlarıma teşekkür ediyorum.

A Grubu

Fransa
Güney Afrika
Meksika
Uruguay

B Grubu

Arjantin
Nijerya
Güney Kore
Yunanistan

C Grubu

İngiltere
ABD
Cezayir
Slovenya

D Grubu

Almanya
Gana
Sırbistan
Avustralya

E Grubu

Hollanda
Danimarka
Kamerun
Japonya

F Grubu

İtalya
Paraguay
Slovakya
Yeni Zelanda

G Grubu

Brezilya
Portekiz
Fildişi Sahili
Kuzey Kore

H Grubu

İspanya
Honduras
Şili
İsviçre

7 Haziran 2010 Pazartesi

Dünya Kupası Finalistleri #32 - Slovakya


Çekoslavakya'nın dağılmasının ardından futbol mirasının büyük ağabey Çek Cumhuriyeti'nde kalması, Slovakya'nın da sahneden çekilmesini beraberinde getirdi. Dağılmanın 17 yıl ardından bu yıl küçük kardeş Slovakya, hem de gruplarda Çek Cumhuriyeti'ni geride bırakarak ilk kez büyük bir şampiyonaya katılmaya hak kazandı. İlk katılımın ülkede yarattığı heyecan Dünya Kupası'na nasıl yansıyacak, bununla ilgili bazı tahminlerde bulunalım.

Beklentiler:

Çek Cumhuriyeti, Slovenya ve Polonya'nın bulunduğu dengeli bir eleme grubunda yer alan Slovakya, iki kez yenildiği Slovenya haricinde diğer takımlara büyük üstünlük kurmayı başardı ve grubu lider tamamlayarak Dünya Kupası biletini cebine koydu. Bu başarıda en önemli pay ise şüphesiz teknik direktör Vladimir Weiss'a ait. Ülkesinde Fatih Terim'e benzer şekilde motivasyon ustası olarak tanınan Weiss'in bu tecrübesiz takımı Dünya Kupası'na taşıması gerçekten büyük bir başarı. Tecrübesiz demişken, takımın ilk 11'inde Strba dışındaki isimlerinin hepsinin 30 yaşından küçük olduğunu, özellikle orta saha dörtlüsünün yaş ortalamasının 22,5 olduğunu hatırlatalım. Bu arada bu genç orta sahada Vladimir Weiss ismini görürseniz teknik direktör sahaya mı indi diye şaşırmayın; çünkü teknik direktör Weiss'ın oğlu 20 yaşındaki Weiss jr.'da takımın orta sahasındaki değişmez isimlerden birisi. İtalya, Paraguay ve Yeni Zelanda ile eşleştikleri F grubuna baktığımızda kuranın Slovakya'ya oldukça adil davrandığını söyleyebiliriz. Grubun favorisi İtalya ve iddiasızı Yeni Zelanda'yı bir kenara bırakarak, Slovakya'nın gruptan çıkmak için Paraguay'la oynayacağı maçın belirleyici olacağını düşünüyorum. Açılışı Yeni Zelanda ile yapmaları ve son maçı gruptan çıkmayı muhtemelen garantilemiş bir İtalya ile oynayacak olmaları onları bir adım öne çıkarıyorsa da, bu seviyelerde uluslararası tecrübesi olmayan bu takımın her türlü sürprizi yaşamaya açık olduğunu da eklemek gerekiyor.

İyimser Senaryo:

İlk katılımlarında grup aşamasını geçip son 16'ya kalmaları oldukça önemli bir başarı olacaktır. Düştükleri grubun kolaylığı da bu başarıyı mümkün kılabilir.

Kötümser Senaryo:

Tecrübesizlik ve Dünya Kupası'na katılmanın yeterli bir başarı olarak görülmesi, grupta İtalya ve Paraguay'ın arkasında kalarak evlerine dönmelerine yol açabilir.

Muhtemel Kadro:

Diziliş: 4-4-2

Kaleci: Mucha

Defans: Zabavnik - Cech - Skrtel - Strba

Orta Saha: Durica - Weiss - Hamsik - Stoch

Forvet: Sestak - Vittek

Genç ve yetenekli oyunculardan kurulu bu takımın en büyük eksiği kendilerine liderlik edecek tecrübeli isimlerin olmayışı. Daha önce bu seviyede bir turnuva oynamamış olmaları da sıkıntı yaratacaktır.

Yıldız Oyuncu: Marek Hamsik (Napoli)


Henüz 22 yaşında milli takım kaptanlığına yükselmek için oyun içinde olduğu kadar liderlik için de önemli yeteneklere sahip olmanız gerekir. Napoli formasıyla taraftarların sevgilisi haline gelene Marek Hamsik bu özelliklere sahip olduğunu her geçen gün daha fazla gösteriyor. Henüz 17 yaşında Serie A'da forma giymeye başlayan Hamsik'in özellikle ofansif orta saha oyuncusu olarak oynadığında durdurulması oldukça güçleşiyor. Milli takım formasıyla oynadığı 30 maçta attığı 8 gol de bunun önemli bir kanıtı. Bu turnuvada formunun zirvesinde olursa Napoli taraftarlarını üzüp büyük kulüplere geçme ihtimali de yüksek.

Patlama Yapması Muhtemel İsim: Filip Holosko (Beşiktaş)


Milli takımda sürekli oynama şansı bulamadığı için riskli bir seçim yaptığımın farkındayım; ancak tanıttığım 90'a yakın oyuncu içinde bir Beşiktaşlı dahi olmaması işleri benim için zorlaştırıyordu. Son değerlendirmemde Beşiktaş sağ kanadından ceza sahası içine yaptığı dribbling'lerle İnönü'yü ayağa kaldıran Filip Holosko'ya yer ayırdım. Bunun için pek çok haklı sebebim olduğu da aşikar. Özellikle Slovakya'nın kontra-atak futboluna yatkın bir futbol oynayacak olması ve gol yollarında sıkıntı yaşama ihtimali bu kupada Holosko'nun şans bulmasını sağlayacaktır. Eğer bu sezon yaşadığı sakatlık problemlerini geride buraktıysa ve 2008-09'daki formuna geri dönebilirse Dünya Kupası'nın dikkat çeken isimlerinden birisi olacaktır.

Bir Portre: Martin Skrtel(Liverpool)


Rafa Benitez'in ismi pek duyulmamış oyunculara para harcamasına alışkın olan Liverpool'lular, Skrtel'in Liverpool tarihinin en pahalı defans oyuncusu olmasına da şaşırmadılar. 2008 Ocak ayında kırmızılara giden ve Agger'in sakatlığı sonrası ilk 11'e giren Skrtel'in, 2008-09 sezonunda Carragher ile oluşturduğu ortaklığın bu kadar iyi işleyeceğini ise Benitez dahi tahmin etmemiş olabilir. Mücadeleden kaçmayan yapısı ve kuvvetli fiziğiyle bütün takımların kadrolarında göremk isteyeceği bir defans oyuncusu. Bu sezon Liverpool'da eski formuna ulaşamadı; ancak milli takımı ile yakaladığı Dünya Kupası'na katılma şansını iyi kullanması gerekiyor.

6 Haziran 2010 Pazar

Dünya Kupası Finalistleri #31 - Kuzey Kore



Herkes İngiltere'nin 44 yıllık kupa hasretinden bahsede dursun, 44 yıllık katılım hasretini dindirmeyi başaran Kuzey Koreliler elemelerin en büyük sürprizlerinden birine imza attılar. 44 yıl önce kimse ihtimal verezken son 8'e, hem de İtalya'yı eleyerek kalmayı başaran Kuzey Kore takımı ölüm grubunda yeni sürprizlere imza atmak için Güney Afrika'ya geliyor.

Beklentiler:

2000'lerin başından bu yana nükleer denemeleri ve iki Kore arasındaki ilişkileri normalleştirme girişimleriyle gündeme gelen, dünyadaki tek mevcut Stalinist devletin Dünya Kupası'na katılma hakkı etmesi şüphesiz elemelerin en büyük sürpriziydi. 44 yıldır ortalıkta gözükmeyen Kuzey Koreliler, eleme grubunda Suudi Arabistan ve İran gibi Asya kıtasının iki güçlü temsilcisini geride bırakarak finallere kalmayı başardı. İki eleme grubunun geçilmesi gereken Asya elemelerinde, her iki grupta da düşman kardeşleri Güney Kore ile eşleşmeleri kaderin bir cilvesiydi ve bu durum onları elemelerde daha iyi bir performans ortaya koymak için motive etmiş olabilir. 5-3-2 ve 3-3-3-1 gibi kimsenin uygulmaya yanaşmadığı dizilişlerle 8 maçta yalnızca 7 gol atarak Dünya Kupası'na kadar gelmeyi başardılar. Kurada ise oldukça şanssız olduklarını söylemeye sanırım gerek yok. Brezilya ve Portekiz gibi şampyionluk adaylarının yanında Fildişi Sahilleri gibi ev sahibi kıtanın en güçlü tamsilcisi de gruplarına düştü. Medya ilgisinin uzağında, tanınmayan oyuncularıyla tam bir kapalı kutu olan Kuzey Kore, daha önce İtalya'ya yaptığı gibi bir sürprizi bu büyük ekiplerden birisine yapmanın hayalini kuruyor.

İyimser Senaryo:

Grupta Fildişi'ne bir çelme takma ihtimalleri var. Diğer iki takımdan birinden puan almaları dahi 1966'daki İtalya galbiyetinin yanına eklenecek unutulmaz bir sonuç olur.

Kötümser Senaryo:

Ölüm grubunda alacakları hiç bir sonuç büyük başarısızlık sayılmaz; ancak grup sonunculuğunu aşmaları da bir hayli zor.

Muhtemel Kadro:

Diziliş: 3-3-3-1 (5-3-2)

Kaleci: Ri Myong-Guk

Defans: Nam Song-Chol - Ri Kwang-Chon - Pak Chol-Jin

Orta Saha: Ji Yun-Nam - Cha Jong-Hyok - An Young-Hak

Forvet Arkası: Pak Nam-Chol - Mun In-Guk - Jong Tae-Se

Forvet: Hong Yong-Jo

3-3-3-1 gibi değişik bir taktiğin avantaj ve dezavantajlarını kestirebilmek güç olsa da, zayıf Kuzey Kore takımının beklentilerin üstüne çıkmasını, en azından Asya elemelerinde sağladı.

Yıldız Oyuncu: Hong Yong-Jo (FK Rostov)


Hong Yong-Jo, Kuzey Kore milli takımının Avrupa gören tek oyuncusu konumunda. Kuzey Kore'de başladığı kariyerinde Sırbistan'ın Bezanija takımında kısa bir süre oynadıktan sonra Rusya'nın yolunu tuttu. 3 yıldır formasını giydiği Rostov'un eski menajeri onun Asya'nın en yetenekli futbolcusu olduğunu iddia ediyor. Bu elemelerde 4 kez karşılaştıkları Güney Kore'ye atılan tek golün altında onun imzası vardı. Hong, takım kaptanı olarak sorumluluk alan ve takımın saha içi lideri olan isim konumunda.

Patlama Yapması Muhtemel İsim: Jong Tae-Se (Kawasaki Frontale)


Kuzey Kore milli takımının en potansiyelli oyuncusu olan Jong Tae-Se, elemelerde yalnızca bir gol kaydetmiş olsa da, milli takım formasıyla 23 maçta 15 gol gibi harika bir istatistiğe sahip. En son Yunanistan ile oynanan hazırlık maçında attığı iki gol onun ne kadar etkili bir skorer olduğunu anlamak için yeterliydi. Kariyerine Japonya'da Kawasaki Frontale takımında başlayan ve 8 yıldır bu kulübün formasını giyen Jong, aynı zamanda milli takımın Japonya doğumlu oyuncularından birisi. Takımı iyi bir performans gösteremese de Jong'un bireysel formu ona Avrupa kapılarını açabilir.

Bir Portre: An Young-Hak (Omiya Ardija)


Kuzey Kore'de Zainchi lakabıyla tanınıyor; çünkü Koreliler, Japonya doğumluları bu isimle çağırıyor. Kariyerine Japonya'da başlayan An Young-Hak, daha sonra Güney Kore ile Japonya ligleri arasında gidip gelmeye başladı. Asya'nın en güçlü ligleri olarak kabul edeceğimiz bu liglerde yaşadığı tecrübeyle takımın diğer isimleri arasında ön plana çıkıyor. Elemelerde takımın organizatörlüğünü üstlenen An'ın, gol yollarında çok etkili olmaması eksik bir yönü olarak görünüyor.